5 Aralık 2016 Pazartesi

CHP-FETÖ-HDP KISKACINDAKİ TÜRKİYE SOLU NEREYE KOŞUYOR?




Kemal Kılıçdaroğlu'nun 03.12.2016 günü Adana'daki başkanlık sistemi aleyhine ilk mitinginde sarfettiği sözler gerçeği dramatik bir biçimde gözler önüne sermiştir. Türkiye'de ulusalcılığın(korumacı merkezi devletçiliğin) -uzun bir zamandır- sözde temsilcisi olan CHP'nin başkanı şimdiye değin 'ulusalcılığa karşı sistemli bir savaş veren ve bu savaşta yeryüzünde akla gelebilecek her kesimle ittifak eden' son dönem fetö mensubu -Soros fonlarıyla gürbüzleştirilen- sivil/toplumcu yazar-çizer tayfasından tutuklulara' açıkça sahip çıkmış ve halkı bu sahip çıkış olayına motive etmeye çalışmıştır. 04.12.2016 günü ulusalcı kimliğiyle tanınan yazar Nihat Genç'in ilgi çeken provakatif karşı çıkışı sosyal medyada ciddi bir etki yapmış olup, bu tartışmanın açtığı kanalda kısa bir analizi gerekli gördüm.

Kemal Kılıçdaroğlu(Tesev), Selin Sayek Böke(Tüsiad Bilderberg), Erdoğan Toprak(F.Gülen'ci), Sezgin Tanrıkulu(PKK'nın CIA/Soros kanadı), Prof.Binnaz Toprak(Boğaziçi Üni. üzerinden Soros'un iç-dış örgütleri), Prof.Dr.Sencer Ayata(Müesses nizam'ın elebaşlarından Turan Güneş'in damadı-Odtü içindeki Soros grubu) gibilerin yönetimindeki bir çok fetö destekçisi milletvekili olan CHP bu durumdan bir an evvel kurtarılmalıdır. Şu an karanlık bir çete CHP'de işbaşındadır. Kaset darbesiyle tek aday olarak Kılıçdaroğlu'na başkanlık tepsisi bir yıl evvelinden sunulmuştur. Doğan Medya en az bir yıl boyunca Kılıçdaroğlu'na bazı istihbari yollarla ulaşan Akp aleyhine belgeleri canlı yayınlarda izlettirerek CHP içindeki darbeye zemin hazırlamıştır. Açın Kemal Kılıçdaroğlu'nun başkanlığına gelişinden önceki son bir senede Mehmet Yılmaz'ın, Rauf Tamer'in, Oktay Ekşi'nin, Bekir Çoşkun'un ve diğer yazarların yazılarını okuyun, hep bir ağızdan Kılıçdaroğlu'nu yazdıklarını göreceksiniz. Niyahetinde Tüsiad ve bağlı kuruluşlardan, Açık Toplum vakıflarından onlarca kişinin kurduğu TESEV kurucularından birisidir CHP Genel Başkanı. TESEV'in açılımı Türkiye Sosyal Etüdler ve Araştırma Vakfı'dır. Bu vakıf İshak Alaton'dan Cem Boyner'e, Boğaziçi Üni. mensuplarından Odtü mensuplarına, ünlü gazetecilerden duayen politikacılara bir çok kalantorun işlettiği küresel finans-kapital oligarşisinin merkezidir. Fethullah Gülen'i soğuk savaş sonrası Rusya'ya ilk götüren ve takdim eden kişi herkesin malum olduğu üzere Alarko Holding'in kurucusu İshak Alaton'dur. Kendisi defalarca bu cemaatin barış, kardeşlik ve huzur için çalıştığını söyleyegelmiştir. Üzeyir Garih'in öldürülmesi olayının da bu ilişkiler çerçevesinde değerlendirilmesi gerekiyor. Elimde zihnimdeki olguları birleştirmek dışında bir emareye ve delile sahip değilim ancak operasyonel bir cinayete kurban gittiğine eminim ve fail çatışan tüm cepheler olabilir.

CHP'ye dönersek; Türkiye Cumhuriyetini kuran parti hiç bir dönemde içinde halk temsilcilerini barındırmadığı gibi halk çocuklarının idamına el kaldırmış bir partidir. Bugün Kılıçdaroğlu'nun Deniz Gezmiş heykelleri açması ya da soldan soslu bazı kelamlar sarfetmesi tamamen bir tezgahtır. CHP'ye devam etmemiz için HDP'ye de değinmemiz gerek.

Bu tezgah ideolojik çizgide Hdp'de de oynanmıştır ve başarılı olmuştur. Benim şehadetim bazlı düşünürsek 2011'den itibaren açıkça Fetö'yle kol kola bir Hdp yönetimi izledik. Bu Bugün Tv, STV, S haber, Zaman, Taraf, Aksiyon adlı basın yayın kuruluşlarının son dört yıldaki yayınlarının incelenmesiyle hemen ortaya çıkabilecek bir gerçektir.

Apo'nun iki Nevruz'da PKK'ya silahsızlanma çağrısı yaptığı süreçte PKK silahlı bazı eylemlerle süreci sabote etmeye başlamış; Lice'de, sonradan Fetö mensubu subayların kontrolü altındaki kırsal bir bölgede Mahsum Korkmaz'ın heykelinin dikilmesi hadisesiyle, kalekol inşaatlarının yapılmasına karşı sivil itaatsizlik eylemleriyle(bu eylemler neticesi halkı galeyana getirmesi amacıyla bazı göstericilerin öldürülmesi de dahil), yine Lice'de Türk Bayrağının askeri birlik içindeki direkten sökülüp yere atılması olayıyla, Baraj ve Yol inşaat firmalarına saldırılarla çözüm süreci Apo'nun Nevruz mektuplarına rağmen baltalanmak istenmiştir. Hdp bu oyunun demokratik mağduriyet çığlığı olarak 'her renk, her cinsten kimlikçi solculuğun da' beslediği bir Washington-Brüksel-Berlin kurgusudur. Küresel neoliberalizmin aşırı demokrat ve sol görünümlü bir organizasyonudur ve esasta mikromilliyetçidir. Örgütün tabandaki kitleyi büyülemek maksadıyla putlaştırdığı bir 'Serok Apo' figürü üzerinden sürdürülen sloganik söylem sonuçları itibariyle TC'nin yol haritasını kabul eden Apo'nun çözüm sürecindeki tavrını Kürt politikasında yok etmiştir ve Kürt politikası içinde bu gerçeği dürüstçe ifade eden bir ses duymuş değilim. Bu yapı da aynen CHP'nin destek aldığı iç ve dış basından, akademiyadan, düşünce kuruluşlarından beslenmektedir. İsimler farklı olsa da arkadaki zihinsel birliktelik açıktır. Elbette gündelik politikada taraflar tabanların bağlılığını konsolide edebilmek için gizli karşıtlık yapmaktadırlar. Ancak bu gizli karşıtlığı bizce deşifre eden bazı görüntüler de subliminal mesaj yoluyla kamuoyuna iletilmiştir. Gezi olaylarında Atatürk ve Apo bayraklarını sallayanların ele tutuşmasını Selahattin Demirtaş'ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı kampanyasındaki görüntüler izlemiş, CHP'nin ve Kemalizmin sembolik kalesi İzmir'de Apo bayrakları, sarı-kırmızı-yeşil örgüt flamaları Türk bayraklarıyla birlikte dalgalanmıştır. Yukarda izah ettiğim üzere bu görüntülerdeki Apo TC'nin planında yol alan Apo değil, PKK'nın demokratik özerklik kalkışması için kullandığı 'Serok Apo'dur.' Bu görüntüler CHP'den HDP'ye kaymalar meydana getirip her iki tabanı 'Demokratik özerklik' menzilinde kaynaştırma sonucu da doğurmuştur. Ekonomik ve kültürel elitizmin merkezi sıfatıyla anılan Nişantaşı ve Cihangir solcularının(asla emekten ve sömürüye karşı olmaktan yana bir solculuk değildir) HDP'lileşmesindeki amaç ilerki günlerde HDP'ye tek başına barajı aştırmaktı ve bu taktik de başarılı olmuş, HDP genel seçimlerde MHP'yi de geride bırakarak barajı aşabilmiştir. Böylece pratikteki zafer ideolojik anlamda da bir zafere erişilmesine psikolojik zemin sunmuştur. 6-7 Ekim olaylarıyla başlayıp hendek-mayın savaşıyla kesin hedefe odaklanan Pkk'yı özgürlük isteyen meşru bir yapı olarak kabul edip devleti vahşi ve gayri meşru gören 'Akademisyenler bildirisi' herhalde 'akademik özgürlük' prensibine uygun sayılmamalıdır. Ancak pratikteki sözde zaferin ideolojinin üretildiği noktayla somutta yan yana gelişi bakımından önemlidir. Bu sözde zafer solu daha doğrusu solculuğu yani antiemperyalist emekçi siyasi eylem ve söylemciliği öyle iğdiş etmiş ve aşağılık bir zemine indirmiştir ki Amerikan bayraklarının dalgalandığı, Amerikan silahlarıyla donatılan Rojava'daki PKK/PYD varlığı sosyalizmin özerk bölgelerde inşa edilmeye başlanacağı bir sürecin öznesi olarak gördürülmüştür. Bu anlamda yine kemalizmin sembolü Cumhuriyet gazetesince Dünya'ya duyurulan Mit tırlarının -Amerikan bayrakları altında- 'sosyalist halk devrimciligini ve özgürlüğü' yok etmek isteyen, kafa kesen, ciğer yiyen bir meczuplar ordusu olan Işid'e silah sevkettiği iddiası, KCK davasında Fetö savcılarınca hedef alınan Hakan Fidan'ı ve onun üzerinden Tayyip Erdoğan'ı ikinci kez hedef alan iddialar olarak CHP-HDP tabanını birlikte hareket eder hale getirmiştir. Bu sayede 6-7 Ekim 2014'teki S.Demirtaş'ın ayaklanma çağrısı Batı'daki Avrupacı Nişantaşı-Cihangir solculuğunun popülaritesi sayesinde Türkiye toplumuna yedirilmeye çalışılmıştır ve burada da muhakkak ki dönemsel bir atak söz konusudur. Cumhuriyet Gazetesinin Kandil'e muhabir gönderip çözüm sürecini el altından baltalamaya çalışan PKK'yı çevreye duyarlı organik tarım yapan bir pembe özgürlük hareketi olarak CHP tabanına sunması gelişi güzel bir habercilik değildir. Bütün amaç Suriye'de geliştirilecek ABD mandası-uydusu özerk(!) Kürdistan'ı Türkiye'de oluşturulacak özerk Kürt bölgeleriyle birleştirmektir.

'CHP'deki Kılıçdaroğlu darbesi' halk çıkarına politika üretmeye açılabilecek parti tabanındaki ulusalcılığı ve bağımsız/yurtsever bir sol muhalefet imkanını sahte sol ağızla yok etmeye ve yukarıda izahını yaptığımız Türkiye'nin parçalanması hedefine yönelik bir operasyondur. Çözüm sürecinde Kürt sorununun Türkiye içi bir formülle bitirilmek istenmesi amaçlanmışken bu amaç küresel finans-kapital çetesinin rotasında reorganize edilen CHP, HDP ve AKP içinden bir takım kişilerin gizli ortaklığıyla zaptedilmiş ve devlet içindeki Fetö yapılanması bu zaptın bürokratik/adli ayağını oluşturmuştur. Yarısından çoğu Fetö mensubu subaylarca ele geçirilmiş Hava Kuvvetlerimizin Şırnak-Uludere'de devletimizle sözde anlık istihbarat paylaşımı yapan Amerikan güçlerince verilen istihbarata dayanarak silahsız köylüleri vurması resmetmeye çalıştığımız büyük planının en önemli adımıydı diye düşünüyorum.

Ben ne gazeteciyim ne savcıyım ne polis ne de hakim; amacım birilerini hayali suçlamalarla zan altında bırakmak değil. Okuduklarım, bizzat şahit olduklarım, duyduklarım, izlediklerimi birleştiriyor ve kafamda ortaya çıkan sentezi izah etmeye çalışıyorum. Hendek-mayın savaşlarıyla Suriye'deki kaosu Türkiye'ye taşımak isteyen ve bu plan dahilinde Türkiye'nin Doğu-Güneydoğusunu günün sonunda Suriye'deki Amerikancı Kürt koridoruyla birleştirmeye çalışan çok büyük bir örgütlenme ile karşı karşıya olduğumuzu kısaca anlatmaya çalıştım. CHP bu örgütlenmenin hizaladığı perspektifte yer alan gayri-sol ve Batı işbirlikçisi bir yönetime sahiptir. Bu somut gerçeğin CHP tabanınca çok iyi görülmesi gerekir. Hdp tabanının da bu kurguyu acilen anlaması icap ediyor. Şayet CHP ve HDP yönetimi söz konusu kurguyu kıran yurtsever bir çizgiye çekilemeyecekse, yani her iki partide de yönetim katındaki işbirlikçiler deşifre edilip tasfiye edilemeyecekse bu halde Türkiye sol-sosyal demokrat-sol kemalist seksiyonunu Türkiye'nin birliği ve bağımsızlığına koşturacak milli bir ittifak ihtiyacı vardır. Ülkemizin geleceğe ve gerçek bir bağımsızlığa bir bütün halinde taşınması için yaşamsal önemdeki bu ihtiyacı gidermeye yönelik bir kollektivizmin hayata geçirilmesi en öncelikli görev olmalıdır.

15 Haziran 2016 Çarşamba

DÜŞÜNCEYE KELEPÇE İLE ALLAH'I İDRAK MÜMKÜN MÜ?

İnsan kimsenin kalbini bilemez. Bir kişi beş vakit namaz kılıp, kalbi kötülük, haset, kıskançlık içinde de olabilir; hatta kişi namaz kılması karşısında her türlü hak yeme, tecavüz, riya içinde bile olabilir. Bu kişinin namazı sahte, zikri yalandır. Allah'a ibadeti göstermeliktir. Aşağıda değineceğim, Maun suresi bu durumu anlatır.
Kuran'a başvuracak olursak, Araf suresinin 179.ayeti şöyle der: "Andolsun ki, birçok cini ve insanı (yaptıkları yüzünden) cehennemlik kıldık. Onların kalpleri var fakat (hakkı) anlamazlar, gözleri var fakat (gerçeği) görmezler, kulakları var fakat (doğruyu) duymazlar. Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan da aşağıdadırlar. Onlar gaflet içindedirler."

Ben Araf 179'da anlatılanın 'namaz kılmayan hayvandır.' önermesini yapanlar için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani 'Biz sizin kalbinizi, niyetinizi biliyoruz.' diyor Allah...Ve kalbi kötülük, hak yeme, riya, tecavüzle dolu olanlar 'hayvanlar gibi, hatta ondan da aşağıdadır.' diyor. Böylece kişinin kalbini, niyetini, içindekini bilmeksizin -ve bunun beşer tarafından bilinmesi de mümkün değil- onun hakkında 'Namaz kılmayan hayvandır.' diyenler Araf suresinin 179. ayetine göre Allah nezdinde hayvandan da aşağıdadır. Bunu biz demiyoruz, ayetinde Allah açık açık söylüyor.

Şimdi bütün bu izahı Maun suresiyle birlikte değerlendirelim. Yüce Tanrı şöyle diyor: "Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle. Gördün mü o dine yalan diyeni? İşte yetimi itip kakan odur! Yoksulu doyurmaya teşvik etmez. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, Namazlarında yanılmaktadırlar. Onlar ki gösteriş yaparlar. Ve yardımlığı sakınır (zekatı vermezler)."
Allah'ın yarattığı en şerefli ve en sevdiği varlık olan insana bir madde-i mahsusa da belirtmek suretiyle hayvan dediği için Araf suresinin 179.ayetinde bahsedildiği üzere Allah'ın karşısında hesap verecek olanların namazı yani Allah'ı zikretmesi yalandır, gösteriştir. Araf suresinin 179. ayetinde anlatılan Allah'ın gadrine uğrayacakların salatı, zikri, tespihi Maun suresinde görüleceği üzere geçersiz ve hatta aleyhe delil kabul edilmiştir Allah tarafından.

İşte tüm bu anlatıdan sonra ortaya çıkan bir gerçek daha vardır. Malum şahıs 'Namaz kılmayan hayvandır.' dedikten sonra kamuoyunda bazı dindar, muhafazakâr, ehlisunnet görünümlü kişiler bu sözü dosdoğru savunmaları mümkün olmadığından vesilelerle, çeşitli dolambaçlarla bu kişinin lafının yanlışlığından da bahsederek 'ağız-dil sürçmesi, öyle demek istemedi, kafası karışmış' gibi üstü kapalı savunulara başvurduğu gibi, yine malum şahsı dosdoğru haklı çıkarmadan fakat dini bazı verilerle, hadislerle hatta çarpıttıkları Kuran yorumlarıyla yine üstü kapalı savunular içine girmektedirler.
Biz onlara sadece Kuran'la ve Kuran'ın verdiği istikametle cevap veririz. İşte Araf...İşte Maun sureleri...
Kuran'ın verdiği istikamet nedir? Doğruluk, dürüstlük, hak yememe, mala, cana, hakka tecavüz etmeme, her durumda adalet gözetme, zulme ve zalime boyun eğmeme, mazlum ve zayıfları koruma ve savunma, peygamberlerin de insan olduğunun idraki, böylece insanlar arasında Allah nezdinde bir fark veya insan olmasından kaynaklı bir üstünlük ya da aşağılık hali olmadığı hususları Kuran'ın verdiği istikametin en mühim olanlarıdır. Biz alim olan, yoğun emekle fikir yaratan herkese sonsuz saygı duyarız ve her şeyi okuruz. Ancak hiç bir insanın yazdığına Allah kelamı rolü veremeyiz, öyle kabul edilmesine de göz yumamayız. Bugünkü teknoloji ve diğer imkanlar tüm kaynakları elimizin altına vermiştir. O sebeple herkesin anladığı dildeki farklı farklı Kuran meallerini mukayese ederek okuması mümkündür. Beşerin yazdığına Kuran üzerinden bakılmasını sağlamalıyız. Kuran'a beşerin yazdığı üzerinden bakılması yanlıştır ve dolambaçlı yollarla üstü kapalı olarak malum şahsın 'Namaz kılmayan hayvandır.' sözünü savunanların en büyük eksiği bu yanlışın farkına varamamalarıdır. Allah ve sözü düşünceye kelepçe takılarak idrak edilemez. İdrak edilemeyen Allah Allah'sızlıktır; buradan çıkan müslümanlık Kuran'ın verdiği istikametin dahilinde değildir ve Kuran'ın yukarda belirttigimiz istikametini içselleştirmeyenler sahte bir müslümanlıkla İslam'a ve hak düşüncesine zarar vermekten başka bir şey yapmıyorlar, aynen 'Namaz kılmayan hayvandır.' diyen kişi gibi.

Son olarak Hac suresinin 18. ayetine müracaat edelim: "Görmedin mi, göklerdeki kimseler, yerdeki kimseler, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bütün hayvanlar ve insanlardan birçoğu hep Allah'a secde ediyor. Birçoğunun üzerine de azab hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa artık ona ikram edecek yoktur. Şüphesiz Allah dilediği şeyi yapar."
'Namaz kılmayan hayvandır.' diyen kişi bu mukaddes ayeti de inkar ediyor demektir. Zira canlı cansız her şeyin secde ettiği Allah hayvanları hakaret fiiline özne olsun diye yaratmamıştır. Hele ayetin şu cümlesi malum şahsın bugün yaşadığı şeyi anlatıyor: 'Allah kimi hor ve hakir kılarsa artık ona ikram edecek yoktur.' Bugün insanlara hakaret eden bu şahıs müslümanından ateistine, dindarından sekülerine büyük çoğunluğu üzmüş ve aynı şekilde tepki görmüştür. İşte ona ayette de anlatıldığı üzere ikram gösterecek de yoktur, olamaz.

1 Mayıs 2016 Pazar

MÜSLÜMANLIK NEDİR, LAİKLİKLE İLİŞKİSİ NASILDIR?




Alelacayip tartışmalar görüyorum, nutkum tutuluyor.

Yahu bre insanoğlu!

Müslüman olmak 1400 yıl öncesinin bireysel ve sosyal dinamikleriyle düşünmek ve yaşamak değildir, 1400 yıl öncesinin gelenek ve adetlerini hedeflemek değildir, 1400 yıl öncesinin aklını aramak değildir.

Müslüman olmak dürüst olmaktır, hak yememektir, zulme ortak olmamaktır, haksızlığa karşı çıkmaktır, başkasının özel alanına (canına, vücut bütünlüğüne, yaşamsal anlamda malına) tecavüz etmemektir.

Müslüman olmak senin özgürlük alanına kastetmediği müddetçe herkesin özgürlüğüne saygı duymak ve o özgürlükleri müdafaa etmektir. Müslüman olmak paylaşmaktır, kula kul olmanın karşısında durmaktır. Müslüman olmak kişinin yaratan ile arasına girilmesine engel olmaktır. Müslüman olmak hırsızlığa, soyguna, halkın ortak mallarının talan edilmesine karşı çıkmaktır.

Peki bu saydıklarımız nedir?

Evrensel insanlık değerleridir.

Yani sen yeryüzünün neresine gidersen git, bu değerleri savunup yaşatacaksın eğer müslümansan. Dilin, ırkın, öbür farklılıkların engel olmadığı gibi bir üstünlük vesilesi de değil.

Bakın kardeşim hep söylüyoruz; dinin iki yönü vardır. Birincisi kişinin kendi iç dünyasında Allah'a yönelimi. Buna teolojik tarafı diyelim. İkincisiyse yukarda saydığım özellik ve amaçları da kapsayan sosyolojik tarafı.

Bir insan bir başka insanın içine girip Allah'a yönelimini ölçüp biçemez. Bu sebeple kim inançlıdır kim değildir, eğer inanıyorsan bunu sadece Allah bilir.

Bu ne demektir?

Allah ile kul ilişkisi en özel, en mahrem, en ihlal edilemez ilişkidir. İslam'ın teolojik bakımdan güzelliği de burada zaten. İznik konsülünden çıkmış Hristiyanlık gibi yaratan ile kişi arasına bir aracı sokmuyor İslam. Hristiyan kişi tek başına dua edebilir elbette ancak Kilise'ye gitmesi ve ibadetini bir papazla gerçekleştirmesi mecburidir. Oysa İslam'da ibadeti, yani Allah'a yönelimi gerçekleştirmek için bir hocaya, bir alime, bir vesileye gerek yoktur. Hristiyan pazar ayinini evinde gerçekleştiremez ama müslüman tüm ibadetlerini evinde gerçekleştirebilir.

İznik konsülünden çıkmış o Hristiyanlık Roma imparatorluğu'nun iktidar aracı haline geldi ve Avrupa'yı yüz yıllar süren feci bir karanlığa sürükledi. Avrupa'nın o sahte hristiyanlıktan kurtuluşu üretim araçlarının gelişip, el değiştirip yeni ekonomik sınıfların doğmasıyla mümkün oldu. Laiklik bu şartlarda doğmuş olan kurtuluşun adıdır; Batı Avrupa üretim güçleri ve o güçlerin yarattığı toplumsallık 'karanlık katolik hristiyanlık iktidarından' laik devlet yapılanmasıyla kurtulmuştur. Yani kısaca üretim araçlarının gelişmesi sonucu iktidara ortak olan Batı Avrupa burjuvazisi karşısındaki aracı din sınıfının kökünü laiklikle kazıyabilmiş, devlet organizasyonundaki dini sınıfların egemenliği ortadan kaldırılarak seküler (dünyevi, insani, toplumsal) anlayışın egemenliği tesis edilmiştir. Ayrıntıya girmeden İslam'a dönelim.

Peki İslam'da nedir durum? Bakın püf noktasına geldik; İslam'da devlet anlayışı modern çağ terimiyle ifade edersek doğal olarak laiktir. Çünkü dini açıdan aracı yoktur ve aracıların iktidara ortak olması gibi bir pozisyonun olabilmesinin imkanı yoktur.

Hz.Muhammed'in başkanı olduğu devlet bugünkü ifadesiyle laik devlettir. Diğer inanç sahiplerinin kutsallarına dokunmayan hatta onları koruyan devlettir. Devletin o günkü toplumsal şartlar icabı yaşanan hayatın somut problemlerini çözmek için getirilen hükümlerle (ki bu kişi-yaratan ilişkisiyle yani dinin teolojik tarafıyla alakasızdır.) organize olması 'bugünkü çağcıl laik devlet' paradigmasıyla ters düşmez, çelişmez.

Peki bu çelişmeme durumu Ortadoğu'da ne zaman bozuldu?

Ne zaman ki İslam devletinin egemenliği halkın iktidarından azınlık iktidarına geçti, bahsettiğimiz 'İslam'ın laiklikle çelişmeme durumu' işte o zaman bozuldu. Dört halife devrinde İslam devleti başkanlığının seçim usulü nasıldı? Meşveret ve seçim usulü değil miydi? Öyleydi. Peki ne oldu; Emevi ailesi silah zoruyla ele geçirdiği devletin idare şeklini değiştirdi ve devlet başkanlığını soy'a bağladı. Halifelik yani İslam devletinin başkanlığı babadan oğula geçer oldu. Böylece 'bugünkü anlamıyla laik' devlet yıkıldı ve yerine halkın tebaa (devlete, kişiye ya da iktidara kul) olduğu, mülkün Allah'a (yani kamuya, tüm insanlığa) ait olmaktan çıkıp kişilere (bir azınlığa) ait olduğu bir devlet modeli hakim kılındı.

Yani sadece Allah'a kul olan müslümanlar laik İslam Devleti anlayışının yok edilmesiyle devlete kul, iktidara kul, azınlığa kul, kişilere kul haline getirildi.

Bunları şundan yazdım; yukarda müslüman kişinin benim algım ve anlayışıma göre nasıl olması gerektiği konusunda çeşitli tanımlamalarda bulundum. O tanımlamalardan birinin de müslüman kişinin günümüz koşullarında laik devleti savunan kişi olması gerektiğidir.

Laik devlet ile laikçilik aynı şey değildir. Müslüman kişi laik devleti savunmalı ancak laiklik üzerinden kurgulanan bu devleti ele geçirmiş ve iktidar araçlarıyla halkı modern tebaa haline sokmuş faşist azınlık hegemonyasıyla sonuna kadar mücadele etmelidir.

15 Ocak 2016 Cuma

YALANLARIN VE SAHTEKARLIĞIN TRAGEDYASI


MALUM BİLDİRİYLE PKK'YI AKLAYAN BİLDİRİCİ AKADEMİSYENLERE VE GEÇMİŞİN 'FAŞİST DEVLET' SLOGANINDAN KURTULAMAYAN, HAYATTAKİ DURUŞUNU SKOLASTİK BİR ZİHİNLE -BİLİNÇALTI VEYA BİLİNÇÜSTÜNDE- 'DEVLETİ YIKMAK' ÜZERİNE İNŞA EDENLERE SESLENİYORUM !

Devleti tanrılaştırmam, bir 'devlet fetişizmi' içinde olmam mümkün değildir. Devletin tüm erkleri ve koyduğu düzen bilakis hepimizce eleştirilmeli ve elbette sorgulanmalıdır. Ne için? Daha adil bir düzen için, refahın artması için, fırsat eşitliği için, gelir dağılımı adaletsizliginin son bulması için, yurttaşın haksız vergilerle ve banka-faiz tahakkumuyle ezilmemesi için, temel insan haklarının ve sosyal devlet prensibinin layıkıyla yaşanması için. Yurttaşlarına hizmetle mükellef devlet üstteki egemenlik mücadeleleri esnasında halka zarar verecek tasarruflarda da bulunabilir ve bizim görevimiz bu hallerde sorumlu bir duruşla haklı itirazları dillendirmeyi de kapsar.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluşundan bu yana kendi yurttaşına sayısız haksız uygulamaları olmuş bir devlettir. En çok da olağanüstü dönemlerde yani askeri darbe dönemlerinin öncesi ve sonrasında halkla devletin arasını açan insanlık ve hukuk dışı bir çok devlet uygulaması maalesef zihinlerimizden hala çıkmıyor. Ciddi kalıcı etkiler söz konusudur. Toplumsal travma bireysel travmadan daha zor düzelir. Bunu tüm ülke, yaşadıklarımızla biliyoruz. Bugün yaşadığımız savaş ortamının gerisinde muhakkak ki geçmiş uygulamaların kalın tortusu duruyor. Sokakta Kürtçe konuştuğu için jandarma çavuşundan dayak yiyen, geleneksel köylü kıyafeti olan poşiyle ve tütün tabakasıyla şehre geldiği için başındaki poşisine, elindeki tütününe, kıt kanaat geçindiği mezrasında davarına, sütüne, peynirine, arpasına, buğdayına zorla el konulan bir halktır Kürt halkı. On yıllarca devlet destekli şeyhler ve ağaların baskısı altında kimliksiz ve kişiliksiz bir hale getirilmeye çalışılmıştır. Evet geçmiş böyledir. Bu geçmişin neticesi de Pkk'dır hiç kuşkusuz.

Pkk çıkışı itibariyle suni bir örgüt değildir kısaca. 1984 Eruh baskınıyla kendini duyuran bu yapının halk içindeki meşruiyeti geçmişin bahsettiğim travmalarına dayanmaktaydı. Travmalar tarihi Cumhuriyetin kuruluş aşamasındaki isyanlarla başlar, 12 Eylül'ün faşizan uygulamalarına ve 1990'ların köy boşaltma ve faili meçhul cinayetlerle dolu karanlık günlerine dek sürer. 1980 darbe döneminin Diyarbakır cezaevinden çıkan soluğu Bekaa'daki Pkk kampında almıştır. Esat Oktay Yıldıran adlı cezaevi komutanın insanlık dışı rezilce işkenceleridir biraz da Pkk'yı Pkk yapan. Abdullah Öcalan geçmişin travmalarını militan kazanmak için yeterli görmesine rağmen 12 Eylül uygulamaları Pkk'nın kuruluşunu ve eyleme geçmesini çok daha kolaylaştırmıştır. Burada Lozan'dan, ilk Kürt isyanlarının sebeplerinden, 12 Eylül darbesinden, Pkk'nın istihbari bağlantılarından, Batı Avrupa ve Abd'nin ülkemiz ve Ortadoğu'daki Kürt sorununu nasıl kullandığından bahsetmeyeceğim. Ortadoğu'daki kaostan ve bu kaosu yaratan enerji kaynaklarının paylaşımı ile sevkiyatı meselesinden de bahsetmeyecegim. Bu maddeler muhakkak ki ülkemizdeki savaş ortamının tam olarak sebeplerindendir. 'Ulus devlet teorisi', 'Wilson prensipleri, Lenin'in teorileştirdiği 'Halkların kendi kaderini tayin hakkı' ilkesi, 'yeni emperyalizm tespiti', Sayspikot anlaşması, Musul-Kerkük problemi, Barzani gerçeği, soğuk savaş dönemi Arap devletleri, İşıd olayı, Suriye iç savaşı, Israil'in hedefleri, Iran-Suud çelişkisi, bölgenin tarihte/günümüzdeki jeopolitiği ve Dünya devlerinin enerji politikalarına da değinerek tahlil ve fikir cimnastiği gerektiren bu maddeleri başka bir yazıya erteleyelim ve sadete gelelim.

Akp iktidarı Oslo görüşmeleriyle deşifre olduğu üzere Pkk ile Mit üzerinden iletişime geçmiş ve 'çözüm süreci' adı altında çatışmasızlık dönemine girilmesini sağlamıştır. Bu dönemin aktörleri Mit Müsteşarı Hakan Fidan, Abdullah Öcalan ve Kandil'deki Pkk/Kck yönetimidir. Oslo görüşmelerinin başlangıç tarihi Eylül 2008'dir. Demek ki TRT 6 (Kurdi) kanalının yayın hayatına geçmesinden üç ay evvel başladı Oslo buluşmaları. Bu buluşmaların ana gündemini silahın ilanihaye rafa kalkması oluşturmuştur. Pkk temsilcileri görüşmelerde çatışma sürecinin devam etmemesi için bazı taleplerde bulunmuş ve Abdullah Öcalan'ın yol göstericiliğinin esas olduğunu deklare etmiştir. Pkk'nın en önemli talebi 19.10.2009'da, yani Oslo görüşmelerinin başlangıcından bir yıl sonra gerçekleşmiş ve bir grup Pkk'lı Habur sınır kapısından giriş yapmıştır. Sonrasını herkes az çok biliyor. (O zaman ki BDP bu olayı bir gövde gösterisine dönüştürerek siyasi iktidarı Türk seçmen karşısında zor duruma düşürmüştü.) Tam da bu noktada kritik bir hatırlatma yapmak isterim. Türkiye'de kırk yıldır Pkk terörü sebebiyle oğlunu, eşini, babasını kaybetmiş onbinlerce insan vardır. Hısımlarıyla yüzbinleri bulan insanlarımızın birebir canı yanmıştır. Buna rağmen halkımız 'Habur olayına da' 'akil insanlar heyetine de' ufak tefek olaylar dışında sert tepki göstermemiştir. Toplum yüzlerce yıllık kardeşlik mirasının gücünü ve çelebiligini her zaman olduğu gibi yine ortaya koymuştur.

Peki Pkk militanları Habur'dan ülkeye girerken Akp'nin o zamanki ortağı F.Gülen çetesi ne yapıyordu? Birinci can alıcı nokta burasıdır. Kck soruşturmasının Diyarbakır Başsavcılığı'nca başlatıldığı tarih 2009 yılının Mayıs ayı olduğuna göre Savcılık (daha dogru ifadeyle F.Gülen cetesinin hakimiyetindeki Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı) Oslo'daki görüşmelerden sekiz ay sonra süreci bozma girişimlerine başlamış gözüküyor. Evet Kck davası bir sabotajdır, aynen Ergenekon ve İzmir'de görülen Casusluk davası gibi. Kck davasıyla binlerce sivil Kürt tutuklanarak Pkk tahrik edilmeye çalışılmış, çatışmasızlık ortamı bozulmak çalışılmıştır. Pkk içindeki savaş yanlısı kanat Kck tutuklamaları başlayınca bunu sebep olarak tespit etmiş ve eylemlere başlamak istemiştir. Hatta bu davada sanık avukatı sıfatıyla görev yapmış biri olarak tespitim odur ki Kürt siyasetindeki ağırlıklı ekip tutukluların tahliyesinin gerçekleşmesini istememiş ve davayı içte ve dışta devlet aleyhine kullanmayı amaçlamıştır. Ancak Abdullah Öcalan'ın Mit'in yönlendirmesiyle yaptığı kritik müdahaleler ve açıklamaları Pkk'yı da dönemin Bdp'sini de kilitlemiştir. Zira Öcalan'ın da daha sonraki İmralı görüşmelerinde F.Gülen çetesinin darbe girişimini engellediğini toplantıda bulunan Bdp vekillerine ifade ettiğini biliyoruz.

Pkk içindeki savaş yanlısı hakim grup Öcalan'ın örgüt üzerindeki etkisinin zayıf olduğunu göstermek ve bu yolla Öcalan’ı etkisizleştirmek için çeşitli eylemler yapmış olup bu eylemlerin 'örgütün vahametini gösteren en mühim örneği' 21.09.2011'de Siirt'te gerçekleşti. Örgüt üyeleri polis otosu sandıkları bir otomobili roketle havaya uçurup okul mezuniyetinden dönen araç içindeki dört genç kadının ölümüne iki kadının ağır yaralanmasına sebep oldu. 23.09.2011 günü Kandil'den yapılan açıklamada olayın 'acı bir kaza' olduğu ifade edilerek eylemde ölenlerin ailelerinden özür dilendi. Bu eylem dışındaki sivil-resmi kişilere yönelik ölümlü saldırılar, iş makinesi yakma, yol kesme, kimlik kontrolü yapma, kalekol ve baraj inşaatlarını bombalama gibi onlarca eylemi saymıyorum.

Söz konusu eylemler Abdullah Öcalan'ın 2014 ve 2015 Nevruz'unda 'silahlı dönemin kapandığı ve sivil siyaset dışında başka bir yol olmadığına' yönelik mesajları ve öncesinde Kandil'e gönderdiği mektuplar sebebiyle Pkk içinde büyük tartışmalara sebep olmuştur. Öcalan'ın duruşu Pkk içindeki ayrılıkçı olmayan güçsüz grubun elini kuvvetlendirdiğinden Pkk'nın Kürt milliyetçisi olan ayrılıkçı kanadı roketli, mayınlı, hendekli eylemlere bir zamana kadar geçememiştir. İşte 'o zaman' imza attıkları bildiriyle Pkk'nın ilkel Kürt milliyetçisi olan ayrılıkçı kanadını temize çıkarmaya çalışan akademisyenlerin, Hdp'nin ve Hdp destekçisi olan 'aydın sıfatıyla boy gösteren karanlık kişiliklerin' koro halinde ifade ettikleri üzere Dolmabahçe'de masanın devrildiği an değildir. 'O zaman' Haziran seçimleri sonrasındaki zaman da değildir.

Pkk kurucusu Öcalan'ın 2014 ve 2015 Nevruz'unda örgüte yaptığı silahların gömülmesine yönelik çağrı aslında karşılığını hiç bir zaman bulmamıştır. Pkk'nın hakim olan ayrılıkçı yönetimi tarafından karşılığı varmış gibi davranılmıştır. Bu hem kendi militanlarına hem de Hdp'ye destek veren Akp ve Erdoğan karşıtlarına yönelik tamamen taktik bir davranıştır. Strateji ise Şengal dağına yapılan İşıd saldırısından başlamak kaydıyla ABD hava kuvvetlerinin de desteğiyle tüm Kuzey Suriye'de hayata geçirilecek 'sözde enternasyonal YPG direnişi' neticesi oluşturulacak alanla ülkemizin Suriye-Irak sınırında ele geçirilecek alanların birleştirilmesini amaçlamaktadır.

İşte ikinci can alıcı nokta da burada kendini ayan beyan gösteriyor. Biraz evvel de değindiğim üzere Hdp, Chp, bunlara bağlı yazar çizer taifesi, Türkiye'yi ihtar eden bildirici akademisyenler ve tümünün destekçileri ne demektedir: "çözüm süreci Dolmabahçe'deki mutabakatın televizyonlardan deklare edilmesini müteakip Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu mutabakatı tanımadığına yönelik ifadelerle son bulmuş ve TC'nin silahlı güçlerinin durağan olan Pkk'ya saldırısıyla savaşı devlet başlatmıştır."

Kronolojik olarak devam edersek daha kolay olur; Yalçın Akdoğan ve Sırrı Süreya Önder'in mutabakatı okuduğu tarih 28.02.2015'tir. Cumhurbaşkanı'nın bu mutabakatı tanımadığını ifade ettiği tarihse 20.03.2015'tir. 

Peki çatışmalar ne zaman başladı? 11.07.2015 günü Pkk şefi Murat Karayılan şu açıklamayı yaptı: "Çözüm süreci esas olarak sizin de çok iyi bildiğiniz gibi kamuoyu önünde açıkça yürütülen bir süreç Erdoğan'ın müdahalesiyle ortadan kaldırıldı. İlk önce Kürt sorunu diye bir sorun yoktur dedi, daha sonra izleme heyetine katılmıyorum doğru değildir, İmralı'nın itibarını artırır dedi. Daha sonra Dolmabahçe Sarayı'ndaki açıklama da doğru değildir dedi. Daha sonra da masa filan ortada yok dedi, yani her şeyi yok saydı. Oysa 22 yıllık bir emek var yani bu 93'te başlayan bir süreçti. Bu sürecin geldiği bir düzey var. Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan 10 maddelik açıklama düzeyi var. Her iki tarafın mutabık olduğu belge ilk kez kamuoyu önünde açıklandı. Şimdi tüm bunların yerle bir edilmesi ne anlama gelir? Çözümün bitirilmesi anlamına gelir, çözüm dolayısıyla bitmiştir, çözüm yoktur." İşte bu açıklamayla birlikte Pkk'nın mayın patlatma ve hendek eylemleri devreye sokuldu. Adına da 'devrimci halk ayaklanması' adı verildi. Temmuz ayından bugüne dek toplam altı aydır süren çatışmalar gösteriyor ki Pkk çözüm sürecinin şartı olan sınır dışına çekilme safhasına hiç geçmemiş, tam tersine savaşa hazırlanmış. Bu halde Cumhurbaşkanı'nın Dolmabahçe mutabakatını izale etmesinin sebebi de ortaya çıkmış oluyor. Ancak gerçek daha da geride durmaktadır.

Şimdi tarih tarih belirteceğim olaylar Pkk, Hdp ve destekçilerinin gerçek niyetini anlamak bakımından aklı ve vicdanı yerinde olan herkese yardımcı olacaktır.

Pkk'nın çözüm sürecinin son iki yılında gerçekleştirdiği eylemler ve yaşanan olaylar:

1) Mayıs 2014- Lice'de kalekol inşaatını protesto eylemleri başladı. 
2) 06.06.2014- Lice olaylarında iki kişi öldü. 
3) 06.06.2014- Tunceli ve Van/Çatak'ta Pkk militanları araçları durdurup kimlik kontrolü yaptı. 
4) 09.06.2014- Lice'deki 2.Hava Üs Komutanlığının Türk bayrağı direkten indirilerek göstericilerin çiğnemesi için yere atıldı. 
5) 13.08.2014- Lice merkeze dört kilometre uzaklıktaki bir mezarlığa Mahsum Korkmaz'ın heykeli dikildi.
6) 08.09.2014- Muş'un Bulanık ilçesine bağlı Çataklı köyü otuz Pkk militanı tarafından basılarak köylüler camiye kapatıldı ve on çocuk dağa kaçırıldı. 
7) 05.10.2014- Selahattin Demirtaş'ın çağrısı sonucu başlayan Kobani için ayaklanma olayları iki gün içinde ellibeş yurttaşın hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı. Olaylar A.Öcalan'ın çağrısiyla sona erdi. Hadise tarihe 6-7 Ekim olayları olarak geçti.
8) 24.10.2014- Pkk Kağızman'da hidroelektrik santrali bombalayarak ağır hasara neden oldu.
9) 25.10.2014- Yüksekova'da çarşı iznine çıkan iki uzman çavuş ve bir erbaş sivil ve silahsız oldukları halde kafalarına silah sıkılmak suretiyle öldürüldüler. 
10) 30.10.2014- Hava astsubay Necdet Aydoğdu 2.5 aylık hamile eşine meyve satın alırken Diyarbakir'ın Sur ilçesinde eşinin gözü önünde öldürüldü. 
11) 27.12.2014- Cizre'de Pkk'lılar Hüda-Par'lilara saldırdı, altmış yaşında bir Huda-par'li öldürüldü. Kolluk güçlerinin müdahalesiyle olaylar daha da büyüdü. Bir çok kamu kurumunda ağır hasar meydana geldi.
12) 29.12.2014- Cizre'deki olaylar Batman ve Yüksekova'ya sıçradı. Esnaf üç gün kepenk açamadı. Bir çok kamu kurumu hasara uğradı. 
13) 30.12.2014- Güneydoğu Genç İşadamları Derneği Başkanı Hakan Akbal Cizre olaylarında 'üçüncü bir elin' varlığından bahsetti ve amacın Suriye'deki çatışmaların Türkiye içine çekilmesi olduğunu söyledi. 
14) 07.01.2015- Cizre'deki çatışmalar artarak sürdü ve çatışma ortasında kalan ondört yaşındaki Ümit Kurt hayatını kaybetti. 
15) 19.01.2015- Cizre Emniyet Müdürü Ercan Demir geçmişte Trabzon Emniyetindeki görevi dolayısıyla Hrant Dink davası kapsamında tutuklandı.

Tarihlere bakılacak olursa bu eylemlerin gerçekleştiği tarihlerde Suriye tarafında da İşıd-Ypg çatışması söz konusuydu. Örneğin Lice olayları İşıd'ın Şengal baskınından iki gün sonra başladı. Yine Demirtaş'ın çağrıyla başlayan 6-7 Ekim olayları ve Cizre çatışmaları da Kobani'deki çarpışmaların en kızgın anında gerçekleşti.

Saydığım bu eylemler görüldüğü üzere Abdullah Öcalan'ın Pkk'ya silah bırakma çağrısı yaptığı iki nevruz arasında meydana gelmiştir. Ancak Pkk ve onun legalitedeki temsilcisi Hdp lafta bu çağrıya uydukları yönünde hareket etmiş olsalar da gerçek ve yaşadıklarımız böyle değildir. Demek ki devletin istihbarat kurumlarının verdiği bilgiler bir havuzda biriktikten ve seçimler -tüm partiler için- atlatıldıktan sonra 2014 yılının ortasında Pkk tarafından başlatılan şiddet olayları gerçek ifadesini Murat Karayılan'ın 'çözüm sürecinin bittiği' yönündeki 11.07.2015 tarihli savaş ilanında bulmuştur. Sözün özü şudur ki Pkk'nın milliyetçi-ayrılıkçı kanadı ABD tarafından Ypg'ye alan açılması konusunda mutabakat sağlandığı andan itibaren çözüm sürecini satmıştır. Ypg komutanı Polat Can'ın 14.10.2014'deki beyanı herhalde iki günlük bir ilişkiye dayanmıyor. Ne demişti Polat Can: "işıd'e karşı kurulan koalisyon güçleri idaresinde temsilcimiz var." Biraz daha geriye gidersek taşlar yerine daha iyi oturacak; Ahmet Davutoğlu Dış işleri Bakanıyken iki kez Ankara'ya davet edilen Pyd'nin lideri Salih Müslim Ankara'nın Suriye'ye ve Esad yönetimine yönelik işbirliği teklifini reddetmiş ve ABD Dış işleri bakanının değişmesiyle yeni Bakan Kerry'nin direktifiyle hareket etme yoluna gitmiştir.

Bütün bunlar olayları takip eden herkes tarafından çok iyi bilinmektedir. Silahların bırakılması ve sınır dışına çıkılması gerekirken Pkk tarafından 2014 yılının Mayıs ayından bugüne dek sürdürülen savaşın Suriye'deki çatışmalarla paralelliği olayın şifresini çözmektedir.

Ancak şer planı Kürt halkının desteği sağlanamadığı ve güneydoğudaki savaş konsepti Türkiye'nin Batısına taşınamadığı için çökmüş bulunuyor. Bu halde yaşananlar hendeklere-barikatlere sürülen çocuk yaştaki bilinçsiz gariban Kürt çocuklarının sonu olmayan çatışmalarda ölmesi ve içine sokuldukları girdapta masum polis ve askerlerimizin katledilmesinden başka bir şey değildir. Kürt siyasetini yönetenler bırakın Türkiye'yi, Kürt halkına ihanet etmişlerdir. Yalanları ve sahtekarlıkları 'hastalıklı sözde aydın' tahkimatıyla gerçek bir tragedyadır artık ve perde kapandığında geriye sadece halkımıza yaşatılan acılar kalacak ne yazık ki.

6 Ocak 2016 Çarşamba

YUGOSLAVYA İÇ SAVAŞINDAN ORTADOĞU KAZANINA VE CİZRE, SUR, NUSAYBİN HENDEKLERİNE

YUGOSLAVYA İÇ SAVAŞINDAN ORTADOĞU KAZANINA VE CİZRE, SUR, NUSAYBİN HENDEKLERİNE

Eski Yugoslavya'nın Kosova ve Makedonya da dahil dağılan her parçasını görmüş, o ülkelerin bir çok şehrinde kasabasında kalmış, onlarca insanla yaşadıkları iç savaşın sohbetini yapmış biriyim.

Savaş Hırvatlarla Sırplar arasında başladı ilk olarak. Bir grup giğer bir grubun düğün alayına saldırdı bir akşam. O kasabada başlayan olaylar kısa sürede tüm Yugoslavya'yı sardı.

Düşmanlık tarihi bazı olaylardan kaynaklıydı. Hırvatlar katolik, Sırplar ortodoks ve Boşnaklar müslümandır bilindiği üzere. Hırvatlar 1.Dünya savaşından önce dindaş/mezhepdaşı oldukları katolik Avusturya-Macaristan imparatorluğunun parçasıydı. Sırplar 18.yy'dan sonra ortodoks Rus imparatorluğu koruması altındaydılar. Boşnaklar ve müslüman Arnavutlar ise Osmanlı'nın bakiyesi idiler ve gözleri, gönülleriyle hep Anadolu'ya dönüklerdi.

1.Dünya Savaşı sonunda yenilen Almanya ve Avusturya-Macaristan Hırvatlar üzerindeki askeri-idari güçlerini yitirdiler. 1917 Bolşevik devrimi Balkanlara hemen eğilemedi. Yugoslavya 2.Dünya Savaşına dek 1.Dünya Savaşının etkilerinden kurtulamadı ve 2.Dünya Savaşı patlar patlamaz Hırvatlar mezhepdaşları olan Almanlarla hareket etmeye başladılar, Sırplarsa tarihi müttefikleri Ruslarla...Boşnakların bir kısmı komünizmin din politikası sebebiyle Almanlara destek verirken diğer kısmı genelde taraf olmamaya çalıştı, küçük ölçekte de olsa Sırplarla beraber hareket eden gruplar da çıktı.

Hırvatların 2.Dünya Savaşı esnasında kurdukları Ustaşa adlı örgüt Hitler ordularına karşı direnmeye çalışan Sovyet destekli Partizan'lara çok büyük zayiatlar verdi. Balkanlardaki dostlarımın anlattıkları kadarıyla kelle kesme, kadınlara tecavüz, çocuk kaçırmadan tutun her türlü vahşetin yaşandığı bir kapışma yaşandı. Ustaşa Hitler'in desteğiyle Sırplara büyük mezalim yapmıştı.

Ve Hitler kaybetti. 2.Dünya Savaşı sonrası kurulan Yugoslavya'nın efsanevi lideri Tito içeriye 'yaşananlar yaşandı ve bitti' diyerek kan davası güdülmeyeceğini söyledi ve bunu savaş yorgunu Yugoslavya'ya biraz da halkın takatsiz olmasi sebebiyle kabul ettirebildi. Tito'nun annesi sloven bir katolik babasıysa Hırvat'tı. Ama o gençliğinden beri komünistlerleydi ve Rus-ortodoks bir kadınla evlenmişti. Yugoslavya'yı Churchill ve Stalin'in desteğiyle federatif bir yapıya kavuşturdu. Tam bir denge adamıydı. 1950 sonrası 3.yolcular-bağlantısızlar hareketinin merkezinde yer almakla tarihin en önemli politik figürlerinden biri olmayı başardı. Avrupa'ya Rus'larla birlikte olmadığı imajını çok kuvvetli verdi. Ruslara ise tam tersini gösteriyordu, Avrupa'ya mesafeliydi ve asla Avrupa'dan destek almayacaktı. Bu denge politikası içinde kendi toplumunu kısa sürede bayağı ileriye zıplattı. Sanayiide hizli bir gelisim yasaniyordu. Yerli otomobil olan meşhur Yugo (Jugo) ülkenin her yerinde halkın kullanımına sunulmuştu. Yugoslav parası ülke dağılana kadar çok değerliydi. Kültür ve sanatta kısa zamanda çok önemli ilerlemeler sağlandı. Yugoslav pasaportu olan Dünya'nın her yerinde vizesiz giriş hakkına sahipti. Buna Amerika, Sovyetler ve tüm Avrupa dahil...Hepimiz eski Yugoslavya'nın efsane futbol ve basketbol takımlarını hatırlarız. Hatta çocukluğumuzda ABD basketbol takımına karşı hepimiz Yugoslavya'yı desteklerdik...Bize yakın oldukları için, buralı oldukları için...

İşte o Yugoslavya Tito'nun ölümüyle çok hızlı şekilde iç tartışmalara boğuldu ve eski defterler açılmaya başlandı. Unutulan düşmanlıklar heybelerden bir bir çıkarılıyordu. Aslında geçmişte yaşananlar hiç unutulmamıştı. Tito birleştirici baba rolünü başarmıştı belki, ama baba ölünce kardeşler unutmadıkları eski günleri hemen hatırlayacaklardı ve yukarıda bahsettiğim düğün konvoyuna saldırı iç savaşın kıvılcımı oldu. Sırplar Macaristan sınırındaki ormanlarda dedelerinin kafalarını kesen Ustaşa'ların torunlarından intikam için yeminler ediyorlar, paramiliter çeteler kuruyorlardı. İlk günlerde müslümanlara yönelik bir hadise yoktu. Ancak iş savaş öyle bir yayıldı ki, iç savaş sonunda müslüman Boşnaklar en ağır zaiyatı veren toplum olarak kaldı geriye. Bugün Bosna-Hersek'in neresine giderseniz gidin her yer sehitliklerle doludur. Mezar başlarında anaları, bacıları, eşleri görürsünüz ellerinde su şişelerle. Özenle sularlar şehitlerinin üstünde biten çiçekleri.

İnsan hakları şampiyonu modern Avrupa'nin gözleri önünde yaşanan Srebrenitsa katliamını kitaplardan okumakla o utanç beldesini yerinde teneffüs etmenin farkını ancak Srebrenitsa'ya gidenler bilir. Orayı gördüğümde içime kan oturmuştu. Bugün Sırplar ve Boşnaklar Srebrenitsa'da hala beraber yaşıyorlar, eğer adına yaşamak denirse. Birbirlerinin yüzlerine bakamayan yaşayan ölülerin kasabası dersem Srebrenitsa için, abartmış olmam. Öyle köyler gördüm ki, aradan yıllar geçmesine rağmen cenaze evi ruhundan çıkamayan yerlerdi çoğu. Yirmi yıl geçmesine rağmen gülmeyen insanların yaşadığı bir kısır ülke haline getirmişlerdi geçmişte bizim gıptayla baktığımız büyük Yugoslavya'yı.

Belgrad'da gece üçte masaya kapanıp hıçkırarak ağlayan Sırp Miroslav'ın Dubrovnik'teki doğduğu köye dönemeyiş hikayesini içim sızlayarak dinlemiştim. Annesi Hırvat'tı Miroslav'ın ve Sırp olan babasını çok sevdiğinden onunla Sırpların yaşadığı yere göç etmişti. Gittiği yerde Hırvat olduğu için Sırplardan eziyet gören bu kadının ve oğlunun acısını tahmin edebilir misiniz? Öte yanda Miroslav'ın babası dayılarına karşı savaşıyordu...Peki ne için? Delilik değil miydi bu? Herşeyi geçtik, Miroslav'ın suçu neydi?

Mostar'da Hırvatlarla Boşnaklar hala beraber yaşıyorlar. Selamlaşıyorlar, sohbet ediyorlar, birlikte is yapıyorlar. Arkadaşlar... Ama gördüm ki hepsinin içinde bir şüphe var. Yarın her şey değişebilir ve dün birlikte kahve içtiği Hırvat Josip'i öldürmek zorunda kalabilir Boşnak olan Ali. Ya da tam tersi...

Anlatabileceğim bir sürü olay-anı var zihnimden çıkmayan. Bütün bunları yazmak ve iletmek isteyişimin nedeni Ortadoğu'da kaynayan suyun altına odun atanları deşifre etmek...Ve elbette tarihsel-sosyolojik sebepleri de...

Yugoslavya iç savaşına baktığımızda gözümüze çarpan birinci sonuç dinsel farklılıkların büyük kapışmalardaki en büyük kavga sebebi olarak kullanılıyor olması. Aynı dile, dine ve etnik kökene mensup iki toplum olan Sırplar ve Hırvatlar mezhepsel farklılıkları ve buna bağlı aidiyetleri sebebiyle birbirilerinin geleceğini mahvettiler. Birbirlerini yerlerken Müslüman Boşnaklara da saldırdılar ve onulmaz acılar yarattılar.

Son İran-Suud gerginliğinde de benzer şeyler yaşanmaktadır. Arap olan Şii din adamı Şeyh Nemr'i asan Arap Selefilerin derdi onlarca parçaya bölünmüş Arap halkının yüz yıldır Rus, ABD ve Avrupa egemenliği altında uğradığı haksızlıkla savaşmak değildir. Aynı şekilde İran'ın derdinin de bu olmadığı çok açık. Zira İran yıllardır büyük şeytan dediği ABD ile Viyana'da kritik bir anlaşma yapmıştır. Öncesindeyse İran dış işleri bakan yrd. Abdullahiyan'ın gözden kaçan bir açıklaması vardır; Ahmedinejat döneminde İsrail devletine karşı hiç taviz vermeyen İran değişen denklemler çerçevesinde İsrail'e de dost eli uzatmış olup, Işid terör örgütüne karşı İsrail'le dayanışma içine girilebileceğini söylemiştir. Suud rejimiyse Aramko şirketi ve bağlı işbirlikleri çerçevesinde eskiden beri ABD güdümündedir. Ortadoğu'da ABD'nin en önemli üssü konumundadır. Darbeci General Sisi'yi meşru kabul edip ardından Sisi yönetimine mali yardımda bulunmuşlardır.

ABD'nin Irak müdahalesiyle birlikte Irak'ta yaşanan Şii-Sünni kapışmasının sonucu olarak ortaya çıkan Işid de mezhep ayrışmasının motive ve domine ettiği bir yapıdır. İçinde her büyük gücün istihabari etkisi altında hareket eden gruplar olduğunu düşünüyorum.

Görüyoruz ki Ortadoğu'da yaşanan tüm gerginliklerin görünür tarafında tarihsel/sosyolojik ve dini/ideolojik gerçekler bulunuyor, aynen Yugoslavya iç savaşının görünür tarafında olduğu gibi. Peki ya görünmeyen tarafında ne var? İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır.

Yugoslavya örneğinden bakacak olursak; iç savaş sonrası oluşan Hırvat devleti bugün AB üyesidir. Katolik Avrupa Yugoslavya iç savaşından böyle bir karla çıkmış ve katolik Hırvatistan üzerinden burnunu Balkan'lara sokmuştur. Sırbistan tam anlamıyla Moskova'nın denetimine girmiştir, bugün Belgrad Rus şirketlerinin ve Rus ordusunun konumlandığı en önemli Balkan başkentidir. Bosna-Hersek devleti ise Balkanlardaki en büyük ABD Büyükelçiliği ve üssünün olduğu ülke konumundadır. Ülkede Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ın bir çok iktisadi ve kültürel kuruluşu mevcuttur ancak Bosna'lılar Türkiye'ye herkesten çok yakındır.

Ortadoğu'daki ayrımlar da bu üç güç merkezinin planları üzerinden hayat buluyor. İran 1979 devrimi sonrası Almanya-Fransa desteğiyle kuvvet bulmuş bir ülkedir. Bu ülkedeki Alman ve Fransız yatırımları Şia mollarının iktidarı ele geçirisi sonrası devam etmiştir.

Ancak ikinci körfez müdahalesi sonrası ABD'nin Irak Şii'leri üzerinden bir oyuna giriştikleri de gözlerimizin önünde. Kısaca ABD Irak Şiileri üzerinden İran'a göz kırparken Suud İmparatorluğuyla bağlarını da hiç zayıflatmadı. Öte yandan Rus'lar da Ortadoğu'daki BAAS ittifakını yitirdikten sonra oyununu İran üzerine dizayn etti ve İran ile Rusya'nın Esad rejimine desteği bunu teyit ediyor. Peki ya Avrupa? Avrupa Ortadoğu denkleminde Şii, Sünni ve Selefi güçler üzerindeki etkisini kaybetti diyebiliriz. AB'nin 2016'da Türkiye'ye vize uygulamasını kaldıracağını ilan etmesi bu güç yitiminin bir sonucu olarak tezahür etmiştir. Avrupa göçmen istilası tehlikesine karşı Türkiye'ye daha fazla tavizi de verecektir. AB'nin tutunduğu tek dal Pkk'dır. Ancak biliyoruz ki Suriye PKK'sı olan PYD üzerinden ABD ve Rus'lar da PKK ile oynaşmaktadır. Kandil üst yönetiminin Apo yakalandığından beri Tahran'dan destek gördüğünü bizzat Pkk şefi Murat Karayılan 'Bir savaşın anatomisi' adlı kitabında itiraf etmiştir. Bu halde PKK tüm güçler açısından kilit bir yerde duruyor. Bu güçler Balkanlar'da ve Ortadoğu'da çatışma politikalarına alet/araç olarak kullandıkları dinsel/mezhepsel farkları Türkiye'de Alevi-Sünni ayrımı üzerinden bulmaya çalışmış olsalar da bunu başaramadıklarını biliyoruz. Maraş ve Çorum'da alevi yurttaşlara yönelik vahşi kıyımlar 12 Eylül 1980 Askeri darbesine haklı gerekçe olması maksadıyla hayata geçirilen Nato güdümlü kontrgerilla operasyonlarıydı.

Bu sebeplerle Dünya güçlerinin çıkarları doğrultusunda kullanabilecekleri tek vakıa Kürt meselesi üzerinden yaratılacak bir iç savaştır. Cizre, Sur, Nusaybin gibi ilçelerimizdeki 'hendekler ve mayınlar sayesinde kurtarılmış bölgeler yaratma' politikasıyla çatışmanın toplumun dibine indirilmesinin amaçlandığı çok açıktır. Her gün gelen şehit haberlerinin Batı'da, İç Anadolu'da, Akdeniz'de yaşayan Kürt'lere yönelik bir toplumsal infiale yol açmamasının tek sebebinin de dinsel/mezhepsel/kültürel birlik olduğunu düşünmek abes olmaz.

Bu yazıyla derin uluslararası politika tahlillerine girmeyi amaçlamadığımı hatırlatırım. Büyük dünya güçlerinin menfaatleri doğrultusunda diğer ülkelerdeki tarihsel/sosyolojik problemleri nasıl kanırttığını ve hazıladıkları planlara-tuzaklara nasıl düşüldüğünü izah etmek istedim. Türkiye dinsel/mezhepsel bir çatışmanın yaşanamayacağı bir ülke olmakla aslında bütün bu denklemler içindeki en kuvvetli yerde durmaktadır. Sebebi de elbette Anadolu müslümanlığının silinemez mirasıdır. Orta Asya'dan gelen göçebe Türk kültürünün aleviliği de sünniliği de Ortadoğu'daki tarihsel-mezhepsel problemlere dayanmamaktadır. Belirttiğim üzere 'gerçek bir iç savaş' yaşamayışımızın en önemli nedeni söz konusu ortak kültürdür ve yüzleşmek gerekir ki hem Türkiye hem Irak hem de Suriye Kürtleri bu kültürün parçalarıdır. İran Kürtleri hakkında çok bilgim yok fakat sanıyorum onlar da farklı değiller. Gelecek ancak en geniş anlamıyla tesis edilecek bir Türk-Kürt birlikteliğiyle örülürse bu coğrafya cennet olabilir. Aksi takdirde Ortadoğu cehenneminin ateşinden herkesin nasibi alması çok muhtemeldir.

Bugün sert bir biçimde ifade ettiğimiz HDP'ye yönelik eleştirilerimizin sebebi HDP aklının bırakın Türkleri, Kürtler aleyhine hareket ediyor oluşundan kaynaklanmaktadır. Selahattin Demirtaş'ın 'Kürtlerin ileride Ulus devleti de olacak' mealindeki açıklamasının talihsizliği izah ettiğim tarihsel ve sosyolojik örnekler çerçevesinde değerlendirildiğinde, bu açıklama safiyane romantik bir özlemden ziyade, Ortadoğu'daki Dünya devlerinin çatışmacı planlarına altlık olacak bir mahiyet taşıyor. Ortak hedef halkların özgürlüğü ve bölgedeki yer altı-yer üstü kaynaklarının yerel toplumlarca kullanılması meselesiyse izlenmesi gereken yol sadece ve sadece 'birlik yoludur.'

1 Ocak 2016 Cuma

TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNİN ÇEKİRDEĞİNDEKİ BİR ADAM: SELİM SARPER



Aşağıdaki videoda Selim Sarper Türkiye'nin Birleşmiş Milletler daimi temsilcisi sıfatıyla Amerikan CBS Tv'sinin misafiri...Yıl 1951...Yer New York...

"Selim Sarper neler yapmış, nerelerde bulunmuş" sorusuna vereceğimiz birinci cevap 1939-1944 yılları arasında yürüttüğü 'Matbuat Umum Müdürlüğü görevi'...Bugünkü adıyla Basın Yayın Genel Müdürlüğü...Anadolu Ajansı'nın da kendisine bağlı olması sayesinde savaş yıllarında üstlendiği görevin ehemmiyeti hemen anlaşılıyor: "TC'nin savaş esnasında izlediği politikaya uygun basın-yayın işlerinin düzenlenmesi." Kısaca toplumun algısını oluşturma ve yönetme işi Sarper'e tevdi edilmiş...

Sonraki göreviyse 1944-1946 arasında üstlendiği TC'nin Moskova Büyükelçiliği...İkinci Dünya savaşının bittiği ve Sovyetlerin Almanlar karşısındaki zaferi esnasında Moskova'da.

Peki bu tarih neden önemli...Anlatalım...

Selim Sarper Moskova Büyükelçiliği görevini sürdürürken Ankara'ya o meşhur talebi ileten kişidir: "Moskova Boğazlarda ve Kars'ta üs istiyor."

İşte bizim NATO üyeliğimizin sebebi Sarper'in Ankara'ya ilettiği bu kriptoya dayanıyor. Yıllar geçtikten sonra açılan Sovyet arşivinde yapılan araştırmalar da Moskova'nın Türk tarafına bu konuyu havi resmi bir talep iletmediği ortaya çıktı. (Tarihimizin nasıl dizayn edildiğine daha güzel örnek olur mu?)

Yani...1899 doğumlu, liseyi Birinci Dünya savaşı esnasında Almanya'da okumuş ve bitirmiş bu zatın 'iletisi' üzerine İsmet İnönü'nün NATO başvurusu gerçekleşiyor....

Türk diplomat Selim Sarper 1957'den itibaren Bilderberg toplantılarına Türkiye temsilcisi olarak katılanlardan biri aynı zamanda. (Zannımca Muharrem Nuri Birgi, Selahattin Beyazıt gibilerden daha kıdemli değildi.)

Bir diğer özelliği 27 mayıs 1960 ihtilali gecesi dönemin Amerika'nın Türkiye Büyükelçisi Fletcher ile aynı arabada Genelkurmay Başkanlığı binasına giden kişi olması. Darbenin gerçekleştiği anlarda Cemal Gürsel, ABD elçisi Fletcherve Selim Sarper aynı odada iki saate yakın bir görüşme yapmışlar.

Peki sonra? Evet en ilginç anekdot bu sanırım...Selim Sarper 25 temmuz 1960'da yani 27 Mayıs ihtilalinden iki ay sonra Washington'dan Ankara'ya çok önemli bir misafirle geliyor, o misafir NATO'nun ilk Başkomutanı olan Amerika'lı general Lauris Norstad... Norstad'la o kadar samimi ki Amerikalı general Selim Sarper'in evinde kalıyor.

Sonrasında 27 Mayıs cuntasının Dış işleri bakanı oluyor. Ancak burada da enteresan bir olay var...Darbeden iki gün sonra, 29 Mayıs'ta Albay Alpaslan Türkeş cuntanın kabinesini radyodan duyururken Dış işleri bakanı olarak sonradan TC'nin 6.Cumhurbaşkanı olan Fahri Korutürk'ün adını zikrediyor. Ertesi gün kabine radyodan tekrar ilan edildiğindeyse bir değişiklik var...Dış İşleri Bakanı bir önceki günün aksine Selim Sarper...İsmet İnönü'nün damadı Metin Toker'in anılarına göre Sarper bu görevi İsmet Paşa'ya danışarak kabul etmiş...

27 Mayıs darbesinden sonraki ilk seçimler olan 1961 seçimlerinde Chp milletvekili olarak meclise girip darbe sonrasındaki ilk sivil hükümet olan İsmet İnönü kabinesinde de Dış işleri Bakanlığı yapıyor Selim Sarper.

Peki Sarper'den önceki Dış İşleri bakanımız kimdi: "Cuntanın astığı Fatin Rüştü Zorlu."

Darbe öncesi bir anıyla bitirelim...28.04.1960 günü Cento toplantısı için Tahran'a giden Türk heyeti toplantı sonrası Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu Başkanlığında Tahran Büyükelçiliği'ne gider. Yolculuk esnasında o anda TC'nin NATO Daimi delegesi olan Selim Sarper heyetten ayrılır, heyetteki bazı askerlerle Tahran Hilton oteline gider ve Tahran seyahati boyunca Dış İşleri Bakanı Zorlu'dan uzak durur. Bu olayı o heyette bulunan diplomatlardan Semih Günver'in anılarından öğreniyoruz.

Sonuç:

Bize anlatılan tarih içinde doğrularla yalanlar savaşmaktadır. Anlattığım bütün olayları farklı kaynaklardan teyit ederek yazdım. Peki Selim Sarper ve onun gibileri neden öğrenemedik? Neden bilmemizi istemediler? "Uyanmayalım ve çarklarına çomak sokmayalım." diye...Hiç bir yalan sonsuza dek gizli kalamaz...Ve bunu en iyi o yalanları üreten şeytanlar bilir.

Selim Sarper hakkında bir itham, suçlama ya da spekülatif cümleler sarfetmeyeceğim. Her şey ortadadır.

Araştırma ve üzerine derinine düşünme '1899'da İstanbul'da doğmuş olan Selim Sarper'in çocuk haliyle Almanya'ya nasıl gittiği, orada kendisini kimlerin okuttuğu ve Türkiye'ye gönderdiği' sualiyle başlamadıkça yukarıda anlattığım gerçekler birer hikayeden ibaret kalır.


https://www.youtube.com/watch?v=qqb-u7FT7Oo

28 Aralık 2015 Pazartesi

KÖRLEŞME'YE İSYAN


Politikanın teori ve pratiğinde yer alanlar içinde sinirimizi en çok bozanlar her gelişmede, her olayda, her konakta sadece karşıtlarını suçlayanlardır. Kendileri yanında olup da farklı sesler verenleri de ya işbirlikçilik ya ajanlıkla suçlamak soğuk savaş döneminde yedikleri morfinin doğal bir sonucu oluyor tabiatıyla.
Kendi başarısızlıklarını geçmişte ve bugün yaptıkları hatalarda, dayattıkları yanlış tespitlerde aramayanların bu 'kronik suçlama' alışkanlığı bir müddet sonra tedavisi olmayan bir hastalık halini alıyor. (ör: Türkiye solu ve mensupları.)
Esas olarak izah etmek istediğimiz husus tarih boyu büyük iddiaları dile getirenlerin bugün 'kendi çalıp, kendi oynayan zavallılardan' farklı olmadıkları ve gerçek bir özeleştiriyi yapıp yapamayacakları meselesidir. Trajedilerini üzülerek izliyoruz.
Toplumsal ve bölgesel çelişkilerin en üst düzeyde yaşandığı son süreçte 'müzmin şikayetçi ve toptan itirazcı davranış' dışında bir aksiyonlarının olmaması yanında, hiç olmazsa bu şikayet ve itirazlarının toplumda az da olsa karşılık görmemesi bile 'bizatihi sarsıcı bir gerekçe olarak' bu hastalıklı atmosferde nefes alanların kafalarını bulundukları yerden dışarıya çıkartmalarına sebep olamıyorsa durum vahimin de ötesindedir. Sonuç : "Ya köşelerine çekilip seyretmektedirler ya da kendi akıllarından çok daha büyük akılların oyuncağı olmaktadırlar."
Biz yiğidin düştüğü yerden kalkacağına inanırız her daim. Tabii düşen yiğit değilse kalkılacak bir zeminin varlığından da bahsedilemez.
Kapitalist Batı toplumlarının kendilerine hediye ettikleri, hediyeyi kabul edenlerin de kendilerince 'şanla, şerefle' taktıkları buraya/bize ait olmayan gözlüklerden bakanlar geçmişlerindeki yiğit öncüllerinin ve tecrübelerinin farkına varabilirler mi? Varamazlarsa şamar oğlanına döndükleri kör, karanlık, tozlu kaldırımlardan nasıl kalkacaklar ayağa?
Bu cümleleri yine şikayetler ve itirazlara maruz kalacağımızı bilerek yazdığımızı da belirtelim. Sosyal medya adlı uçucu parfümlü, alacalı-bulacalı bu zeminde ilk günden şimdiye amaçladığımız hedeflerin en önemlisi şu yazıda yaptığımız uyarıları iletmekti. Maalesef bir kaç dostun anlayışı ve ferasetini görmek dışında olumlu bir sonuç elde edemedik; üstüne geçmişte güzel günleri paylaştığımız bir çok dostun da tecriti ve bulunduğumuz yerden dört nala kaçışıyla karşı karşıya kaldık. Bu hali bir şikayet olarak değil, durumun tespiti amacıyla belirtiyorum.
Özce; dünya ne kadar küresel hale gelirse gelsin, teknolojinin baş döndüren ilerlemesi hücrelerimize ne kadar sirayet ederse etsin "bu toprakları, geçmişimizi ve insanımızı başka toplumların ve deneylerin 'tarihe bakış metoduyla' analiz edenler, ettiklerini sananlar" ayaklarını Anadolu'ya, Asya'ya ve Ortadoğu'ya basmadıkça iyileşmeleri mümkün değildir.
Biz görev addettiğimiz üzere, 'Sizi rahatsız etmeye geldim.' diyen İran'ın büyük devrimcisi Ali Şeriati'nin yapmaya çabaladığını kenarından köşesinden de olsa başarabilirsek, Stalin'in Sibirya zindanlarında katlettiği Müslüman Türk devrimci Mirsait Sultan Galiyev'in üzerine atılmış toprağı avuçlayıp kaldırmaya omuz verebilirsek, Pakistan'dan doğan güneş 'Muhammed İkbal'in sesinin duyulmasına bir yol, Afrika'nın sönmez yıldızları Frantz Fanon ve Patrice Lumumba'nın kavgalarında düşünce veya davranış bakımından birer siper olabilirsek bu Dünya'daki varlığımız anlamını bulmuş olur.
Büyük haksızlık ve büyük zulümlere karşı izlenecek yol bellidir: "Ayağa kalkmak ve birleşmek!" Yeter ki 'körleşmekten kurtulalım!'
Elias Canetti 'Körleşme' adlı baş yapıtında kahramanına şu cümleleri kurdurtuyor:
"Körlük, zamanı ve mekanı alt etmeye yarayan bir silahtır; varlığımız tek dayanağını duyularımızla, gerek yapıları, gerekse kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız bir kaç kırıntının dışında, sonsuzluğa dek uzanıp giden bir körlükte bulur. Evrende egemen olan kuram körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek nesnelerin ve yaratıkların yanyana bulunabilmelerine olanak tanır. Zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada koparılabilmesi, ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir. Bu konuda en canlı örnek, çiçeksiz bitkilerin üreme organlarıdır. Elverişsiz yaşama koşullarının içinde bulundukları sürece bu organlar kalın zarlara sarınır, körlüğün koruyucu örtüsüne bürünür; ta ki elverişsiz koşullar ortadan kalkana dek. Ondan sonra organ, kendini savunabilmek amacıyla körlüğün karanlıklarına sığınmış organ, örtüsünü atar ve bir avuç yaşam niteliğiyle ortaya çıkar. Süreklilik niteliğini özünde taşıyan zamandan kaçabilmenin bir tek yolu vardır insanoğlu için: arada sırada zamanın akışına gözlerini kapamak ve böylece görüldüğünde bize yabancı itici gelmemesi için onu taşınabilir parçalarına bölmek."
Kim üzerine alınırsa alınsın; Canetti'nin bahsettiği 'körlüğün karanlıklarına sığınmış olanlar' için o örtüyü atmak vakti gelmiş ve geçmektedir. Zaman 'kapanan gözlerin açılması' zamanıdır! Çünkü körleşerek böldüğümüz parçalar dahi taşınamayacak hale geliyor gitgide.