20 Temmuz 2014 Pazar

BİR DOSTUN DEYİŞİYLE "YÜZ YILLIK AYDINLIK" 19.07.2014





O kadar acayip bir haldeyim ki... Duygumun tarifi ne zor.

Belki biraz uzun olacak ama yazacağım, fotoğraflarını koyduğum şair-yazar İbrahim Dizman'ın kitabı elime geçince yazmam gerektiğine karar verdim. 

İsmini taşıdığım dedem Bedri Gider'in kalbi 1967'de bu Dünya'nın kirine, pasına, o dönemin ilişkilerinin bile bilhassa sanat ve politikadaki çıkar kaygısına dayanamaz. Kalp krizi geçirdiği İstanbul'da gözlerini kapar hayata .



Ben çocukken babama "dedem nerede" diye sorduğumda "yurt dışında, gelecek" derdi. Biraz büyüyüp dedemin yaşamadığını anladığım zaman dedemin hiç bir zaman gelmeyeceğini görüp ne kadar üzüldüysem, babamın benim üzüntümü geciktirme, o çocuk kalbimi zedelememe çabasını da o halimle anlayıvermiştim.



Dedem 1921'de Çanakkale'nin Biga ilçesinde doğmuş, '93 harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşının kaybedilmesiyle Bulgaristan'nın Filibe (Plovdiv) şehrinden Anadolu'ya dönen kökü Konya'ya dayanan bir ailenin çocuğu.

Babası İsa Gider Osmanlı'nın son döneminde İstanbul'da Fatih medresesinde din eğitimi aldıktan sonra memleketinde Cami hocalığı yapmaya basladığı esnada çıkan I.Dünya Savaşına asker olarak katılıp Yemen, Süveyş, Filistin cephelerinde savaşmıs bir gazi.


Dedemin ismi, dolayısıyla benim ismim nereden geliyor?

( Bu yazacaklarımı babama bizzat dedesi İsa Gider anlatmış, bana da babam anlattı. )



Dedemin babası olan bu dervişane zat İsa Gider Süveyş cephesinde savaşırken İngilizlere esir düşer.



Altı ay Kahire'deki esir kampında kalıp bir yaz gecesi kamptan kaçar. İngilizlerin hakimiyetine geçen Mısır'dan bir yolunu bulup Filistin'e kadar gider. Orada hala diri halde savaşan bir Osmanlı ordu birliği bulur. Birliğe katılıp sıcak savaşa devam eder. Bir gece yarısı İngiliz birlikleri baskın yapar ve mühimmatı tükenen askerlerimiz süngü savaşına geçer. İşte o kan revan içinde dedemin babası olan İsa Gider savaş alanında Yemen Cephe'sinde komutanlığını yapmış olan çok sevdiği Kolağası (yüzbaşı) Bedri Bey'i yerde iç organları paramparça bir vaziyette bulur. 




Bedri Bey son nefesini vermemiştir daha. Asker İsa sevgili komutanını sırtına alıp yaşatabilme ümidiyle taşımaya çalışır. Oysa nafiledir bu çaba. Kolağası Bedri Bey'in belki bir kaç dakikalık ömrü kalmıştır, son sözlerine şöyle başlar Bedri Bey: "Ben yaşamam. Kaç kurtar kendini, sen de ölme. Yaşarsan savaşmaya devam edersin. Bir asker vatan kurtarır bazen. Bırak beni."

Büyük dede İsa komutanını bırakmamakta direnince Kolağası Bedri Bey'in ağzından son olarak şu kelimeler dökülür :"Beni çok seviyorsan, oğlun olursa ona ismimi ver. Bırak beni."

Ve Bedri Bey İsa dedemin kucağında canını verir.

Savaş 1918'de biter. Mondros antlaşması neticesinde silahlar teslim edilir, tüm birlikler dağıtılır. Yıllarca yüz binlerce ölü verilen topraklar yüz binlerce gazinin, sakat askerin acısı eşliğinde terk edilir.

Asker İsa Beyrut'tan bindiği bir gemiyle Girit'e, oradan da Çanakkale'ye, memleketine gelir. Evlenir ve 1921'de doğan ilk çocuğuna kucağında şehit olan komutanının adını verir: Bedri !


O sıralarda başlayan Yunan işgaline karşı İsa dede tekrar cepheye koşar, bu sefer Kuvay-i Seyyare saflarında. Aylarca Yunan ordusuna karşı dağlarda gerilla savaşı verirler. Önceki muhaberede olduğu gibi yine yaralanır.


( Babam büyük dede İsa Gider'in vücudunda beş altı yerde mermi yarası olduğunu anlatmıştı. Tedavisi için yaralı olarak İstanbul'a nakledilmiş savaşın sonunda.)

Savaş sonunda Yunan ordusu kaybedip çekilir. O da savaşın bitiminden bir kaç ay sonra 
iyileşip yattığı hastaneden geri döner memleketine.

Doğumda gördüğü oğlu Bedri'yi iki sene sonra ilk kez kucağına alacaktır.

İşgal edilmiş bir ülkenin kurtarıldığı günleri izleyen belki de en mühim yaşam kavgasının verildiği o atmosferin heyecanı içinde büyüyen dedem Bedri'nin belirgin özelliği gördüğü haksızlık karşısında haklının ve zayıfın yanında tavır alması, sözünü sakınmamasıdır.

Balıkesir öğretmen okuluna kaydolur. Edebiyata ilgilidir. Donanma davasından tutuklu Nazım Hikmet'in şiirleri gelmektedir okula gizli gizli. Nazım'dan çok etkilenir, şiir yazmaya başlar.






Muazzam bir bağımsızlık savaşının kazanılmasıyla kurulan Cumhuriyetin süreçte yarattığı haksızlıklar; mücadeleye silah taşıyan Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz'de katledilmesi, Kurtuluş Savaşına fikri ve fiili destek veren Nazım Hikmet ve Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın hapse atılması ve Toprak mülkiyetindeki derebeyleşme onu sosyalizmle buluşturur.

Okuduğu okulda başlattığı hareketle sosyalizmi benimsemiş bir öğrenci grubu oluşturur. Gizli bastıkları dergiyle hem sosyalizm propagandasını hem de toplumsal sorunları konu alan edebi çalışmaları duyurmaya çalışır arkadaşlarıyla. Okul idaresi bir ihbarla durumu öğrenir. Dedem ve bir kaç arkadası bir daha hiç bir okula kabul edilmemek üzere okuldan atılırlar. Onun için büyük bir yıkımdır bu. İdeallerine giden yollardan en önemlisini yitirmiştir. 



Memleketine dönen Bedri'nin cami hocası olan babası İsa ile ilişkisi bu anlattığım sebeplerle bir müddet kötü gider.


Dedem Bedri o dönemde edebiyata bilhassa şiire gömülür iyice.


Yurt sevgisi, ezilenlerin hikayeleri sorunları, köylülerin hayatları, isyanları ve aşkları üzerine şiirler yazar.


Devletin takibatı ve baskısı sebebiyle gitgide yasadığı yerde iyice yalnızlaştırılır. Kendisine kimse iş vermemekte, yazdıkları sansüre uğramakta, hatta dönemin gazete ve dergilerince çoğu zaman basılmadan iade edilmektedir. Ancak hiç yılmaz, köy enstitülerinden çıkan toplumcularla ilişkiye geçer. Fakir Baykurt başta olmak üzere ve İsmail Hakkı Tonguç'un diğer öğrencilerinden büyük enerji alır ve destek görmeye başlar. Bu ilişkileri sayesinde İzmir'deki bir matbaa ilk şiir kitabını basma cesareti gösterir : 
" Memleket Rüzgarları "

Şiirleri dönemin en prestijli dergilerinde yayınlanmaya başlar: Varlık, Yedi tepe v.d.


Ancak yasadığı yerde halkın çok sevmesine rağmen geçimini sağlayacak kadar bile bir imkan tanınmaz kendisine. Kimse iş vermez, açlıkla terbiye edilip yola getirilmeye çalışılır. Bölgedeki büyük tarım arazilerinin sahipleri ve zengin eşraf onu kendilerine mecbur kılmak için her şeyi yaparlar.

Ancak o inatla inandığı yolda devam eder. Borçlarla ve aileden aldığı paralarla "Şavk" adlı yerel gazeteyi çıkarır.

Bu gazeteyle kamu görevlilerinin zenginler lehine halk aleyhine yaptıkları hukuksuzlukları deşifre eder. İnsanların günlük sıkıntılarının çözümleri üzerine yazılar kaleme alır, Milliyet, Cumhuriyet v.b. bazı gazetelerin bölge temsilciliğini yapmaya başlar ve yaşadığı yerle ilgili önemli haberlerin ulusal basında yer almasını sağlar. Artık çok tehlikeli hale gelmiştir.

Bir gün durup dururken İstanbul'a yerleşmeye karar verir. Babam Müjdat Gider'in İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazanmasını bahane eder. Tüm aileyi alıp İstanbul'a gelir. Bence ailesini koruma gayesiyle... Bir müddet Disk'in nüvesini oluşturacak bir işçi dergisinin yayın yönetmenliğini yapar ve "Şoförün sesi" adlı bir derginin de çıkarılmasını sağlar, bir kaç ay bu derginin baş yazarı olur.







O dönem çok sevdiği öğretmen arkadaşı Mehmet Cimi ile yayınladığı "Sosyal Şiirler Antolojisi" ile toplumcu şiirin ülkemizdeki örneklerini bir araya getirir. 


 Yapıtın ön kapağına fırından ekmek çalarken yakalanan Anadolu'dan İstanbul'a göç etmiş köylü bir aileye mensup iki çocuğun karakolda çekilmiş fotoğrafını basar.








Arka kapağa ise elbiseleri ve çarıkları parça parça olan fukara iki ihtiyar yörük köylüsünün fotoğrafı koyulur, Nazım Hikmet'in ölümsüz dizleri eşliğinde :


" Bilekler kan içinde, dişer kenetli, ayaklar çıplak
  Ve ipekli halıya benziyen bu toprak
               Bu cehennem, bu cennet bizim."










Ancak yaptın önsözü bunlardan da vurucudur :

  " Toplumsal şiir yiğit şiirdir, aydınlık şiirdir. Her türlü söz cambazlığından, söz ebeliğinden uzak şiirdir. İnsancıl düşüncenin, halktan yana oluşun güçlü ve gür sesidir. Çifter çifter diploması olanlarla, 'O topraktan öğrenip kitapsız bilenler' aynı tadı ve heyecanı duyar böylesi bir şiirden.

Derlediğimiz şiirlerin tümü bu türdendi. Edebiyat alanında ün yapmış fakat şiirlerinde bizim aradığımız nitelik bulunmayan bir kaç şaire sonradan yer verdik. 

Aslına bakarsanız onlar da toplumcudurlar. Şiirleri de güya toplumsaldır. Ama şiirlerinin toplumumuzla ilgisi ve ilintisi yok. 'Batı Avrupa' şiirinin tıpkısı.Yozlaşmış şiirin ta kendisi. Bu antolojide, okurlarımız yüzü aşkın dev soluklu bizim gibi olan, bizden olan şiirle 'Batı Avrupa' özentisi bir kaç şiiri karşılaştırma olanağını da bulacaktır."


Bu antolojide kendine ait iki şiire yer verir : 

Ocaklardan ağa konaklarına taş çıkaran Kara Halil'i anlattığı 'ZORDU TOPRAKSIZ YAŞAMAK' 











Diğer şiir ise yaşadığı ülkenin yer altı ve yer üstü zenginliklerinin küçük bir azınlığa peşkeş çekildiği düzene, kentlerde çalışan geniş halk yığınlarını en kötü yaşam şartlarına mahkum eden bu düzenin sahiplerine, emek hırsızlarına başkaldıran devrimci bir manifestodur :


                           'BİLİYORUZ' 









Şiirin sonunda Cançiğeğim dediği hayat arkadaşı, yoldaşı olan babaanneme şöyle seslenir:

 " Ver ellerini Cançiçeğim
                Halka gidiyoruz.
                     .
                     .
                     .
   O en büyüğe
                 En gerçeğe... "
          




Ardından çocuklar için yazdığı şiirlerini topladığı "Levent Kedi" basılır. 1950 ve 1970 yılları arasında Azerbaycan ve Bulgaristan'da üniversite öncesi ortaokul ve lise statüsündeki okullarda resmi müfredat dahilinde okul kitaplarında iki şiiri öğretici şiir kategorisinde yer alır. O şiirlerden biri olan "Herşeyde vatan" şöyledir: 

 " Dağ desem, taş desem                        
   Vatan.
   Kurt desem, kuş desem
   Vatan.
   Deniz desem, gök desem
   Dağ, bahçe, tarla, orman…
   Daha… Daha…
   Şu çevre, şu iklim, şu halı…
   Velhasılı,
   Her şeyde vatan."

İstanbul'un öğüten karmaşasındaki maddi kazancı bu şehre yetemez. Hasta amcam, üniversiteye başlayan babamın masrafları bile ağırdır onun için. Babam okula kaydolduğu ilk yıl mecburen Sirkeci'de bir kırtasiyede çalışmaya baslar.

Ve dedem Bedri Gider bu üzüntülerle 1967'de geçirdiği bir kalp kriziyle vefat eder.

Onu tanıyanların anlattıklarına göre hep neşeli, şakacı, temizlik ve giyimine kuşamına aşırı özenli, yardıma muhtaç herkese yetişmeye çalışan ve çok az uyuyan biriymiş.

Bütün bunları yazmama yukarıda fotoğraflarını paylaştığım kitabın yazarı sevgili İbrahim Dizman'ın bana yolladığı "Siz Bedri Gider'in yakını mısınız" sorusunu içeren mesaj sebep oldu.

"Torunuyum" diye cevaplayınca bu yazının başında fotoğraflarını gördüğünüz kitabın yazarı İbrahim Dizman Ordu'da geçen hayatını anlattığı 'Denize düşen dağ : Ordu'  adlı kitabından bahsetti ve dedemle ilgili böl
ümü bana mail yoluyla gönderdi. Okuyunca göz yaşlarımı tutamayıp hemen teşekkürlerimi bildirdim ve bana kitabını göndermesini rica ettim. Bu akşam elime ulaştı kitap. Dedemin adının geçtiği sayfaları dönüp dönüp defalarca okudum.

İbrahim Dizman'a uzun yıllara yayılı imrenilecek bir sabırla yerin fersah fersah altına gömülü bir maden damarını gün yüzüne çıkardığı ve bana yaşattıkları için sonsuz şükran borçluyum. Ne desem az gelir.

İbrahim Dizman'ın puslu bir camın ardından çocukluğunu anlattığı ve dedemin adını verip 'Memleket Rüzgarı' adlı şiirine de atıf yaptığı bir ömrün, bir dönemin, bir tarihin özeti olan şiirini hayatım boyunca koynumda taşıyacağım:




"                  bedri gider

      kar sesiyle buğulanırken camlar
      bir rumeli türküsü kerpiç odalarda
      Memleket Rüzgarı'nda bir yitik soluk
      çocuklar, çocuklar şimdi düşlerde

      kapanır usulca kapılar
      küçük bir gülüştür ekmek karneleri
      ışıtır ıhlamur kokan akşamları
         ince bir duman tüter abdal dağları'ndan
      akşam sevdadır
      akşam bir kadının elleri

      dalları yalnızlığa çıldırmış elma ağacı
      çiçekli fısıltılar aktarır geceye
      bir yeşil ışık düşer dal uçlarından
      soluk soluğa gelen şiirdir
      gençliğidir çiçekli yastıklara dökülen.   "


İsmini büyük bir onurla taşıdığım canım dedem rahat uyu.

Sana layık olmak neyi gerektiriyorsa onu yaptık, saşmadan yapmaya devam edeceğiz!




19.07.2014, İstanbul
Saygın Bedri Gider

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder