21 Ocak 2015 Çarşamba

PARİS KOMÜNÜ, DE GAULLE, CHARLİE HEDBO VE YARILMA

Paris Komünüyle belanın derinliğini tam göbeğinde yaşayarak anlayan Avrupa egemenleri ve burjuvazisi bir daha bu olayı yaşamamak için inanılmaz teknikler bulmuşlardır. Son yüz yıla bakıldığında sosyoloji, psikoloji, antropoloji, arkeoloji, iletişim gibi bilimlerle üretilen tekniklerin başarılı olduğu kesindir. (Ve elbette bu tekniklerin geliştirilmesine sosyal adalet ilkesinin geliştirilmesi süreci paralel olarak eşlik etmiştir.)
Bu teknikler günün hayat algısına, teknolojik ilerlemesine eş zamanlı fakat daha hızlı ilerlemiştir. Sosyal adaletin sağlanmaya çalışılması ve gitgide kuvvetlenmesi elbette hammadde için sömürülen dünyanın geri kalan kesiminin daha şiddetli, daha acımasız sömürülmesini zorunlu kılmış, bu zorunluluk sömürülenlere uygulanan vahşeti daha da yükseltmiştir.
Vahşi kapitalizmin Orta ve Güney Amerika'da, Afrika'da, Ortadoğu'da, Güney Asya'da yaptıkları bellidir. Her türden baskı, asimilasyon, soykırımlar... Konuşmaya gerek yok.
Fakat egemenler her zaman kendi içlerinde de bir birilerine daldılar, insanlık tarihinin modern çağdan sonraki döneminde savaşların tümünde bu faktör başattır. İşte Paris Komününden itibaren söz konusu belayı savuşturmak ve yok etmek için geliştirdikleri operasyonel özelliklerle destekli sosyal ve psikolojik teknikler Dünya egemenlerinin kendi aralarındaki paylaşım savaşlarında da kullanılmaya başlandı. Hem nizami harbin hem gayri nizami harbin (ki 2.Dünya Savaşından sonraki tüm tarih gayri nizami harbin, yeni deyimle asimetrik savaşların tarihidir.) çarklarında işletilen bu teknikler bilhassa manipülatif, provokatif ve sosyal silahlarla donatılan istihbarat servisleri ve o servislere yön veren açık-gizli düşünce kuruluşlarının yaratımlarıyla akıl almaz sonuçlar elde etti.
Soğuk Savaş dönemi (büyük parça olarak ta dümeni) ve bu dönemin (ve bu dümenin) türevleri çok başarılı örneklerdir.İçeride türevlere oluşturtulan toplumsal çalkantıların aynı cephede ortaklık yapan egemenlerin kendi iç savaşlarında o akıl almaz sonuçlara gidene kadar feci toplum mühendislikleriyle kullanıldığına şahit olduk. Hala da oluyoruz. Batı hem kendi egemenliği için hem toplumunun baş kaldırmaması için zalimane sömürdüğü yerlerde de kendine bağlı yönetimleri kurgularken yine bu tekniklere başvurmuş ancak yeryüzündeki bu ağır sömürü (kuzey-güney,doğu-batı farkını sağlayan) ve taarruzlara karşı çıkışlar da olmuştur. Yazık kı bu karşı çıkışlar aynen İslam Tarihinde Ebu Cehil'in müslüman olup, İslamın kazanımlarını kendi şahsına bağlamasındaki gibi önce ehlileştirilmiş, sonra da son kora su dökülür gibi söndürülmüştür.
Yer yüzünün bugünkü durumunda uzak yanda Çin -batının ucuz iş gücü olması dolayısıyla ne kadar güvenilir, tartışmalı-, Asyanın kuzeyinde Rusya, Amerika kıtasında Chavez'in devamı Maduro, sancılı bir biçimde İran ve son beş senedir Türkiye var. Bu ülkeler ve büyütmek istedikleri etki alanı İsrail'in, ABD'nin ve İngiltere'nin etki alanını azaltmakta olup, Ukrayna meselesinde ve petrol fiyatı operasyonunda Putin'e ve idaresine, bu yanda Ahmedinejat ve idaresine, Türkiye'de de Tayyip Erdoğan ve idaresine ameliyat düzenlendiği de nesnel biçimde ortada durmaktadır.
Geriye gidip oradan bugüne gelmeye çalışırsak;
Charles De Gaulle'ün Amerikancı politikaları hayata geçiren Fransa Merkez Bankası'na müdahale etmek istemesi ve Akdeniz'de çeşitli jeostratejik girişimleri amaçlamasına nasıl darbe indirildi? Ülkemizde ve Batı Avrupa'da silahlı sol hareketlerin faaliyete başlaması ve en kolay harekete geçirilebilecek unsurlardan gençlik kesimlerinin önüne devrim stratejileri konmasıyla soğuk savaşın Batı'sında ihtiyaç olduğunda servis edilen kaosla neler hedefleniyordu? Üstelik her kaosun her iniş-kalkışın sosyalist devrim öncesi uygun zemin olduğu yönündeki tespitlerle kaos durdurulamayacak derinliklere ulaştırılıyor sonra da zamanı geldiğinde bu kaoslara son veriliyordu.
Dönemin Fransa'sını ve biraz da Batı Avrupa'sını anlamak için sözü eski Dev-Genç'li Türkiye'deki '68 gençlik hareketinin bilinen isimlerinden Yusuf Küpeli'ye bırakalım:
(Uzun bir yazı olup, dikkatle okunmalıdır.)
" İngiltere ile birlikte dünyanın en eski sömürge imparatorluklarından birini kuran, ve İngiltere çapında olmasa da en güçlü emperyalist ülkelerin başında yer almış olan Fransa, I. Dünya Savaşı’nın ve II. Dünya Savaşı’nın acılarını ve yıkımlarını bizzat kendi toprakları üzerinde yaşayarak eski gücünü yitirmişti. Özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere’de birinci güç olmaktan çıkmış olmakla birlikte, savaşın zararlarından azami ölçüde sakınabilmişti. Bu ada ülkesi, üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldığı “ortağı” ABD’nin gölgesinde gücünü, ve egemenliğini göreceli olarak koruyabilmişti. Fransa ise, diğer kıta Avrupası ülkeleriyle birlikte, -hiç te öyle olmadığı halde, güçlü propoganda makineleriyle Avrupa’nın kurtarıcısı olarak tanıtılan- ABD’nin hegemonyasını kabul etmek zorunda kalmıştı... Avrupa’nın doğusu ise, savaşın asıl ağır yükünü çekmiş ve en büyük bedeli ödemiş olan Sovyetler Birliği’nin etki alanı içine girmiştir. Dünya egemenliği peşindeki Truman yönetiminin (Harry S. Truman, 1945- 53) kışkırttığı “Soğuk Savaş” süreciyle birlikte iki kutuplu bir dünya şekillenmişti. Eski sömürge imparatorluğu Fransa, dünyanın başat güçlerinden olduğu o “şanlı” yılların çok ötesinde, ABD gölgesinde, krizler içinde çırpınan bir devlet haline gelmişti. Ekonomik zaaflar içindeki Fransa, eski Asya ve Afrika sömürgelerini korumakta zorlanmaktaydı.
Komünistlerin ve milliyetçi güçlerin birliğinden oluşan Vietnam ulusal kurtuluş cephesi, Vieth Minh, asıl mesleği tarih öğretmenliği olan general Nuguyen Vo Giap (1912-) komutasında, Vietnam’ın kuzey sınırlarına yakın, Hanoi’nin kuzeybatısında, Laos sınırında yer alan dağlarla çevrili Dien Bien Phu düzlüğünde, çembere almış oldukları kırk bin kişilik Fransız sömürge ordusunu, 7 Mayıs 1954 günü, neredeyse toptan imha etmişti... Özet olarak, bu zaferin ardından Temmuz 1954’de imzalanan Cenevre anlaşması ile ülke 17'nci paralelden kuzey ve güney olarak ikiye bölünürken,1883’den beri varolan Fransız sömürgeciliği son bulmuştu. Söz konusu anlaşma çiğnenerek, kuzey ile birleşmesi gereken güneyi ABD güçleri işgal etmişti. “Kuzey Vietnam”ın, gerçek adıyla Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti Hanoi olmuştu... Yine Fransa, 1960 yılında, Mauritania, Senagal, Mali, Ivory Kıyıları, Yukarı Volta, Niger, Togo, Dahomey, Kamerun, Çad, Merkezi Afrika Cumhuriyeti, Kongo Brazaville ve Gabon gibi Batı ve Orta Afrika sömürgelerini serbest bırakmak zorunda kalmıştır. Tüm bu ülkeler “bağımsızlık”larına kavuşmuşlardı. Fransız iç politikasını ve ekonomisini asıl etkileyen, ülke de krizin derinleşmesinde baş rolü oynayan olay, Cezayir halkının bağımsızlık mücadelesi olacaktı...
Moskova, Leningrat, Stalingrat ve Kursk önlerinde Nazi ordularının hezimetlerinin, ve Almanya’ya yaklaşmaya başlayan Sovyet güçlerinin zaferlerinin kesinlik kazanmasının ardından, Batı Avrupa’nın bütünüyle Sovyet etkisi altına girmesini, ve komünist partilerin Batı’da iktidara gelmelerini engellemek amacıyla, -vaktiyle kasıtlı olarak geciktirilmiş olan- Normandiya Çıkartması, 6 Haziran 1944 günü yaşama geçirilmişti. Özellikle komünist partizanların önderliğinde başarılı bir anti-Nazist savaş vermiş olan ve İtalya ile birlikte Batı’nın en güçlü, iktidara en yakın Komünist Partisi’ne sahip olan Fransa, söz konusu çıkartmanın ardından, 1944 yılında “kurtarıcı” olarak gelen müttefik güçlerin ve öncelikle ABD’nin etkisi ile eski burjuva demokratik sistemi “Dördüncü Cumhuriyet” adıyla 1945 yılında restore etmişti... Komünizm korkusu temelinde şekillenen ve Batı’da ABD hegemonyasını perçinleyen NATO anlaşmasını (4 Nisan 1949) imzalayan ilk 12 devlet arasında Fransa’da yer almıştı.
Hitler Almanyası’nın ezilmesinde Sovyetler Birliği’nin oynadığı başat rol, ya da savaşın asıl galibinin Sovyetler Birliği olması, ve komünist partizanların tüm Avrupa’da ve Fransa’da gösterdikleri güçlü direniş, halk yığınları içinde komünizmin prestijini zirveye taşımıştı. Avrupa’da komünistler iktidara hiçbir zaman bu kadar yakın olmamışlardı ama, Batı Avrupa ABD’nin denetimi altına girmişti. Yalta’da (4- 11 Şubat 1945) -Balkanlar dahil- nüfuz alanlarının paylaşımı çoktan yapılmıştı... Fransa’da iktidarı kaçıran komünistler, yine de ülkenin en büyük politik güçlerinden biri, hatta başlangıçta birincisi olarak kalmışlar, ve “Dördüncü Cumhuriyet”in ilk kabinesi içinde yer almışlardı. Fakat, Gehlen gibi eski Nazi istihbarat şeflerinin ellerinde doğum yapan CIA’nın tarih sahnesine çıktığı 1947 yılında, komünistler, kabineden uzaklaştırılacaklardı ve bürokrasi içindeki komünist yandaşları için de yol gözükecekti. Her ne kadar ortalıkta gözükmese de, bu operasyonun gerisinde Beyaz Saray vardı. Aynı yıl, iktidarın en güçlü adayı olan komünistlerin yollarını kesmek için, CIA’nın ilk en büyük sınır dışı provokasyonu İtalya’da tezgahlanacaktı- ileride, sırası gelince kısaca dokunacağız... Bundan sonra da, yüzde 22’yi aşan oyları ile komünistler, Fransız Ulusal Meclisi’nde en güçlü guruplardan biri olarak kalmayı sürdüreceklerdi.
Bilindiği gibi, savaşın sonlarına doğru, Japonya’nın ve Nazi Almanyası’nın yenilgilerinin ardından kurulacak dünya da mali anlaşmaları şekillendirmek amacıyla, ABD’de, New Hampshire’de, Bretton Woods’da, 1-22 temmuz 1944 günlerinde Birleşik Devletler Para ve Finans Konferansı örgütlenmişti. Franklin D. Roosevelt, 44 ülkenin temsilcilerini toplantıya çağırmıştı... Ardından, savaşın bitmesine birkaç ay kala, Bretton Woods kararlarına uygun olarak Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası kurulacaktı. ABD, tek egemen olarak kalacağını hesapladığı yeni dünya düzeninde, uluslararası mali sistemi de denetimi altına almak, mali manipülasyonlarla egemenliğini perçinlemek istiyordu... Sözkonusu konferansın kararlarına göre, sabit değişim bedeli olacak ve bu sadece dolara veya altına göre belirlenecekti. Diğer para birimleri dolara bağlanmış oluyorlardı... Altın’ın onsu, 35 dolar olarak belirlenmişti.
Dördüncü Cumhuriyet, 1954- 55’de alevlenen Cezayir bağımsızlık hareketi ile sarsılmıştı. Fransa, 1956 yılında, Fas’ın ve Tunus’un bağımsızlıklarını tanımak zorunda kalmıştı ama, Cezayir’de acımasız kanlı bastırma operasyonlarını sürdürmekteydi. Burada, bazı fransız vatandaşlarına ait büyük mülkler, topraklar vardı, ve bu tipler ülkedeki tutuculuğun önde gelen kışkırtıcıları konumundaydılar... Baş kaldırıyı bastırma çabasındaki 500 bin kişilik Fransız ordusunun artan masraflarının ekonomiye vurduğu darbe, ülkeyi zayıflatıp ABD denetimindeki uluslararası mali sistemlere bağımlılığını arttırmakta idi... Aynı olay, ülke içinde de bir baş kaldırıyı, savaş karşıtı büyük gösterileri tetiklemişti... Hem ekonomik ve hem de politik dengesizlik yaşanmaktaydı. Fransız frangı, 1958 yılında diğer avrupa para birimleri ile birlikte tam değişim değeri kazanınca, ABD bankaları Fransız şirketlerine büyük borçlar vermeye başlamışlardı. Bu paralarla yeni moder amerikan makineleri alınıyordu. Amerikan şirketleri de risksiz olarak Fransız ve diğer tüm Avrupa şirketlerine yatırımlar yapabilir, bunların hisselerini satın alabilir duruma gelmişlerdi. Artık onlar dolarlarını rahatça fransız frangı ile değiştirebilirlerdi. Bu gelişme, Fransa’da, tüm Fransız şirketlerinin Amerikalıların eline geçeceği korkusunu tetiklemiş ve milliyetçi duygulara güç katmıştı...
Kısacası, yaşanan bu ekonomik ve poltik kaos süreci içinde, zafer alayı ile birlikte Paris’e girmiş olan Özgür Fransız Güçleri komutanı ve savaş sonrası ilk geçici hükümetin (1945- 46) başı ulusal kahraman General Charles de Gaulle (1890- 1970) yeniden göreve çağrılacaktı... De Gaulle, 1 Haziran 1958’de Ulusal Meclis tarafından başbakanlığa davet edilecek ve gerekirse halk oyuna (referanduma) sunulacak yeni bir anayasa hazırlamak dahil geniş yetkilerle donatılma garantisi O’na verilecekti. Sonuçta, 28 Eylül 1958’de gerçekleşen referandum ile başkanlık sistemi getiren yeni anayasa yüzde 83’lük oy çokluğu ile yürürlüğe girecekti. Böylece, -halen sürmekte olan- Beşinci Cumhuriyet’in temelleri atılmış oluyordu... De Gaulle, kurduğu Yeni Cumhuriyet İçin Birlik partisinin başında Kasım 1958 seçimlerine girecek ve Ulusal Meclis’te çoğunluğu elde edecekti. Solda olan partiler bu seçimlerde önemli miktarda oy yitirmişlerdi... Aynı yılın Aralık ayında -büyük yetkilerle donanmış olarak- yedi yıl için ülkenin cumhurbaşkanlığına seçilecek olan De Gaulle’in cumhurbaşkanlığı 8 Ocak 1959 günü yürürlüğe girecek ve yeni hükümet O’nun tarafından atanacaktı.
ABD’nin Batı dünyasında kurmuş olduğu hegemonyaya başkaldıran De Gaulle, Fransa’yı eski güçlü günlerine döndürecek -ulusal bağımsızlıkçı- bir politikayı yaşama geçirmek için kolları sıvayacaktı. ABD’den ve bu ülkenin Avrupa’da eli olan İngiltere’den derin şüpheler duyan De Gaulle’nin tavizsiz politik çizgisi, Fransa’nın bağımsızlığını savunmak ve Fransa’yı güçlü önder ülke konuma yükseltmekti. O, Fransız-Alman birliğinin, ABD hegemonyasına yönelik mücadele de anahtar rol oynayacağına inanmaktaydı ve bu yönde harekete geçecekti. Ortak Pazar, 1959’da işlerlik kazanacaktı. Şüphe duyduğu İngiltere’nin Ortak Pazar’a üye olma girişimlerini, 1963- 66- 67 yıllarında üst üste üç kez protesto ile engelleyecekti. Başaracak gücü pek olmasa da O, Atlantik’ten Urallar’a dek güçlü bir Avrupa düşü kurmaktaydı. Bu amaçla, ABD hegemonyasındaki Batı tarafından “demir perde” olarak anılan “Doğu Avrupa” halk cumhuriyetleri ve Sovyetler Birliği ile bağımsız iyi ilişkiler geliştirecekti. ABD’nin muhalefetine karşın, Ocak 1964’de, Çin Halk Cumhuriyeti’ni resmen tanıyacaktı. Yine O, 1960 yılında Fransa’yı, atom bombasına sahip olan dördüncü büyük nükleer güç haline getirecek ve 1968 yılında Hidrojen bombası denemesini -ABD’nin yardımı olmadan- başarı ile sonuçlandıracaktı.
De Gaulle, Fransa’nın ekonomik gelişmesinin ve politik dengesinin prangaları olan ve yukarıda adları sıralı 12 Batı ve Orta Afrika sömürgesine 1960 yılında rahatça özgürlük verecekti... General Raoul Salan’ın komutasında bir gurup yüksek rütbeli subay, “Gizli Ordu Örgütlenmesi” (OAS) adıyla yasa dışı bir kuruluşa gitmişler ve Cezayir’de darbe girişiminde bulunmuşlardı. CIA ile dirsek teması içinde olduğu anlaşılan ve büyük toprak sahipleri tarafından desteklenen bu örgütlenme, Fransa’da terör eylemleri başlatmış ve -Cezayir’i özgür bırakmaya kararlı- De Gaulle’yi öldürmeye teşebbüs etmişti... De Gaulle, 18 Mart 1962 günü imzalanan Evian Anlaşması ile Cezayir savaşını noktalayacak, bu ülkenin özgürlüğünü tanıyacaktı.
NATO’nun askeri kanadından 1966 yılında ayrılan De Gaulle, aynı yılın Eylül ayında gerçekleştirdiği Kamboçya gezisi sırasında, Phnom Penh’de yaptığı ünlü konuşma da, ABD’nin Vietnam’dan çıkmasını isteyecekti. Yine O, 1956 Süveyş Krizi sırasında İngiltere ve İsrail ile birlikte Mısır’a saldırmış olan Fransa’nın bu politikasının tam tersine, 5- 10 Haziran 1967 Altı-Gün Savaşı’nın ardından, İsrail’i suçlayacaktı. İsrail’in, işgal etmiş olduğu Batı Yakası’ndan ve Gazza bölgesinden çekilmesini isteyecekti. Zaten O, savaş başlamadan üç gün önce, 2 Haziran 1967 günü, İsrail’e silah ambargosu başlatmıştı... De Gaulle, halkı Arap ülkelerle iyi ilişkiler geliştirme çabası içinde idi... De Gaulle, “Üçüncü Dünya Ülkeleri” olarak adlandırılan bloklar dışı ülkelerin birliklerini destekleyecekti. Latin Amerika ülkelerinin ABD hegemonyasına karşı mücadelelerine destek verecekti. Expo 67 münasebetiyle Temmuz 1967’de ziyaret ettiği Kanada’da, fransızca konuşan Québec (Kebek) bölgesinin -Kanada içinde- bağımsızlığına destek verecek, “Yaşasın özgür Kebek” diye konuşacaktı.
Dördüncü Cumhuriyet’ten De Gaulle yönetimine ekonomik yıkıntı miras kalmıştı. Önce, psikolojik bir darbe olarak, eski yüz frank, yeni bir frank ile değiştirilecekti. Ekonomi politikası, kapitalist liberal sistem ile iktisadi devlet kuruluşlarının karması üzerine kurulu idi. Yönetim, beş yıllık planlarla ekonomiye doğrudan müdahale edecek ve ikitisadi devlet kuruluşlarına ağırlık verecekti. Endüstri de modernizasyon ve devlet yatırımları ağırlık kazanacaktı... Fransız ekonomisi güçlenecek, ve 1964 yılında kişi başına ulusal gelir İngiltere’de olanla eşitlenecekti. Halkın tüketimi 1958’den 1969’a dek yüzde 56 artacaktı... Fakat bu süreç içinde, dünya da gelişen olaylarla birlikte, Mayıs 1968 olaylarının arifesinde, Fransız ekonomisinde problemler yaşanacaktı.
De Gaulle, 1965 yılında, ikinci kez yedi yıl için seçilmesinin ardından, aynı yıl, mali ilişkilerde doları anahtar konumundan çıkartıp savaş öncesi altın sistemine dönmeyi önerecekti. Ona göre, doların değişimde anahtar rolü oynaması, ABD emperyalizmine yaramaktaydı ama, altın tek bir ulusun üstünlüğüne hizmet etmeyecekti... İşte O’nun bu yaklaşımı, zaten De Gaule’den rahatsız olan Washington’un ve Londra’nın karşı saldırıya geçmelerinde başlıca etken olacaktı.
ABD’nin baskısı ile, -aralarında Fransa’nın da olduğu- on gelişmiş endüstri ülkesi, 1961 yılında, “Altın Havuzu” adlı ortak bir fon oluşturmuşlardı. Bunun idaresi Londra’da bulunan İngiltere Bankası’nda idi. Altın fiyatlarının onsunun 35 doların altında süreklilik kazanması üzerine olan anlaşma da, masrafların yarısını Amerikan Merkez Bankası, diğer yarısını da kalan ülkeler ve ek olarak İsviçre garanti etmişti... Anlaşılmış olduğu gibi, kurların sabit kalmasını sağlamayı amaçlamaktaydılar. Doların egemenliğine başkaldırmış olan De Gaulle yönetimi, Haziran 1967’de “Altın Havuzu”ndan çekildiğini açıklayacaktı. Amerikan ve İngiliz mali basını hemen karşı saldırıya geçecekti. Fransız Merkez Bankası, dolar ve sterlin stoklarını altınla değiştirmeye karar verecekti. Yaşanan panik ortamı içinde Londra borsasında 80 ton altın satılacaktı. Sterlin yüzde 14 devalüe edilecekti ve bu krizin başlangıcı idi sadece.
Kriz, 1968 yılında hız kazanacaktı... Yaşanan bir seri olayla birlikte, 1968 öğrenci olayları patladığında, kriz Fransa’yı da vurmaya başlamıştı ve aynı yılın sonuna doğru ülke altın rezervlerinin yüzde otuzunu yitirecekti... De Gaulle’nin politik sonunu getirecek olan Anglo-Amerikan karşı atağı başarıya ulaşmıştı.
İşçi eylemlerinde ekonomik talepler ön plana çıkmakla birlikte, öğrenci eylemlerinin başat nedeni ekonomik değildi. Öğrenciler, eğitim sisteminin, eski idari yapının değiştirilmesi taleplerini ön plana çıkartmaktaydılar. Başlangıçta polisin acımasız sert tavrı, ve De Gaulle’nin herhangi bir uzlaşmaya yanaşmaması, olayların büyümesinde başlıca etken olacaktı... Nantre Üniversitesi idari binasının birtakım müzisyenler ve 150 kadar öğrenci tarafından 22 Mart günü işgali, ilk protesto gösterisi olacaktı. Yönetim, polis çağıracak ve okul polis tarafından çembere alınacaktı. Taleplerini ifade ettikten sonra binayı terkeden öğrencilerin önderleri, okul disiplin kuruluna çağrılacaklardı.
Natre Paris Üniversitesinde yaşanan anlaşmazlık Mayıs ayı başında da sürecekti. Yönetim, 2 Mayıs 1968 günü bu üniversiteyi tatil edecekti. Bazı öğrenciler okuldan uzaklaştırılacaklardı. Bu durumu protesto etmek amacıyla Sorbon Üniversitesi öğrencileri, 3 Mayıs günü toplanacaklardı. Fransa’da en geniş öğrenci kitlesini temsil eden ulusal öğrenci birliği UNEF, ve üniversite öğretmenleri birliği, Sorbon’un polis tarafından işgalinin protesto edilmesi için 6 Mayıs Pazartesi günü gösteri çağrısı yapacaklardı, ve buna 20 bini aşkın öğrenci katılacaktı. Polis coplarla saldırıya geçecek ve bazı öğrenciler barikat kurma girişiminde bulunacaklardı. Ertesi gün, hocaların ve genç işçilerin de katılımları ile daha büyük bir gösteri örgütlenecekti... Ardından, 10 Mayıs günü bir diğer dev gösteri olacak ve bazı ajan provokatörlerin arabaları yakmaları, molotof kokteylleri atmaları, polise şiddetle saldırma fırsatı verecekti.
Aslında gösterileri desteklemeye pek hevesli olmayan, ve katılımcıları daha çok anarşist unsurlar olarak gören, ve sükunet tavsiye eden Fransız Komünist Partisi, polisin acımasız şiddetine karşı göstericilerden yana destek pozisyonu alacaktı. Ülkenin en büyük sol sendika federasyonu CGT ve CGT-FO, 13 Mayıs Pazartesi için bir-günlük genel grev ve gösteri çağrısı yapacaktı. Söz konusu 13 Mayıs günü Paris’te, yönetime karşı bir milyonu aşkın insan yürüyecekti. Başbakan Georges Pompidou, mahkumların serbest bırakılacaklarını ve Sorbon’un yeniden eğitime açılacağını bizzat anons edecekti. Fakat ertesi gün, 14 Mayıs’ta, Nantes kenti yakınlarında, Sud Aviation’da işçiler fabrikaları işgale başlayacaklardı. Ardında Ruen’de, Renault fabrikasında grev başlayacaktı ve bu hızla diğer Renault fabrikalarına yayılacaktı. İşçiler, 16 Mayıs günü 50 fabrikayı işgal etmiş durumdaydılar. Önce 200 bin, ardından iki milyon ve daha sonra sekiz- on milyon işçi greve gidecekti. İş gücünün 24 milyon civarında, çalışan işçilerin ise 19 milyon olduğu ülke de, iş gücünün yaklaşık üçte biri, çalışanların ise yaklaşık yarısı grevdeydi... Bazı kaynaklara göre, daha sonraki günlerde, grevde olanların sayıları tüm işçilerin üçte ikisine dek yükselecekti.
De Gaulle işçilere fabrikalarına dönme çağrısı yapacaktı. Sendikacılar, asgari ücrette yüzde 35, diğerlerinde ise yüzde 7 artış talebinde bulunacaklardı. Sosyal İşler Bakanlığı, 25- 26 Mayıs günlerinde sendikacılarla Grenelle anlaşmasını imzalayacak ve asgari ücretlerde yüzde 25, diğerlerinde ise yüzde 10 artış sağlanacaktı. İşçilerle ilgili sorun, her hangi devrimci politik bir dönüşüme yol açmadan, ücret artışları ile sonlandırılmıştı. Gelişmenin bu yönde olmasında sendikalar da önemli rol oynamışlardı. Fakat yine de işçi eylemleri sürmekteydi.
Öğrenci olayları kesintisiz devam etmekteydi. Fransa Öğrencileri Ulusal Birliği, 27 Mayıs günü, 30 ile 50 bin arasında bir öğrenci kitlesi ile miting örgütleyecek ve hükümetin devrilmesi gibi radikal talepler ileri sürecekti. Üç gün sonra, 30 Mayıs günü, solcu sendika federasyonu CGT önderliğinde birkaç yüz bin kişilik bir kitle, Paris sokaklarında yürüyecek ve “Güle güle De Gaulle!”, diye haykıracaktı.
Hükümetin devrilme aşamasına geldiğini gören De Gaulle, ertesi gün, sadık askeri birlikleri alarma geçirip mobilize edecek ve ardından radyo evine gidecekti. Radyodan Ulusal Meclis’i dağıttığını, yeni seçimlerin 23 Haziran günü yapılacağını ilan edecekti. Radyodan konuşuyordu, çünkü, TV çalışanları grevdeydiler. Konuşmasının ardından De Gaulle, işçilere, hemen işe dönmeleri emrini verecekti. Bu son gelişme, seçim haberi tansiyonu düşürecekti ve işçiler işlerine geri döneceklerdi.
Ulusal Öğrenci Birliği, yeniden sokak gösterileri çağrısı yapacaktı. Hükümet bazı ekstrem “sol” örgütlenmelere yönelecekti ve 16 Haziran günü polis yeniden Sorbon’a girecekti. Sonuçta, De Gaulle’nin ilan ettiği gün seçim olacak ve olay De Gaulle’nin istediği gibi sonuçlanacaktı. Seçimi kazanmış olmakla birlikte Gaullizm ağır darbe yemişti ve De Gaulle bir kez daha başkanlığa aday olmayacaktı. Yerine, başbakanı Georges Pompidou aday olacak, ve 1969 yılında Fransa’nın yeni cumhurbaşkanı olarak seçilecekti.
Aralarında dönemin sosyalist ülkelerinden aydınların da bulunduğu birkısım aydın, bu olaylar sırasında Fransa’nın devrimci bir durum yaşadığını ve Komünist Partisi’nin büyük bir fırsatı kaçırdığını hararetle iddia edeceklerdi. Bu konuda ateşli tartışmalar olacaktı. Doğru, bir ölçü de devrimci durum yaşanmış olmakla birlikte, bu kriz ne devrime yol açacak ölçüde derindi ve ne de krizi sosyalist devrime taşıyabilecek bir güç merkezi vardı. Fransız Komünist Partisi’nin örgütlü büyük bir parti olması, krizi, köklü değişiklikler getirecek bir devrime dönüştürmesine yetmezdi. Çünkü, özellikle silahlı kuvvetlerin dışında kaldığı böyle bir ulusal kriz devrime dönüşecek dinamiklerden yoksun olduğu gibi, uluslararası dengeler de böyle bir değişime uygun değildi... Bir kez, kalkışmaya katılanlar protesto olayında birleşiyorlardı ama, -aralarında gerçekten çok miktarda anarşist unsurların da olduğu bu kitle- herhangi somut bir politik değişim hedefi için aynı birliği koruyamazlardı. İş, var olanı devirip, yeni bir düzen kurmaya gelince, söz konusu protestolara katılanlar onlarca parçaya bölünürler ve devletin güçleri tarafından kolayca ezilirlerdi. Zaten o kadar olay içinde ölen kalan olmayacaktı.
Bir kez, Sovyetler Birliği’nin De Gaulle yönetiminin devrilmesinden bir yararı olmadığı gibi, böyle bir devirme işine yardımcı olmaya gücü de yetmezdi. Aynı yılın başında Sovyet yönetiminin Çekoslavakya’daki Dubçek iktidarı ile başı derde girmişti. Sovyetler Birliği, Varşova Paktı tanklarını Ağustos 1968’de bu ülkeye sokarak büyük prestij kaybına uğramıştı. Gerçi söz konusu işgal, bir anlama, 1967 yılında yaşanmış olan Altı-Gün Savaşı’na ve NATO planı çerçevesinde 21 Nisan 1967 günü Papadapulos önderliğinde Yunanistan’da gerçekleşmiş olan faşist darbeye bir yanıt olsa da, güçlü ABD propaganda mekanizmasının da etkisi ile Sovyetler Birliği çok zor durumda kalmıştı. Kendi derdi kendisine yeterdi... Uluslararası destek olmadan Fransa’da kimse devrim yapamazdı, ve ayrıca mevcut kriz böyle bir girişime kesinlikle uygun değildi.
Bir an için -birtakım aydınların şehvetli gevezelikleri ile uyum sağlayarak- söz konusu olaylar sırasında Fransa’da sosyalist devrime yönelen gelişmelerin başladığını farz edelim. De Gaulle yönetiminin devrilmesini en çok arzulayan ve belki gizli servis elemanları ile olayların içinde dahi yer almış olan ABD ve İngiltere, böyle bir gelişme karşısında, kesinlikle ve kesinlikle, gelmekte olan devrimi ezmek için ne gerekli ise onu yaparlardı. Bu konuda, komünistlerin iktidara gelmeleri durumuyla ilgili olarak, Fransa ve İtalya için çok daha önceden alınmış kesin kararları vardı... Mevcut koşullarda ABD ve İngiltere, NATO güçlerini de peşlerine takarak, Fransa içindeki sağ ve liberal güçlerle, ve ordu ile el ele, en ufacık bir ikircim göstermeden her türlü devrimci girişimi acımasızca ezerlerdi ve Sovyetler Birliği’de herhangi bir müdahale de bulunamazdı.
Söz konusu ezme işinin provası daha önce İtalya’da yapılmıştı... Ocak 1951’de ABD, NATO üyesi ülkeleri çok gizli bir anlaşma imzalamaya zorlamıştı. Üye ülkelerin kendi aralarında imzaladıkları bu anlaşmanın 5nci paragrafına göre, Komünistlerin seçimle iktidara gelmeleri, veya hükümetlerde önemli yerler elde etmeleri durumunda, ABD ve diğer NATO ülkeleri acilen müdahale edeceklerdi. Zaten, hazır NATO planı çerçevesinde -gizli NATO örgütlenmesi “Kontragerilla”nın veya Yunanistandaki adıyla “Kızıl Teke Postu”nun üyesi-Papadapulos önderliğinde 1967’de gerçekleşen darbe, yaklaşan seçimlerde merkez ve sol partilerin iktidara geleceklerinin anlaşılması üzerine yapılmıştı. Anlaşılmış olduğu gibi bu olay, söz konusu gizli NATO kararının yaşama geçirilmesinden başka bir şey değildi. Fransa için çok daha acımasız olacakları ise bir başka gerçekti... Tecrübeli İtalyan devlet adamı ve Hristiyan Demokrat Parti önderi Aldo Moro (23 Eylül 1916- 9 Mayıs 1978), ülkeyi politik krizden çıkartmak amacıyla Komünist Partisi ile koalisyon yapamaya hazırlanırken, aynı gizli anlaşma gereği, “komünistleri iktidara taşıyacağı” gerekçesi ile, İtalyan “Kontragerillası” olan “Gladio” örgütlenmesi tarafından ölüme yollanacaktı. Cinayet, “Gladio” tarafından denetim altına alınmış “Kızıl Tugaylar” adlı aşırı “sol” terör örgütüne işlettirilecekti.
Son bir örnek olarak. Yapısı Türkiye’de olana hiç benzemeyen ABD Genelkurmay Başkanlığı’nın (Joint Chief of Staff) ortaya çıkan çok gizli bir yazışmasında şu ifadeler yer almaktaydı: “İtalya’da ve Fransa’da komünistlerin güçlerinin kırılmaları, nihai hedeftir. Bu amaç uğruna her türlü araç mubahtır!” Söz konusu gizli karar, 1947 yılında İtalya’da yaşama geçirilecekti. İtalya’da 1948 seçimlerini komünistlerin kazanacakları kesinlik kazanmıştı. Bunu engellemenin tek yolu, iç savaş kışkırtmaktı. Ve Sicilya’da ayrılıkçı hareketi kışkırtacaklar, kaosa neden olacaklardı.
Olayların politik özünden tamamen habersiz biri olan Salvatore Guiliano’yu kışkırtarak “Robin Hood” rolünde sahneye süreceklerdi. Çetesi ile zenginleri soyup yoksullara vermek Guiliano’yu halk arasında efsaneleştirmişti. Bu konumu O’nun da çok hoşuna gitmekteydi. Sicilya -tam seçimler öncesi- Guiliano aracılığıyla istikrarsızlaştırılacaktı. Politik perspektiften yoksun Guiliano, 1 mayıs 1947 işçi gösterisine de saldırtılacak, ve bazı lokal komünist liderleri öldürecekti. Amaç, Guiliano’yu seven yoksul köylülerle işçilerin arasına kama sokmak, iç çatışma çıkartmaktı. Sonuçta alabildiğine ünlenmiş olan Guiliano, Sicilya’nın İtalya’dan ayrılmasını istemeye dek işi vardıracaktı. Söz konusu olaylarla halkın arasına korku salındıktan ve komünistlerin zayıflamaları sağlandıktan sonra, ne yaptığının bilincinde olmayan Guiliano’yu bizzat kendi adamlarından birine vurdurtacaklardı. Fransa için ise çok daha trajik olaylar yaşanabilirdi."
İşte bu gerçekliklerin arkasında Nato'nun hakimi olan Judaik-Amerikan-Anglo Sakson "silah-petrol-finans kapital" güçleri vardır. Bu güçlerin yazının başında değindiğim tekniklerle donattığı adına Gladio ya da ne derseniz deyin o organizasyonla yaptıkları hem ülkemizde hem de Avrupa'da ortadadır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki içinde-tabanında hep iyi niyetli inanmış unsurların motor gücü oluşturduğu hem silahlı sol yapılara hem de sağ diye dile getirilen milliyetçi ya da İslamcı yapılara bu perspektiften bakmak gerekir. Bu gerekliliğin ana nedeni o günlerden bugünlere yaşananlar ve yaşananların yarattığı sonuçlardır. Hiç bir silahlı sol hareketin başarıya ulaşması mümkün olmadığı gibi yaşanan her kaos ve iniş-kalkıştan sonra söz konusu Judaik-Amerikan-Anglo Sakson egemenliğe yarayan siyasal düzenlemeler hayata geçmiştir.
Doğu Blokunun çökmesiyle oluşan yeni ortamın nasıl olacağı da aslında 1980'lerden beri ilmik ilmik örülmüştür. Bugünden geriye baktığımızda Judaik-Amerikan-Anglo Sakson egemenlik '90 sonrası gelişecek yeni dünyanın nasıl şekilleneceğine dair tezlerini Amerikan Ting-tang'lerinde 1980'lerde adamakıllı üretmiş ve bu tezlerin hayata hızlıca geçmesi için algı bombardımanlarıyla Dünya halklarının hazırlık evresi işi de kotarılmıştır.
Saddam Hüseyin'e verilen destekle devam ettirilen İran-Irak Savaşı neticesinde ortadoğu'daki mezhepçilik ayaklandırılmış, Afganistan'da Amerikan üniversitesinden çıkmış Usame Bin Ladin adlı bir Suudi'ye cihadist bir yapılanma kurdurulmuş, Afrika'nın çeşitli yerlerinde iç savaşlar çıkartılmış, Türkiye 12 Eylül faşizmiyle ezilmiş, bu faşizm ve tarihteki ciddi sorunların da etkisiyle oluşan silahlı Kürt politikası hem TC'ye karşı koz olarak görülmüş hem de gitgide çembere alınmış, Irak işgali hazırlığına geçilmiş, Barzani'ye bağlı güçler Guam adalarına uçaklarla taşınıp eğitilip geri getirilmiş ayrıca 1991'de ABD tarafından Irak hava taşıtları için ilan edilen uçuşa yasak bölge sınırı 32. paralelden 33. paralelin güneyine indirilmiş, Yugoslavya'da iç savaş yaşanmış, çok sert politikalarla ülkeye hakim olmaya çalışan Rus yanlısı Miloseviç yönetimi Nato bombardımanıyla yok edilip, Yugoslavya yedi parçaya ayrılmış, ABD ve Nato yeni üslerini eski Yugoslavya'nın çeşitli yerlerinde faaliyete geçirmiş, Trans-Kafkasya'da yıllarca süren savaşlar yaşanmıştır.
11 Eylül ikiz kule sabotajından bugüne süren son dönem ise en ilginç dönemdir.
Büyük Orta Doğu projesiyle sonlandırılmak istenen bu son dönem kanaatimce Judaik-amerikan-anglo sakson egemenlerin ayağına dolaşmıştır.
Dönemin ABD Dış işleri bakanı Condoleezza Rice ve Savunma Bakanı (eski ABD Genelkurmay Bşk.'nı) Colin Powell idaresinde başlatılan BOP'un unsurlarının kontrol edilemeyecek duruma gelmesi, söz konusu egemenliğin BOP'tan dönemsel olarak çark etmesine yol açmıştır. Obama idaresinin bu dönemsel çark sürecinde kritik rol oynadığı açık. Ancak kritik rol Hillary Clinton'un görevine son verilerek eski Cumhuriyetçi John Kerry'nin Dış İşleri bakanlığına getirilmesi ve geçen seneki Beyaz Saray bütçesinin kongre tarafından Beyaz Saray memurlarının işlerine son verilmesine dek onaylanmaması yoluyla ana eksene çekildi. Bugünkü haberlerde yer alan ABD'nin Suriye'de Esad yönetimini devirmekten vazgeçmesi hususu bir küsür sene önce John Kerry'nin Londra'da yaptığı basın açıklamasıyla zaten olayları takip edenlerce biliniyordu.
Fransa seçimlerinin muhtemel galibi olacak eski IMF Bşk.'nı Dominic Strauss-Kahn'ın ABD'de başına örülen cinsel taciz belasıyla rezil edilmesi ve seçimlerde aday olamamasıyla Sarkozy iktidarı devam ettirilmek istenmiş ancak Hollande'ın galibiyeti engellenememişti.
Öte yandan geçen yıl CIA'nin Alman Şansölyesi Merkel'i dinlediği, Merkel yönetiminin de Tayyip Erdoğan'ı dinlediği ortaya çıkmıştı. Tayyip Erdoğan'ın başbakan iken ofislerinin dinlendiği de hepimizin malumu. Amerikan ulusal güvenlik kurumları NSA ve CIA'nin belgelerini Dünya'yla paylaşan Edward Snowden Rusya'da sığınmacı. Meşhur wikileaks belasını yaratan Julian Assange ise İngiltere'nin Ekvador Büyükelçiliği'nden çıkamamakta halen.
Kısaca Dünya'nın paylaşımı-egemenlik kavgası insanlığın bildiği ve kullandığı teknolojiden çok daha üst teknolojilerin kullanıldığı istihbarat savaşları üzerinden sürüyor. Algı operasyonlarıyla yaratılan istikrarsızlıklar ve kaoslarla oluşturulmak istenen konjonktüre karşı bir başka konjonktürel konsensüsün var edilmeye çalışıldığı ülkemizde ve çevre ülkelerdeki olaylara bakınca net olarak görülmektedir.
Çembere alınmak istenen PKK ile Ortadoğu operasyonunun bir adımı atılma aşamasındayken Abdullah Öcalan ve Turgut Özal'ın 1992 yılında savaşı durdurma iradesi bu çemberi kırmak istemiş, ardından bu atak 1993'teki Eşref Bitlis, Uğur Mumcu, Jitem yöneticisi Cem Ersever cinayetleri ve Bingöl'de sivil otuz üç Mehmetçiğin öldürülmesiyle ve alevlendirilen milliyetçi duyguların baskısıyla boşa çıkarılmış, sonrasında Abdullah Öcalan CIA operasyonuyla TC'ye teslim edilerek İmralı'ya hapsedilmiş ve hem Avrupa hem Kandil hem de Türkiye'deki legal Kürt politik güçleri Tel Aviv-Washington-Londra hattından kontrol edilir kılınmaya çalışılmış, TC ise bu plana MİT-Abdullah Öcalan işbirliği ile mukavemet etmeye çalışarak karşı durmuş, bu karşı duruş ta CIA merkezlerinden yönlendirilen Fethullah Gülen cemaatinin devlet içindeki uzantılarıyla sabote edilmiştir. Ülkedeki politik gelişmeler sabotajın başarıya erişemediğini kanıtlıyor. Ancak TC'nin projesinin de başarıya eriştiğini hala söyleyemiyoruz. Kıl köprü üzerinde yüründüğü aşikar.
Irak'ta başlayıp Suriye'ye kayan Işid vahşeti, Milli Güvenlik Kurulu'nun kararı ve bilgisi olmadan Suriye'ye gönderilmesi imkansız olan Mit tırlarının bir savcı ve bir jandarma üsteğmenince yakalanarak deşifre edilmesi, Rojava ve Kobani'de yaşananlar, 6-7 Ekim olayları, geçen yıl Lice'de bayrak indirme ve heykel dikme -herhalde o bölgeden sorumlu jandarma birliğinden habersiz değildir- olaylarına benzer provokatif olayların günlerdir Cizre'de sürüyor olması ve evvel gün Hakkari'de sivil polislerin gösterici gruba ses bombası atarak olayları kışkırtmak istediği yönündeki hadiselerin bizlere gösterdiği gerçek şudur: "Dünya'yı paylaşım savaşının tarafları arasına Türkiye de katılmış ya da katılmaya çabalamaktadır. Bu çaba imkan olan her girişimle örselenmek istenmektedir."
Bir an için konuyla alakasız gibi görünen Charlie Hedbo olayını 1968 Paris ayaklanması bağlamında düşünelim:

"Fransa'daki Charlie Hedbo katliamı aslında Fransa devletine ve toplumuna yapılmıştır. Ülkesinde Afrika ve başka coğrafyalardan milyonlarca müslümanı barındıran Fransa'da müslümanlara göre İslam'a hakaret niteliğindeki karikatürlerin provokatif özelliği kullanılarak yaratılan katliam kaosuyla hem Fransız halkında müslümanlara yönelik nefreti büyütmek hem de devletin bu halklar üzerindeki baskısını arttırmak suretiyle yeni sansasyonel olaylara yol açmak amaçlanmıştır. Bu amacın elbette Fransa üzerinden tüm Avrupa'da hedeflenmekte olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Saldırganların ölü ele geçmesi, soruşturmayı yürüten polis amirinin şüpheli intiharı, kadın militan Hayat'ın Fransa'dan kolayca ayrılabilmesi, Hollande'ın Paris'teki yürüyüşe Netanyahu'nun katılmamasını istemesine rağmen İsrail Devlet Bşk.'nın yürüyüşe katılması, o gün ABD Savunma Bakanı Paris'te olmasına rağmen ABD'nin yürüyüşte Büyükelçi düzeyinde temsil edilmesi kamplaşmanın De Gaulle dönemindeki gibi bir kamplaşma olup olmadığını sormayı zorunlu kılıyor. Çünkü Işid, "Suriye'de tampon bölge" ve Esad konusunda Türkiye'nin uluslararası zeminde dile getirdiği tezlere Batı Avrupa kampından destek veren tek yönetim Hollande yönetimiydi. Ayrıca iki senedir kah ABD firmaları, kah Çin firmaları derken Ulusal füze sistemi ihalesinde TC'nin yüzünü Fransa'ya çevirmesi ve Fransa'nın ortak üretimi kabul eden tek ülke olması ve üzerine İsrail'in tüm karşı çıkışlarına rağmen Fransa'nın Filistin'i tanıma prosesine alan ülkeler içinde yerini almasıyla yer yüzündeki yarılma elle tutulur gözle görülür hale gelmiş oluyor.Soğuk savaş döneminde (dümeninde) Silahlı sol örgütlerce zaafiyete uğratılıp sıkıştırılan ülkeler bugün selefi terörle sıkıştırılmak, zaafa ve kaosa bu yolla itilmek istenmektedirler. Bilhassa Charlie Hedbo'dan sonra Avrupa'da Judaik-Amerikan-Anglo sakson egemenlik dışında hareket edecek ülkelerin hangileri olacağı, Fransa'nın 1968'deki gibi boyun eğip eğmeyeceğini ilerleyen günlerde hep birlikte göreceğiz."

14 Ocak 2015 Çarşamba

KANAYAN YARAMIZ METİN GÖKTEPE

Bundan 19 yıl önce ben henüz genç bir lise öğrencisiyken politik kimliğimi bulma çabası içinde kendimle ve etrafımla cebelleştiğimde tanıdım Metin abiyi. Her toplumsal olaya koşar, elinden düşürmediği makinesiyle Evrensel gazetesine haber yetiştirirdi. Tanıştıktan beş altı ay sonra Eyüp'te stadyumun içine alınıp dövüle dövüle öldürüldü o zamanın anlı şanlı polisleri tarafından.
Asla unutmam, Mehmet Ağar emniyet genel müdürüydü. Feci günlerdi. Çok acı olaylar yaşandı, yaşadık. Arkadaşlarımız nedensiz cezaevlerine atıldı, öldürüldü. Ben de kendi payıma o dönem kötü şeyler yaşadım.
Metin abim... Metin abiyi dövdükçe Ağar'ın polisleri, hepsi vatan kurtardığını, kahraman olduğunu düşünüyordu, eminim. Halbuki o polisler de Metin abi gibi gariban, fakir, eşitsizlikler içinde büyümüş Anadolu çocuklarıydı. Düzen kendi tetikçilerini müthiş beyin yıkama yöntemleriyle öyle bir yetiştiriyordu ki. Resmi ya da sivil, ne farkeder...
Metin abi göz altına alınmadan tahminimce üç dört saat evel bir kaç muhabir arkadaşıyla çay içtiğimiz büfeye gelmişti. Ayak üstü sohbet ettik. Hep gülümseyen, etrafına hep iyilik saçan, kısa boylu ama hızır gibi genç bir adamdı.
Yanlış hatırlamıyorsam pazar günüydü. Ümraniye cezaevinde devlet güçlerince öldürülen iki devrimci tutuklunun cenazesi Alibeyköy'den kalkacaktı. Hepimiz öfke doluyduk. Polis Eyüp'ten Alibeyköy'e giden yolları kesmişti. O gün polisler cenaze merasimine izin vermek bir yana, katılanları coplaya coplaya göz altına aldılar. Ben hızlı bir koşucu olduğumdan kendimi kaptırmadım ve orada oturan hem de ülkü ocaklarına takılan bir arkadaşımın beni evine almasıyla kurtuldum. Hayatın cilvesi, o arkadaşımın babası da polisti. Fakat benim için ne onun babasının polisliği ne ülkücülüğü mühimdi. Biz arkadaştık. Ve o olaylarda kendisini, ailesini riske atarak beni göz altına alınmaktan kurtardı o arkadaşım. Bugün ne o arkadaşım o günkü fikirlerini sürdürüyor ne de ben 17 yaşımdaki gibiyim. Her şey geçip gidiyor, geriye kalanlar bunlar oluyor işte.
Metin abi maalesef gazeteci olmasına rağmen toplu göz altına alınanlarla beraber Eyüp stadına götürülmüş. Herkes bir güzel dayak yemiş ama ona muamele başka olmuş. Kafasına cop vura vura katletmişler. Hikayeyi bilirsiniz, "Duvardan düşüp öldü." Ülkemizde bu tür hikayeler çoktur. Vedat Demircioğlu da 1968'de Amerikan 6.filosunu protesto eylemleri sırasında İtü yurdunda pencereden aşağı düşerek ölmüştür, değil mi?
Metin Göktepe'nin öldürüldüğünü olaydan iki gün sonra öğrendim. Olayların ertesi günü yada ikinci günü Çanakkale'ye gitmiştim. Geri dönemedim ve düşündükçe hep üzülürüm, Metin abimin cenazesine katılamadığım için. Ne diyeyim. Rahat uyu abim. Rahat uyu...Vedat gibi, Deniz gibi, Sinan gibi, Mahir gibi rahat uyu. Bizler bu ülke gençliğinin kanına ekmek doğrayanları artık daha iyi biliyoruz. Rahat uyuyun hepiniz !

7 Ocak 2015 Çarşamba

CHARLİE HEDBO CİNAYETLERİNDEN SULTANAHMET'E, CİZRE'YE VE YEMEN'E

Bugün Fransa'da Charlie Hedbo dergisine yapılan iğrenç saldırıyı kınıyoruz. İnsanlık suçudur. Adicedir. Silahsız ve korunmasız sivillerin silahlı kimselerce öldürülmesi hangi dava adına olursa olsun soysuzluktur. Peki bu dergi neden böyle menfur bir saldırının hedefi oldu. 
Derginin keskin kalemli karikatüristleri ve yazarları bugüne kadar dünya dinlerini, politikacıları ve ünlüleri ifade özgürlüğü bayrağıyla ve politik açıdan doğru olma kaygısı gütmeden hedef aldı.
Charlie Hedbo dergisi oldukça saldırgan bulunan içeriği nedeniyle Fransız otoritelerince yasaklanan haftalık yayın Hara Kiri'nin ardılı olarak 1970'de yayın hayatına başladı. Charlie Hebdo, kendini sıklıkla karalama vakaları yüzünden açılan davalarla yasal süreçlerin içinde buldu. Ancak, asıl şimşekleri üzerine çekmesi yayınladığı Hz. Muhammed karikatürleriyle oldu. Tartışmalar, dergi 2006 yılının şubat ayında, Danimarka'da basılan iki Hz. Muhammed karikatürünü yeniden yayınladığında alevlendi.

Bir grup Müslüman Derneği Charlie Hebdo'ya bu karikatürler nedeniyle dava açtı. Derginin bu sayısı, normal satış rakamlarının çok üstüne çıkarak yarım milyona yakın satış rakamına ulaşmıştı.
Ne var ki bir Fransız mahkemesi, dergiyi Müslümanlardan çok teröristleri hedef aldığı gerekçesiyle haklı buldu.


Tunus'taki Ennahda'nın seçimlerden galip çıkmasının ardından dergi, 2011'de Şeriat Hebdo'su adıyla özel bir sayı yayınladı. Yayıncılar, sayının ‘misafir editörünün' Hz. Muhammed olduğunu ve ‘gülmekten ölmeyenleri 100 kırbaçla cezalandıracağını' yazdı.

Sayı raflardaki yerini aldığı gün derginin Paris Ofisi ateşe verildi. Fransız politikacılar derginin ifade özgürlüğünü savunurken, sayı birkaç saat içerisinde tükendi.

Gülmekten ölmeyenlerin 100 kırbaçla cezalandırılacağını yazan kapak

2013 yılının ocak ayında dergi Hz. Muhammed'in hayatını betimleyen bir karikatür dizisinin ilk bölümü olarak 64 sayfalık bir özel sayı bastı. Saldırıda hayatını kaybeden Charlie Hebdo'nun genel yayın yönetmeni Stephane Charbonnier bu diziye ilişkin, ‘Eğer insanlar şok edilmek istiyorlarsa, şok olacaklar' demişti.



Hz.Muhammed'in domuz burnu monte edilmiş resmi


Şok etme işi kuvveden fiile döndü ve İslam peygamberi domuz burunlu bir fotoyla derginin kapağına kondu. Bir topluluğun etnik, dini, kültürel, kimliksel kutsallarına bu kadar dışlayıcı, sert ve aleni yayını fikir ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmekle hakaret, küfretme ve aşağılayıcı olarak değerlendirmek arasındaki çizgi nedir? Bu tartışmaya girmiyorum. Değerlendirmeyi okuyucuya bırakıyorum. Sosyal medyada bir çok arkadaş profiline "Je suis Charlie" yazısı koyarak olayı protesto ediyor. Çok haklılar, daha fazlasını da yapmalılar.




Ama o zaman sormamız gerekir; bu haklı protestocu arkadaşlar 11.07.2008'de Amerikan Hava Kuvvetleri Afganistan'da düğüne giden bir araç konvoyunu bombaladığında ve 39'u kadın ve çocuk toplam 47 sivili katlettiğinde seslerini bugünkü gibi yükselttiler mi?


Yemen'de 35 kişinin öldüğü bombalı saldırıdan

Bugün Charlie Hebdo saldırısından bir kaç saat evvel Yemen'de polis akademisine kayıt için sırada bekleyen öğrencilerin yanında bomba yüklü bir araç infilak etti ve 35 öğrenci öldü. Ölüler Fransa'dan gelirse sansasyonel Yemen'den gelirse değil, böyle mi düşünmeliyiz? Neden kimse Yemen'deki adi, vahşi saldırından ve cinayetten de bahsetmiyor. Ölenler gariban Yemen'liler olduğu için mi?



Ümit Kurt
Dün Cizre'de 14 yaşındaki Ümit Kurt adlı bir evladımız yine ne olduğu belli olmayan -aslında bellidir, konuyu dağıtmamak için girmiyorum- olaylarda öldürüldü. Ve Sultanahmet'te ne amaç taşıdığı belirsiz bombalı saldırıda zavallı genç bir kadın kendi canına da kıymak suretiyle gencecik bir polisimizi öldürdü. Dünkü bu katliamlar da bugünkü Charlie Hebdo saldırısı kadar ilgi çekmedi. Neden? Küçük çocuğu babasız kalan gariban polisin canı, 14 yaşındaki Ümit Kurt'un ölü bedeni hatta canlı bomba yapılan vücudu parça parça olan o genç kadın Fransa'dakiler kadar kıymetli değil mi?




Fransa'daki menfur katliamı anlamak için Fransa'nın Cezayir'de yaptığı soykırımları, Afrika'da sömürgelerinde yaptığı insanlık dışı olayları bilmek gerekir. Bunları bilmeden bugün yapılan katliamı anlayamayız.
Son sözleri Fransa'nın ve Batı emperyalizminin adi politika ve katliamlarına karşı savaşmış büyük mücadele adamı ve düşünür Frantz Fanon'a bırakalım:
"Şiddeti adet edinmiş sömürgeci ve egemenlere karşı, mazlumların verdiği şiddet refleksleri, o toplumları tedavi eder. Ezilmiş halkı aşağılık kompleksinden, umutsuzluktan ve eylemsizlikten kurtarır; Onu korkusuz kılar ve öz güvenini tekrar kazanmasını sağlar."
Fakat Fanon'un şu sözü yukardakinden daha değerli, daha derin, daha sarsıcıdır:
"Sizi sömürgeleştiren yabancıların sizde yarattığı en büyük yıkım, zamanla sizin kendinize onların gözüyle bakmanızı sağlamalarıdır."
İşte Fanon'un bahsettiği "kendimize bizi sömürgeleştirenlerin gözüyle bakmak" hastalığı maalesef hala tam olarak tedavi edilememektedir. Zira hastanın tedavisi ancak ve ancak onun kendini hasta olarak kabul etmesine, hastalığıyla yüzleşmesine ve tedavi yollarını aramasına bağlıdır.




Dün ve bugün Cizre'de, Sultanahmet'te, Yemen'de, Fransa'da ölenlere rahmet diliyorum. İnsanlığın can çekiştiği dünyamız üzerindeki güç savaşlarının sorumlusu dün ve bugün ölenler veya öldürenler değillerdir. Bu katliamların failleri yeryüzünü bataklığa çeviren finans-kapital,silah ve enerji tröstleridir. Batı emperyalizmidir, siyonist hegemonlardır.