28 Haziran 2015 Pazar

ÜLKEMİZ ÖZELİNDE GERÇEK-SAHTE, DOĞRU-YALAN PARADİGMASININ SOSYAL, SİYASAL, FOLKLORİK VE EDEBİ AÇIDAN ANALİZİ - GİRİŞ



Türkiye halk sözlüğüne göre ibne : "Biz ibne kelimesini cinsel tercihe eleştiri yapmak için değil, kişinin kaypak, üç kağıtçı, onursuz, sahtekar olduğunu vurgulamak için kullanıyoruz. Bu itibarla ibne kelimesi bizim nazarımızda hakarettir."
(Fakat bugün LGBTİ yürüyüşünde yürüyenler bu kelimeyi cinsel tercihlerini vurgulamak için kullanmaktalar.)

Şu ülkeyi bir günde ibneleştirmeyi başaran bir güçle karşı karşıyayız. Bugün İstanbul'un AKP karşıtı eylem merkezi haline getirilen en önemli meydanında, Taksim'de gerçekleşen LGBTİ yürüyüşü bana bir kez daha toplumun geleceğinin büyük tehdit ve tehlike altında olduğunu düşündürdü. Buradaki tehlike kişilerin cinsel tercihlerindeki kararın etkilenmesi tehlikesi değildir. Tehlike toplum içinde somut ihtiyaç olarak gözükmeyen meselelerin "toplumu kamplaştırma" amacıyla ustaca kullanılmasıdır. Bu tip unsurların ustaca kullanılarak hem toplumda öfkeyi yükseltmeye payanda hem de Türkiye tarihinin en önemli olaylarının yaşandığı bu dönemde suni gündem haline getirilmesi organizatörlerin yetenek ve imkanlarını görmek bakımından çok önemlidir.

(Not: "Müslümanlar açısından kutsal sayılan Ramazan ayında Işid'ın Kobani'ye bombalı saldırısı ile İstanbul LGBTİ Onur yürüyüşünün toplumsal algı ve psikoloji üzerindeki etkisinin mukayeseli incelemesi" başlıklı bir sosyolojik inceleme yapılmasını çok isterdim.)

Cumhurbaşkanlığında verilen dörtbin beşyüz TL'lik iftarın Ankara Mimarlar odası başkanı tarafından açıklandığı üzere 4.5 milyon TL tuttuğu yönündeki yalanı düşünürsek; bu tip propagandaların toplum üstünde yapılan sosyal ameliyatta neşter olarak kullanılması Türkiye siyasi tarihine ilginç bir dipnot olarak şerh oldu.

Yine bir hafta kadar önce etkisi günlerce devam eden bir yalanı hatırlayalım; bu yalan da İslam'ın ya da İslamcıların nasıl gerici olduklarının akıllara sokulmaya çalışılması bakımından can alıcı bir örnektir. Ne yazdılar günlerce: "Tübitak Başkanı nükleer çalışmalarda hadronların çarpıştırılmasının Allah'a karşı gelmek olduğu yönünde bir açıklama yaptı ! ". Evet, bunu dediler ve bu ülkede milyonları bu yalana inandırdılar.

Bir kaç ay evvel piyasaya sürülen başka bir yalan daha haber vardı; 15 Nisan 2015 tarihli CNN Turk haber sitesi (ana kaynak TKP'ye ait Sol haber portalıdır.) ve bir çok haber sitesinde Suudi bir dini önder'in "aç kalınması halinde erkeğin eşini kesip yiyebileceği" yönünde fetva verdiği haberleştirildi. Haberin ana kaynağı İran'daki özel bir haber sitesiydi. "Işid'e yardım eden Türkiye Devletinin bu yardımdaki müttefiki Suudiler nasıl da fena yobaz ve karanlık" imajını yaratmak içindi bu haber. Bazı mahfillere göre "Bu karanlığın ve yobazlığın ülkemize ihracı tehlikesi söz konusuydu." kısaca.

Hatırlamaya devam edelim; Mursi iktidarı sırasında Hürriyet gazetesinin internet sitesi büyük bir yalanı haber olarak vermişti. Neydi o enteresan haber; Mursi hükümetinden bir üye meclise "ölen eşle cinsel ilişkiye girilebilmesine müsaade eden bir kanun teklifi" vermişti. Bu olayı çok mantıksız, saçma bulduğumdan araştırmıştım o zaman ve görmüştüm ki söz konusu haber büyük bir yalandı. Gerçek şuydu; Tunus'ta islami bir gazetede bir köşe yazarı Mursi hükümetinin  "ölen eşle cinsel ilişkiye girilebilmesine müsaade eden bir kanun teklifi"  vereceğini yazmıştı. Fakat böyle bir şey yoktu. Yalandı !

Tüm bu hatırlatmaları yapınca sözde ilerici, modern, solcu, demokrat kişilerce "Tayyipçilik" yaftası yapıştırılıyor göğsümüze. Oysa biz doğruculuk yapıyoruz.

Ayrıca elinde bu yaftayla dolaşan sözde ilerici, modern, solcu, demokrat kişilerin  insanları yaftalama hakları asla ve kat'a yoktur. Neden biliyor musunuz? Çünkü onlar solculuk, devrimcilik, ilericilik rolünün Kemalcilik ya da Selahattincilik yapıldığı takdirde gerçekleşebileceğine inanıyorlar ve bu görevlerini göğüslerini kabarta kabarta yapıyorlar. Peki Kemalcilik ya da Selahattincilik ilericilik midir, solculuk mudur, devrimcilik midir, halkçılık mıdır? Öyle olduğunu iddia eden hayal dünyasında mutlu bir rüyadadır sadece.

Dolayısıyla başka yollardan hapsedildiğinin farkında olan/olmayan özgür beyinli bişeycilerin kendileri dışında kalan başkalarını bişeyci olarak nitelemelerinin, aykırı düşünenleri kendi akıllarınca yaftalamalarının, suçlamalarının hiç bir değeri yoktur. Esas itibariyle bunu yapanlar hastalıklı bir ortamda yetişmiş tipler ve onların yetiştirdiği sözde devrimci-ilerici yeni nesillerdir. Geçmiş elli sene içinde bulundukları hastalıklı ortamın atmosferinde elbette yiğitçe direnmişlerdir kendilerince. Kahramanlıkları da vardır. Fakat bu geçmiş dönem yiğitliğinin başka güçlerin kontrolü altında gerçekleştiği asla akla getirilmez. Çünkü bu sorgulama büyük bir yıkımı getirecektir. Kimse bu "gerçek yıkımı" yaşamaya cesaret edemektedir. Halbuki ayağa kalkmak önce yalanları ve hastalıklı hali paramparça etmekle mümkündür. Ancak bunun için mangal gibi yürek, deli cesareti gereklidir ve maalesef cesur değiliz. İşte bu cesaretsizlik "kronik" hastalığın devamını sağlıyor. Gelişen yeni küresel/yerel konjonktür, hakim sınıfların iç çelişkileri, dış çelişkileri, iç-dış ortaklıkları/işbirlikleri okunamamaktadır.

Böylece içinden bir türlü çıkılmayan hastalıklı ortamın ibretlik bir semptomu olarak belli odaklardan servis edilen her yalana kanılmakta, inanılmaktadır.

Devrimcilik, ilericilik, halkçlılık beni, seni ,hepimizi bu yalanlarla aldatanlara saldırmaktır önce. O yalan kulelerini yıkmaktır.

Can Yücel "bizde göte göt derler." deyince bunu mutlu tebessümlerle karşılayanlar "bizde ibneye ibne derler." dediğimizde kızmayacaklar. Kızıyorlarsa, kabullenemiyorlarsa eğer, cansiperane savunduklarının aksine olarak "demokrat değillerdir, totaliter bir kapanda can çekişmektedirler."

Dememiz o ki işimiz çok zor. Önce rüyadan uyandıracaksın, sonra hastalığıyla yüzleştireceksin, ardından kendi kendisini tedavi etmesini sağlayacaksın.

"Bunları bırakalım, ne halleri varsa görsünler." demeyi kendimize yakıştırmıyoruz. Çünkü onları seviyoruz. İnsanları, insanlarımızı seviyoruz. Bu ülkede ve yeryüzünde her insanın insanca yaşamasını istiyoruz. Mazlumların üzerindeki zulüm ve esaretin yok edilmesini ana hedef olarak görüyoruz. Yer yüzünün her hangi bir yerinde ölen, acı içinde olan her masumun hali canımızı yakıyorken ülkemizdeki, etrafımızdaki insanlarımızın hangi birini boş verebiliriz?

Kukla oyununda kukla ve seyirci olmak istemeyenlere sesleniyorum. Tüm sözüm onlaradır. Zira bizim kukla ya da seyirci olmaya tahammülümüz olamaz.

Not: Hiç kimsenin cinsel tercihi ve o tercihi yaşaması üzerine olumlu olumsuz bir değerlendirme yapmak mümkün olamamalıdır. İnsanın cinsel tercihi onun dışındaki hiç kimseyi ilgilendirmez, meğer ki başkalarına zarar verecek durumda olsun.

26 Haziran 2015 Cuma

ORTADOĞU'YU BATAKLIKTA TUTMAK İSTEYENLER KARŞISINDAKİ DURUŞUMUZ

Son beş yıldır yerli yabancı basını çok dikkatle takip eden biri olarak Işid'ın son Kobani saldırısıyla ilgili bir kaç kelam etmek isterim.

Işid bir mossad-cia projesidir. Kurucusunun ABD G.Kurmay eski Bşk.'nı David Patreus olduğunu düşünüyorum.

TC ile Işid belasını yan yana koymak isteyen güçler başarı sağlıyor gözükseler de gerçekler o kadar da kolay gizlenemez, saklanamaz.

Evet, Türkiye bu projeye istihbari amaçlı ve yönlendirmek için dalmaya çalışmıştır, ihtimal dahilindedir. Ancak başaramadığı ortadır. Çünkü Işid'ın tüm faaliyetleri Türkiye'nin çıkarları aleyhine devam ediyor. Avrupa-Abd-İsrail-Rte yönetimi arasındaki problem bundan kaynaklanıyor.
(Ve elbette Mısır iktidarındaki değişiklik sebebiyle...)

Bunu şundan söylüyorum;
Barzani yönetimi 1980'lerden itibaren Abd tarafından desteklendi hep.

Ancak Basra'daki bitmeyen kanlı şii-sünni kavgası ve Suriye iç savaşı yüzünden Barzani petrol satamaz duruma gelince Irak Kürdistanı TC ile mecburi bir işbirliğine işbirliğine gitti.

Abd ve İngiltere buna tahammül etmedi tabii...
Durdurmaya çalıştı.
Fakat petrol satılmaya başlamıştı bile.
ABD bu petrol tankerlerinden bir kaçına Atlantik'te el koydu.

White House ve Pentagon açıklamaları kayıtlardan kolayca bulunabilir. Türkiye Irak Kürt petrolünü satmaya başladığı için ABD tarafından ihtar edilmiştir. İhtarın uluslararası hukuktaki anlamını bilmeyenler için söylüyorum; devam ederseniz "yaptırım uygularım" demektir.

Kriz büyüyünce Işid saldırısı başladı.
Nereye? Petrole...
Yani Musul'a...
Kerkük'e güçleri yetmedi ya da şimdilik yettirilmek istenmedi.
Bu arada Işid belasını eş zamanlı olarak Suriye Kürtlerine saldırttılar.
Kafa kestirdiler ve sosyal medya üzerinden dünya kamuoyuna servis ettiler o iğrenç videoları. 
İnsanlık dışı görüntülere kimin vicdanı sızlamazdı. 

İnsanlığın ortak mirası antik kentleri yıktırdılar. Amaç belliydi...Yeryüzünün her yerinde Işid adlı örgüte karşı öfkeyi büyütmek, yine eş zamanlı olarak bağımsızlıkçı müslüman hareketleri de içinden çıkamayacakları bir zan altına sokmak... Katil, gerici, yobaz, insanlık düşmanı, tecavüzcü, kelle kesicisi...

Böylece masum-sivil Kürtlere saldıran cani grup imajı üzerinden Suriye Kürtlerini meşrulaştırma ve onlara bir devlet kurma operasyonu hayata geçirilmeye başlandı. PYD yöneticisi kadınlar Elize Sarayında Fransa C.Bşk'nı Hollande tarafından kabul edildiler. Kandil'deki terörist PKK Kobani'de, Haseke'de, kısaca Rojava'da özgürlük savaşçısı yapılıyordu. 

Ve bu plan işletilmeye devam ediyor... Işid'ın merkezi Rakka'ya doğru harekete geçen YPG güçlerinin durumundan bunu anlıyoruz. Zira ilerledikleri yönde Kürt nüfusu yoktur. Tel Abyad'ta da Kürt nüfusu yok denecek kadar azdı. Olay nettir, Rojava kantonları bir adım ileri, iki adım geri Işid canavarlığına karşı yaratılan mücadele duygusu ve Uluslararası destek ile birleştirilmeye çalışılıyor.

Elbette Kürtlerin kendi devleti olsun. Diğer halkların böyle bir hakkı var ve bu hak hayata geçmişse, Kürtler de bu hakka sahiplerdir. 

Fakat kurulacak bu devlet İsrail ve Abd güdümünde olursa bu bölgede yani Ortadoğu'da çok büyük felaketler yaşanacaktır. Bu felaketlerin merkezinin Türkiye olma ihtimali git gide büyümektedir. 6-7 Ekim olaylarında iki gün içinde elli kişi öldü, ki eğri oturup doğru konuşursak Türk milliyetçileri sahnede değillerdi o günlerde. Devlet Bahçeli çok açık tavır olarak olayları alevlendirecek söylem ve davranışlardan geri durdu.

Kısaca şimdiki çatışmaları, kavgaları misliyle görürüz ve üzülerek söylüyorum ki Türkiye'de de çok kan akar.

Çünkü Türkiye İran, Irak, Suriye gibi bir ülke değil. Kürtlerin yaşadığı söz konusu diğer üç ülkede de Kürtler o ülkelerin diğer halklarıyla demografik açıdan iç içe geçmemiştir. Ancak Türkiye'de Kürtler ve Türkler iç içedir. Türkiye'nin her yerinde Kürt vardır, Irak, Suriye, İran böyle değildir. 

Büyük kırım olur. Yazık olur. Binlerce yanlışını tek tek sayabileceğimiz Cumhuriyet idaresinin ülkemizde iyi kötü yarattığı müsbet bir sosyolojik yapı var. Bu yapının bozulmasına ve kardeşliğe halel gelmesine izin vermemeliyiz. Huzur içinde yaşamak hepimizin hakkıdır. Hakkaari'de, Urfa'da, Van'daki Kürdün nasıl hakkıysa İstanbul'daki, İzmir'deki, Mersin'deki, Aydın'daki Kürdün de hakkıdır. 

Ben iyi bir izleyici olarak gördüklerimi yazıyorum. 
Şimdilik yazdıklarımla oluşabilecek telafisi imkansız alt üstlükleri göstermeye çabalıyorum...


Coğrafyamızda sistematik, planlı bir küresel operasyonun 
adımları atılıyor. Burada...Topraklarımızda... Olaylara makr
ölçekten bakınca bu bazılarına  'Hdp'ye düşmanlık' gibi 
geliyor. Asla...Kimseye karşı kör ve dogmatik bir düşmanlık 
içinde değiliz. Bu mesele kişisel düşmanlık ya da destek 
meselesinin çok ötesinde ve üzerindedir.

1.Dünya savaşıyla başlayan bir proje var.Projenin şekli ve 
metotları değişti ancak proje işlemeye devam ediyor. Bu 
dediklerime 'komplo yapıyorsun' diyene 'İsrail'e bakın' derim. 
İsrail'in Ortadoğu'daki bir toprak parçası üzerinde devlet 
haline getirilmesinden büyük komplo mu olur?

Milyonlarca insan evinden yerinden yurdundan sürüldü. 
Hepsi masumdu. Herhangi bir devletle büyük güç hesapları 
yoktu ve ortakçılık içinde değillerdi.

Bugün yaşadığımız sorunların hepsi yüz yıl evvel bize 
giydirilen deli gömleğinde gizlidir. Benim ne bir şahsa ne bir 
fikre kişisel düşmanlığım söz konusu olabilir. Ama küresel 
hegemonik ilişkilere, onların planlarına, eylemlerine, 
tetikçiliğini yapanlara karşı durmak ve Kürt, Türk, Arap, 
Yezidi, Ermeni ne dersen de, tüm halkları bu cendereden 
kurtarma amacını düstur edinmek bir ANADOLU'LU olarak 
en tabii hakkımdır.


Hiç bir gruba dahil ya da angaje değilim. Tek başıma neyi başarabilirim bilmiyorum. 



Sadece Türk, Kürt ve Arap aile soyumun yedi renkli mirasını korumam için elimden geleni yapacağımı, yapmam gerektiğini biliyorum. Benim gibi düşünenlerin fazla olduğuna dair tespitim en büyük umuttur. 

23 Haziran 2015 Salı

REZA ZARRAB İLE KISA BİR TÜRKİYE CUMHURİYETİ SEYAHATİ



Numan Kurtulmuş ve Nihat Zeybekçi Türkiye İhracatçılar meclisinin verdiği ödüllerden birini Reza Zarrab'a takdim edince kıyamet koptu. Kopacak tabii... Kopmalı...

Numan Kurtulmuş "ödülün o kişiye verileceğini bilseydim gitmezdim." diyerek kırık potu iyice parçalamış oldu. 

Ya da...

Ya da bu işin içinde bir iş var demeliyiz ki ben bu görüşte olanlardanım. Kurtulmuş'un bu konuda bilgisi olmamasına imkan yok. Planlı bir hareket olduğu belli. Şimdilik bu planın ne olabileceği, neyin amaçlandığı meselesine girmeyip, hadiselerin gerçek kısmını yani göz önünde olanlarını konuşmakla yetinelim.

Reza Zarrab adlı İran azerisi kimdir?

Komisyoncudur ! 

Yani...Trans-atlantik siyonist hegemonyanın İran'a uyguladığı ambargoyu delerek İran'ın petrolünü gizlice satan TC'nin bu satıştan elde ettiği gelir ile TC'nin kendi adına İran'dan satın aldığı doğalgaz bedellerinin altın olarak ödenmesini sağlayan kişidir. Kısaca...TC'ye külçe altın temin edenlerden biridir ve İran ayağıyla bağ bu zat üzerinden kurulmuştur.

Peki bu Zarrab Dünya çapındaki malum işleri tek başına mı yapmıştır? Herhalde tek olduğunu düşünen saf kimseler yoktur aramızda. 

Örneğin ABD yamyamlığına çok sert başkaldıran Venezuella devlet başkanı Chavez ile stratejik işbirliği yapan Ahmedinejat hükümeti düşünce (düşürülünce) yerine iktidara oturtulan ve Viyana'da Dünya Atom Enerjisi kuruluşundaki buluşmalarda nükleer enerji ve silah üretimi konusunda ABD ile anlaşan (anlaştırılan) ılımlı yüz Ruhani hükümeti Reza Zarrab'ın İran'daki patronu Babek Zencani'yi tutuklamıştır. Bu şahıs halen ceza evindedir. 

İran Babek Zencani adlı kişiyi neden tutuklamıştır? 

Çünkü ABD Viyana görüşmelerinde istediklerini İran'a kabul ettirince İran üzerinde uygulanan ambargoyu kaldırmıştır. Yani artık Zencani'ye ihtiyaç kalmamıştır. Ahmedinejat Urumiye gölünün kenarındaki evinden nasıl izinle çıkabiliyorsa, Zencani de cezaevinde yüzde yüz kontrol altında olmalıdır. 

Anlaşılması için tarihleri de verelim... Ruhani 2013 yılının Haziran ayında seçimleri kazandı. Nasıl? 2009 yılından 2013 yılındaki seçimlere dek başlatılan özgürlük (!) eylemleriyle... Bu eylemlerde İran kolluk gücü onlarca kişiyi öldürdü. Binlerce göz altı yapıldı. Eylemciler yaşanan olayları başka ülke IP'leri ile girdikleri twitter ve facebook üzerinden  Dünya kamuoyuna ulaştırmayı başardılar. İran devletinin aldığı önlemler yeterli olamadı. 

Peki Ruhani gelir gelmez ne yaptı? Ekim 2013'de Twitter ve Facebook yasağını kademeli olarak kaldırdı. 

Detaylandıralım ki anlaşılsın...

Jack Dorsey, kurucusu olduğu Twitter'dan 2013 yılının Ekim ayında İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani'ye bir mesaj gönderdi. Dorsey, Ruhani'ye Twitter üzerinden şu soruyu yöneltti: "İyi akşamlar, Başkan, İran halkı tweetlerinizi okuyabiliyor mu?"

İran Cumhurbaşkanı Ruhani, ülkesinin en çok eleştirildiği konulardan birinde diplomasi geleneğini bir tarafa bırakarak Jack Dorsey'e Twitter üzerinden cevap verdi. Ülkesinde çok yakında sosyal medyaya özgürlük tanıyacaklarını belirten Ruhani, Dorsey'ye "İyi akşamlar, Jack. Christiane Amanpour'a belirttiğim gibi, vatandaşlarımın en temel hakkı olan küresel bilgiye rahatlıkla ulaşmalarını sağlamak için çaba sarfediyoruz." tweetini attı.

İran Cumhurbaşkanı Ruhani'yi cevapladıran Jack Dorsey, "Teşekkür ederim. Gerçeğe dönüştürmek için nasıl faydamız dokunacağı konusunda lütfen bizi haberdar edin."

Ve böylece İran özgürleşmiş (!) oldu. 

Devamla...

Babek Zencani ne zaman tutuklandı? 2013 yılının Aralık ayında...

İran Abd ile Viyana'da ne zaman anlaştı? Aynı günlerde...

Beyaz Saray Sözcüsü Jay Carney 16.01.2014 günü anlaşmanın sağlandığını Dünya kamuoyuna duyurdu. Yani Zencani tutuklandıktan bir ay sonra...

Tonla fakir fukaranın olduğu ülkemizde şarkıcı eşine 600.000 TL değerinde otomobil, 800.000 değerinde yarış atı hediye eden Zarrab adlı kişi umurumuzda falan olamaz. Dış kapının mandalıdır, adı üstünde komisyoncudur.

Fakat karşımızdaki kişinin çirkin fotoğrafı olayların altında yatan ana sebepleri görmezden gelmemizi de sağlamamalıdır. 

Hattı zatında TC'nin tüm tarihi boyunca resmen bulamadığı için gayri resmi olarak yarattığı kaynaklar hakkında biraz araştırma yaparsak her dönemde nice Zarrab'larla münasebet içine girildiği görülür.

12 Eylül sonrası devlet memurlarına para ödeyemeyecek durumdaki maliyeyi ayaklandırmak ve -her zaman olduğu gibi- müteşebbis yaratmak için Turgut Özal'ın dönemin en ünlü altın kaçakçısı Lübnan'lı Muhammed Şekerci'yle anlaşması ve Avrupa'ya Türkiye üzerinden kaçak altın gönderilmesi sayesinde devlete gizlice gelir sağlandığını duymadınız mı hiç? 

09/07/2001 tarihli Radikal gazetesi yıllar evvel gerçekleşen bu olayı anlattığı haberinde şu cümleleri kurmuştu:

"İnanması güç olsa da Türkiye Cumhuriyeti'nin bir başbakanı o zaman yeraltının, şimdilerdeyse iş dünyasının ünlülerinden Uğur Süzer, Hadi Üruğ, Yakup Kefeli, Suphi Aşıcıoğlu, Emin Görpe, Yaşar Aktürk'le bir otel odasında bir araya geliyordu. Döviz sıkıntısına çözüm aranan toplantıya Güneş Taner, Ahmet Özal, Mehmet Perçin gibi parlamenterlerle, Özal'ın prensi Bülent Şemiler katılıyordu."

O otel odası Zürih Hilton'un süitlerinden biridir. Haberi yapan gazeteci arkadaşlar eksik isim vermişler. O otel odasında başkaları da vardı. Belki de farklı bir günde gerçekleşen buluşmadaki başka isimler...Erol Aksoy, Emin Karamehmet, Hüsnü Özyeğin ve Nasrullah Ayan gibi...

Aslında söz konusu kaçakçılık işi Turgut Özal'dan önce başlamıştı. (Devlette devamlılık esastır.) Özal başlamış olan işi büyütmüş ve sürekli kılacak hale getirmek istemiştir ve başarmıştır da.

19.10.2000 tarihli yeni Şafak gazetesinin haberi şöyle: 

"Banker Kastelli" lakaplı Cevher Özden, altın kaçakçılığını 1980'de Maliye Bakanı olan İsmet Sezgin ve Başbakan Süleyman Demirel'in onayıyla başlattıklarını açıkladı.

Özden'in anlatımlarına göre Nasrullah Ayan, Halit Soydan, Vural Akışık, Erol Aksoy, Hüsnü Özyeğin, Yaşar Aktürk, Muhammed Şekerci ve Osman Berkmen'in adının geçtiği altın kaçakçılığının temelleri 1980 Şubatı'nda atıldı. Özden o dönemi şöyle özetledi: "Şubat 1980'de -soyadını anımsayamadığım 'Nazif' adlı bir arkadaş bana geldi ve yurtdışına gayriresmi yollardan altın gönderilmesi ve bunun karşılığında ülkeye bankalar üzerinden döviz transfer edilmesi için kendilerine yardım etmemi istedi. 'Abi sen de bundan nasiplenirsin' dedi. Ben de; 'Hayır, tek kuruş yemem. Daha sonra hesap sorarlar benden' dedim. Konuyu dönemin Maliye Bakanı İsmet Sezgin'e açtım. Sezgin 'Tamam, hemen başlayın' dedi. Ben de 'Şifahi emirle iş yapmam, size bir mektup yazayım, siz de bunu onaylayıp kayıtlarınıza geçirin' dedim. Sezgin konuyu Demirel'e açmış. Demirel beni aradı ve 'Tamam izin veriyoruz. Bu işi yapabilirsiniz' dedi. Bu ne demektir? 'Bırakınız altın kaçırsınlar, bırakınız döviz getirsinler' demek değil midir? Bu mektup Hazine kayıtlarına girdi. Şimdi bulmak isteyenler bulabilirler. Neyse ilk partiyi İsviçre'ye gönderdik. Daha sonraki bütün transferler de İsviçre'den yapıldı. Bunun karşılığı olan para Yapı Kredi ve Akbank'ın Bahçekapı Şubesi'ne yatırıldı. İlk aşamada toplam 100-150 milyon dolarlık altın çıkarıldı. Daha sonra gerisi geldi."

Cumhuriyetin ilk yıllarına gidersek karşımıza İstanbul'un güzelim bölgesi Haliç civarındaki eroin fabrikaları çıkar. O dönem eroin ceza kanunlarında uyuşturucu maddeden sayılmıyordu. Ancak ilaç tekelleri açısından üretimi uluslararası düzeyde kontrol altında olmak zorundaydı. Avrupa jet sosyetesinin en gözde içeceğiydi eroin. Paris'in zengin ev toplantılarında eroin partileri düzenlenirdi. 

Ve evet, devletimiz resmen eroin üreticisiydi. Fakat üretim çok fazla olduğundan ve Avrupa devletleri ülkelerine giren miktarları kontrol edememeye başladığından Türkiye'ye resmi ihtaratta bile bulunmuşlardır. İşin sonunda TC eroin fabrikaları kapadığını açıkladı. Sizce kapatıldı mı gerçekten? 

23.06.2015 tarihli Hürriyet Cumartesi ekinde Savaş Özbey bakın neler yazmış:

"1926 yılında İstanbul’da üç ayrı eroin fabrikası vardı ve bunların ciroları 10 milyon Türk Lirası’na varmıştı. 1929 Buhranı’nı bu parayla atlattığımızı söyleyenler var. Eroinin iç pazara satışı yasaktı. Buna karşın, başta fabrika işçileri olmak üzere toplumun farklı kesimlerine yayılmıştı. Mesela Sağlık Bakanı Rıza Nur’un eşi ile oyuncu Afife Jale, morfin bağımlısıydı. Balık Pazarı’nda yapılan afyonlu şaraplarının kafası efsane halinde dilden dile yayılıyordu."

Yıllarca Behçet Cantürk, Hüseyin Baybaşin, Derya Ayanoğlu ve daha bir çok ismin uyuşturucu ticaretini devletten bağımsız yaptığını mı düşünüyorsunuz yoksa?

Peki 2.Dünya savaşının dışında kalan TC'nin savaş esnasında çatışmaların göbeğinde kalan bir çok ülkeye silah sevkinde yardımcı olarak bu sevklerden komisyon aldığını da bilmiyor musunuz?  Bu işin başında Satvet Lütfi Tozan vardı. Kendisi Alman silah fabrikatörlerinden birinin kızıyla evlenmiş olup II. Dünya Savaşı sırasında İngiltere yararına gösterdiği fedakârlık ve başarılardan dolayı İngiltere Kralı VI. George tarafından Honorary Officer of British Empire nişanı ile taltif edilmiştir. 

Şimdi konudan konuya geçiyoruz gibi gözükecek ama bağlantılıdır. 

İngiltere Kraliyeti'nin çok önemli zatlara verdiği iki nişan vardır. Biri Satvet Lütfi Tozan'a verilen Honorary Officer of British Empire nişanı olup, diğeri İngiltere'nin yüksek onur ünvanı olan Commander of the Most Excellent Order of the British Empire (CBE) yani Britanya İmparatorluğu Onursal Mükemmeliyet Önderliği nişanıdır. Ülkemizde iki kişiye verilmiştir. Nişanların biri Rahmi Koç'ta, diğeri Abdullah Gül'dedir. 

Konuyla ne ilgisi var demeyin. İlgisi var. 

11 Haziran 2015 Perşembe

TÜRKİYE SİYASETİNDE KOMPLONUN YERİ

Adnan Menderes'in asılmasının sebepleri bile konuşulamaz bu ülkede. Herkes sallar durur. Ezberletilmiş cümleleri tekrarlar tüm bilmişler.
İki sene önce öğrendiğim gerçeği söyleyeyim;
Menderes'in idam edilmesinin sebebi Kerkük bölgesini ilhak etmek istemesidir. Bu operasyon istihbarat zaafiyeti sonucu İngiliz uşağı Bağdat hükümetince kanlı bir biçimde engellendi. Merak eden 1958'de kurşuna dizilen Türkmen subayları araştırır.

Örneğin Türk milliyetçileri bile bilmez bunu. Çünkü onlara verilen bilinç te sistemlidir ve kontrol altındadır. Her yerin kontrol altında olduğu ve olması gerektiği gibi.
Şimdi Turgut Özal da bu yüzden öldürüldü diyeceğim, komplocu diyecekler. Çünkü "bu komplo demek" en kolayıdır, verilenle yetinmeye alıştırılmış güdülen bilinçli (!!!) kitleleri uyutmanın bulunmuş en güzel yoludur.
Ey Mhp'li, komünist, sosyalist, demokrat, kemalist, İslamcı, Türkçü, Kürtçü, Hdp'li arkadaşlarım !
Abdullah Öcalan'in Kürt hareketinden tecrit edilmesinin sebebi de Irak petrolleri üzerindeki hakimiyet mücadelesidir. Çünkü Apo Özal'ın planını kabul etmişti. Bu da komplo size göre değil mi? Yıllarca Pkk'ya destek veren Avrupa'nın Apo'yu sınır dışı etmesinin sebebini bile düşünmediniz. Neden İtalya'dan Paris Kürt Enstitüsünün olduğu Fransa'ya ya da Pkk'lıları her daim bağrına basan Almanya'ya gitmedi de Yunanistan'a gitti, hiç düşünmediniz. Ne öğrenmeniz ne ezberlemeniz gerekiyorsa onu kabul ettiniz.
Nedir size göre komplo olmayan vakıalar?

Wall Street Journal, Financial Times, The Economist haberleri mi? Sözde Cumhuriyetçi Cumhuriyet gazetesinin çok normal (!!!) bir şekilde ikinci cumhuriyetçi Soros liberalleriyle, Ahmet İnsel'ler, Aydın Engin'ler, Can Dündar'larla buluşup ülkeye yüksek hizmet görevini üstlenmesi mi? Tır fotoğraflarının servis edilmesi mi komplo değil? Bu devleti yönetenlerin en gizli konusmalarının yapıldığı kriptolu telefonlar dinlenip servis edilmiş, bu mu komplo değil ?
Komplonun babasıyla hareket ettiriliyorsunuz ve uçmuş durumdasınız. Yazık!

28 Şubat'ın fikir babası Abd'li operasyon şefi Alan Makovsky ne diyor dün?
"Hdp Akp ile koalisyon yaparsa Suriye meselesinde Akp'yi Abd politikalarına angaje edebilir."
Akp'yi Abd'nin Suriye politikalarına uydurmak!

Aklı başında insan sormaz mı, Esad'ı indirmek üzere yola çıkan Abd bu amacından hem de bir haftada neden vazgeçti? Ya da olayları biraz takip eden İran'a uygulanan ambargoyu gizlice delen Türkiye'nin nereye hapsedilmek istendiğini merak etmez mi? İran'ın Ahmedinecad döneminde asla taviz vermediği nükleer silah konusunda üç ay içinde neden pozisyon değiştirip uranyum zenginleştirmeyi düşürme kararı aldığının sebebi neydi, hiç düşündünüz mü? 
Yok canım, bunlar da komplo !

10 Haziran 2015 Çarşamba

DOĞAN HOLDİNG-TAYYİP ERDOĞAN KAVGASININ ARKASINDAKİ SEBEPLER VE AKP KARŞISINDAKİ MUHALEFETİN DİZAYNI

DOĞAN HOLDİNG-TAYYİP ERDOĞAN KAVGASININ ARKASINDAKİ SEBEPLER VE AKP KARŞISINDAKİ MUHALEFETİN DİZAYNI

Doğan Holding medya araçlarıyla aylardır -hatta senelerdir- Tayyip Erdoğan aleyhine faaliyet yürütmektedir. Bu faaliyeti yürütürken kimi destekliyor? Tayyip Erdoğan ve ekibinin karşısında kim varsa onu !

Bu ülkede yaşayan bir yurttaş olarak olarak söz konusu kavgaya bigane kalamayız değil mi?
Devam edelim...
Doğan Holding'in görünen küçük ortağı kim?
09.04.2009 tarihli Hürriyet gazetesinin beyanında şöyle açıklanmış:
"Doğan TV Grubu’nun yüzde 25 hisseleri Almanya ve Avrupa’nın en büyük yayın kuruluşlarından biri olan Axel Springer AG’ye aittir. Axel Springer AG’nin hisseleri ise, bu grubun kurucusu olan Axel Springer’in varislerinin yanında, 31 Aralık 2008 tarihi itibarı yüzde 8.4 pay ile Deutche Bank’ın olup, şirket hisselerinin yüzde 23.1’i Alman sermaye piyasalarında halka açık bulunmaktadır."

20.11.2009 tarihli Milliyet'te ise başka bir şey yazıyor:
"Doğan Yayın Holding’in (DYH) yüzde 29 hissesi Axel Springer’e satıldı." başlıklı yazı şöyle devam ediyor; "Doğrudan bağlı ortaklığımız Doğan Yayın Holding’in, 802 milyon TL olan çıkarılmış sermayesinin yüzde 29’unu temsil eden 232 milyon 580 bin TL nominal değerli 232 milyon 580 bin adet hisse senedinin ve Doğan Yayın Holding’in çıkarılmış sermayesinin gerekli izinler alındıktan sonra 1 milyar TL’ye çıkarılmasında ihraç edilecek 198 milyon TL nominal değerli hisse senetlerinden, 57 milyon 420 bin TL nominal değerli 57 milyon 420 bin adet hisse senedinin (birlikte toplam 290 milyon TL nominal değerli 290 milyon adet hisse senedi), ileride revizyona tabi olmak kaydıyla, yapılan pazarlıklar neticesinde, toplam 356 milyon 700 bin TL bedelle Axel Springer AG’nin bir bağlı ortaklığına satılması konusunda mutabakata varılmıştır."

Gazetedeki yazının son paragrafında ise "Mutabakata göre, Doğan Yayın Holding A.Ş. Yönetim Kurulu 10 üyeden oluşacak; bu üyelerin 5’i Doğan Şirketler Grubu Holding’i, 3’ü ise Axel Springer AG’yi temsilen görev yapacaktır." deniyor.

Doğan Holding'in resmi internet sitesinde "Özel durum açıklamaları" başlıklı 02.10.2014 tarihli beyanı da verelim (Bu bölümü sıkıcı bulanlar okumak istemeyebilir, sıkın dişinizi ve okuyun):
"Şirketimiz (Doğan Holding), doğrudan bağlı ortaklıklarımız Doğan TV Holding A.Ş. (DTV) ve Doğan Yayın Holding A.Ş. (tasfiyesiz infisah etmek suretiyle sona ermiştir) ile Axel Springer A.G.'nin doğrudan bağlı ortaklıkları Commerz-Film GmbH ve Hauptstadtsee 809. V V GmbH (birlikte Axel Springer Grubu) arasında imzalanan 19.11.2009 tarihli ve Doğan Yayın Holding A.Ş. (tasfiyesiz infisah etmek suretiyle sona ermiştir) ile Axel Springer A.G. arasında imzalanan 16.11.2006 tarihli, "Pay Alım" ve "Pay Sahipleri Sözleşmeleri" tadil edilmiştir. Buna göre;
1- En erken 30 Ocak 2015 tarihinde olmak üzere, 50.000.000 Avro karşılığında kullanılmak üzere, 34.183.593 adet pay için Axel Springer Grubu'nun "satış hakkı opsiyonu", Doğan Holding'in ise "satın alma taahhüdü" bulunmaktadır ("DTV Satma Opsiyonu I"). Axel Springer Grubu "satma hakkı opsiyonu"nun tamamını veya bir kısmını kullanabilir. Ödenecek bedele 2 Ocak 2007 tarihinden itibaren yıllık bileşik bazda 12 aylık Euro Libor artı 100 baz puan esas alınarak hesaplanacak faiz eklenecektir. Söz konusu 34.183.593 adet pay için Axel Springer Grubu'na Şirketimiz tarafından verilen 50.000.000 Avro değerinde "teminat mektubu" bulunmaktadır. Söz konusu "satma hakkı opsiyonu"nun kullanılmasında, önceki sermaye artırımında bedelsiz olarak ihraç edilen 1.902.118 adet DTV pay senetleri de bedelsiz olarak teslim alınacaktır. Böylece söz konusu opsiyon kapsamında Doğan Holding'e teslim edilecek toplam pay senedi adedi 36.085.711 (mevcut DTV sermayesinin yaklaşık %2,65'i) olacaktır.
2- Daha önce finansal tablo dipnotlarımızda da kamuya açıkladığımız üzere, "Axel Springer Grubu'na ait DTV Pay Senetlerinin ("Axel Payları"), 30 Haziran 2017 tarihine kadar halka arz edilmemesi durumunda taraflar arasındaki Sözleşmeler uyarınca, fiyatın yeniden belirlenmesine ve buna göre ödeme yapılmasına ilave olarak, Axel Springer Grubu'nun Axel Payları'nın tamamını veya bir bölümünü Doğan Holding'e "satma hakkı opsiyonu", Doğan Holding'in ise "satın alma taahhüdü" bulunduğu kamuya açıklanmış idi (DTV Satma Opsiyonu II). Bu defa bu taahhüt ile ilgili olarak Axel Springer Grubu'na tanınan daha uzun vadeli "satma hakkı opsiyonu" ekli tabloda gösterilmekte olup, Doğan Holding'in ise bu kapsamda "satın alma taahhüdü" halen devam etmektedir. Axel Springer Grubu söz konusu "satma hakkı opsiyonu"nun tamamını veya bir kısmını kullanabilir. Ödenecek bedeller nihai bedeller olup, söz konusu bedellere ayrıca faiz işletilmesi söz konusu değildir. Sadece "DTV Satma Opsiyonu 2020/I için" ödenecek bedele 29.01.2016 tarihinden 30.06.2020 tarihine kadar yıllık bileşik bazda 12 aylık Euro Libor artı 100 baz puan esas alınarak hesaplanacak faiz eklenecektir. Söz konusu opsiyonlar kapsamında Doğan Holding tarafından devir alınacak toplam 163.104.657 adet DTV pay senedi için ayrıca Axel Springer Grubu'na Şirketimiz tarafından toplam 225.996.232,90 Avro değerinde dört ayrı "teminat mektubu" verilmiş bulunmaktadır."

Axel Springer grubu hakkında Wikipedia adlı evrensel ansiklopedide ne yazıyor:
"Axel Springer AG, 30'un üzerindeki ülkede 150'den fazla gazete ve dergiye sahip Avrupa'daki en büyük basım şirketlerinden biridir. Şirket 10,000'in üzerinde çalışana sahiptir. Yıllık karı 1 milyar Avro olarak açıklanmıştır. Şirket 1946/1947 yılında Axel Springer tarafından kurulmuştur.
Axel Springer, Almanya'da kurmuş olduğu büyük bir gazetenin sahibiydi. Naziler bu gazeteyi savaş boyunca kapttı. Springer ise, Almanya'dan ayrılmadı ve kamplara da gönderilmedi. Savaştan sonra yayın hayatına yeniden başlayarak, Axel Springer AG'yi kurdu ve İsrail'in en büyük destekçilerinden birisi haline geldi. Alman solcular ve müslümanlar, İsrail'i açıktan desteklediği için şirketi eleştiriyorlar. Şu anki CEO'su Mathias Döpfner'dir. Axel Springer Şirketi Avrupa'nun en büyük basımcısıdır ve Almanya'da günlük gazete pazarının %23'6'sını elinde bulundurmaktadır."

Peki kimdir bu grubun kurucusu olan Axel Springer, yine wikipedia'ya başvuralım:
"Axel Cäsar Springer (d. 2 Mayıs 1912, Altona, Hamburg yakınları - ö. 22 Eylül 1985, Batı Berlin, AFC), Avrupa'nın en büyük yayıncılık şirketlerinden Axel Springer AG'nin kurucusu.
Babası basım ve yayım işleriyle uğraştı. Kısa bir süre okula gittikten sonra çeşitli matbaa ve yayınevlerinde çırak olarak çalıştı. Bir haber ajansı ile babasının yayımladığı Altoner Nachrichten'de çalışarak gazetecilik deneyimi kazandı. 1945'te kendi yayıncılık şirketini kurmaya girişti. Öldüğünde Axel Springer grubunun yayınları arasında, saygın muhafazakâr gazete Die Welt, tabloid boydaki günlük Bild-Zeitung, Hamburger Abendblatt, Berliner Morgenpost ve başka gazeteler yer alıyordu. Ayrıca iki kitap yayım şirketi (Ullstein ve Propyläen) olan grup, radyo ve televizyon program rehberleri de yayımlıyordu.
Springer 1959-60'ta Almanya'nın bölünmesine karşı sembolik bir protesto olarak iş merkezini Hamburg'dan Berlin'e taşıdı. İsrail Devleti'ni destekledi ve Alman-Yahudi uzlaşmasını sağlamaya çalıştı."
İlginç değil mi?

Nazilerin soykırımına (Holokost dedikleri) maruz kaldıklarını iddia eden Yahudiler içinde bu gurubun kurucusu olan Axel beye dokunulmamış. Üstüne üstlük 2.Dünya Savaşı sona erdikten sonra bu Yahudi bey yeni Almanya ile İsrail arasında arabuluculuk yapmış. (Anadolu’da soykırıma uğradıklarını iddia edip Washington Post’ta baş yazar olabilen Ermeni asıllı meşhur Davos moderatörü David İgnatius’un durumuna benziyor bu hal. )

Günümüzde 14.000 kişinin çalıştığı ve geçtiğimiz yıllarda defaatle ülkemiz ve Tayyip Erdoğan aleyhine yaptıkları yayınlarla bilinen DİE WELT ve BİLD gibi yayınların sahibi olan Axel Springer grubunun yine wikipediada yazan beş temel ilkesi neler acaba, buyrun bakalım:
"1- To uphold liberty and law in Germany, a country belonging to the Western family of nations, and to further the unification of Europe.
2- To promote reconciliation of Jews and Germans and support the vital rights of the State of Israel.
3- To support the Transatlantic Alliance, and solidarity with the United States of America in the common values of free nations.
4- To reject all forms of political totalitarism.
5- To uphold the principles of a free social market economy.
1- Almanya'daki özgürlük ve hukuk düzeninin desteklenmesi ve ülkenin batı milletler ailesinin parçası olması sebebiyle Avrupa'nın birliğini sağlamadaki görevinin korunması.
2- Yahudi-Alman barışının ilerletilmesi ve İsrail'in yaşam hakkının desteklenmesi.
3- Transatlantik ittifakını desteklemek ve özgür ulusların ortak değerleri konusunda ABD ile dayanışma içinde olmak.
4- Politik totaliterizmin her türlüsünü reddetmek.
5- Serbest piyasa ekonomisinin prensiplerini desteklemek."
Bütün bu bilgiler üzerine söylenecek çok fazla şey yok. Her şey çok açık.
Fakat biz kısa bilgiler vermeye devam edelim.
Bizim de içinde yetiştiğimiz kamuoyunun tabiriyle marjinal sol'dan tutun diğer sözde entelektüel muhalif yapıları ve işlerine yarayacak kültürel, sosyal, ekonomik tüm projeleri destekleyen Alman vakıflarını hatırlayın...Friedrich Ebert vakfı, Konrad Adenauer vakfı, Heinrich Böll stiftung derneği ,Friedrich Naumann vakfı, Rosa Luxemburg vakfı gibi kuruluşlarla ülkemizde bir çok faaliyeti olan bu kuruluşların foyasını "Alman vakıfları ve Bergama dosyası" adlı kitabında ortaya koyan Doç.Dr.Necip Hablemitoğlu 18.12.2002 günü arabasının içinde kurşunlanarak öldürülmüştü.

Örneğin ben ilk olarak rahmetlinin kitabını okuyunca anlamıştım durumu. Hangi durumu diyeceksiniz? 
 www.suvaridergi.com sitesinde 29.11.2013 tarihinde "Notlarımı karıştırırken..." başlığıyla yayınlanan yazımda ne demişim, okuyalım:
"Ah eski defterlerim, eski notlarim...Bir yerlere ilistirdigim kucuk bilgiler...Onlardan biri de suydu ve yaziya bununla baslamak istedim ama sonuna kismet oldu anlatmak...Bir Temmuz ayiydi, yil 1998. Bergama'da siyanurle altin cikaran yabanci firma Eurogold'a karsi muthis bir mucadele ile firmanin faaliyeti durdurulmustu. Iste o temmuz ayinda Bergama'daki bu direnise destek icin Turkiye'nin heryerinden ve Dunya'nin bir cok yerinden ilerici, cevreci, devrimci genclik Bergama'da bulusmustu. Ben de kardesim ve bir kac arkadasimla gitmistim. Organizyonu o zaman basinda Levent Tuzel'in oldugu Emep Partisinin genclik birimi hazirlamisti. O ekibin icinde yakin arkadaslarim da vardi. On bes gun hem genclik-kultur faaliyetleri hem de koylerde koylulerle birlikte yapilan saha calismasi o zamana kadar bilmedigimiz bir tadi yasatiyordu bize. Halkin tam da kendisiyle uluslararasi bir guce karsi dikiliyorduk. Jandarmanin korudugu firmaya karsi halkla beraber cevreyi, dogayi, gelecegimizi koruyor, kurtariyorduk. Aradan zaman gecti. Sonradan bir suikasta kurban giden Necip Hablemitoglu Alman Vakiflari ve Bergama Dosyasi diye bir kitap yazdi. Necip Hablemitoglu'nun istihbaratci oldugu soylentileri vardi. Kitaba gore ulkemize yapilan altin ihracinin aslan payi Almanya'daydi ve Almanlar Konrad Adaneur, Heinrich Böll vd vakif ya da sivil toplum kuruluslari vasitasiyla (onlarin deyimiyle NGO) ulkemizde altin cikarilmamasi icin cevrecilik ve doga koruma faaliyetlerini destekliyor, finanse ediyordu. Sonradan bunun tersine de bir cok veri konuldu kamuoyunun onune. Arkasindan Necip Hablemitoglu faili mechul bir sekilde oldurulunce kuskularimiz keskinlesti. Sunu hep sormustum kendime; orada gozlerimle sahit oldugum, icinde yasadigim haftalarca suren olaylar ve organizyonlarin mali yukunu kim cekiyordu? Hablemitoglu dogru mu soylemisti. Kullanilmis miydik ? Ama eger bu ulkede altin varsa bunu neden biz cikaramiyorduk ? Bu kadar mi zaptedilmistik. Kendi yer alti kaynaklarimiza bile dokunamayacak kadar...O gunlerde olanlar ve yasadiklarim sonucu olusan kuskularimi gidermedi hic birsey."

Evet, eski Emep başkanı Levent Tüzel geçtiğimiz dönem HDP milletvekili olarak mecliste “solculuk” yapmıştı.
Devam edelim...

HDP'nin eski tüfek devrimci milletvekili olan Ertuğrul Kürkçü'yü herkes tanır. 1970’lerin karanlık tünellerinden geçip Kızıldere'den sağ çıkan THKP-C'li...Keşke diğer Kızıldere savaşçıları da yaşasalardı.
Ertuğrul Kürkçü alternatif haber sitesi olan BİANET'in kurucusu. AB fonlarıyla kurulan bu haber ağı sitesinin proje koordinatörü Nadire Mater'di. O da kim? Turuncu devrimlerin babası borsa spekülatörü Soros'un kuruluşu olan Açık Toplum Vakfı'nın yöneticisi. Hanımefendi o kadar başarılı ki bu vakfın yurtdışındaki merkez yönetim kuruluna üye yapılmış.

Gelelim Bianet'e...
27.03.2002 tarihli haberde Bianet DGM'de açılan bir dava karşısında neler demiş, kimlere yer vermiş, okuyalım:
"Türkiye'deki Alman vakıfları ve bu vakıflarla ortak çalışmalar yapan İstanbul Barosu gibi kuruluşların "yasa dışı faaliyetlerde bulundukları" iddiasıyla Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Başsavcılığı'nın soruşturma başlattığı ve "10 klasöre yakın belgeye dayanarak bir rapor hazırlandığı" yönünde medyada yer alan haberlere, adı geçen kuruluşlar tepki gösterdi.
DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel ve İçişleri Bakanlığı'nın, Türk Ceza Kanunu'nun 171. maddesinde yer alan "Devletin Emniyetine Karşı Gizli İttifak Oluşturmak" suçundan dava açılması için, soruşturma kapsamında inceleme yaptıklarının basına sızdırılmasını hukuk dışı olarak nitelendiren İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman, "soruşturmanın gizliliği" ilkesinin çiğnendiğini söyledi.
Medyada yer alan haberlerde İstanbul Barosu, Türk Demokrasi Vakfı ve Belediyeler Birliği'nin, Konrad Adenauer, Heinrich Böll, Friedrich Ebert, Friedrich Naumann, Körber vakıflarıyla, Berlin Aspen ve Orient Enstitüleri ile "ittifak içine girdiği" belirtilmişti. Bu haberlerde, kuruluşların Azınlık Hakları, Türkiye'nin iç ve dış politikası gibi konularda düzenlediği konferanslarda "bölücü içerikli konuşmalar yapıldığı" ve merkezi Almanya'da olan FIAN (Foodfirst Information Action Network-Önce Besin Bilgi Eylem Ağı) kuruluşunun Bergama köylülerinin direnişini yönlendirdiği öne sürülmüştü."
"Heinrich Böll Vakfı Türkiye Temsilcisi Fügen Uğur, Türkiye'de sekiz yıldan beri faaliyet gösterdiklerini, bu süre içinde çevre, kültür, kadın hakları, demokrasi, Türkiye-Almanya diyalogu, sivil toplumun gelişimi gibi konularda pek çok etkinlik ve proje düzenleyip, başka projelere destek olduklarını, ancak hiçbir etkinliklerinin herhangi bir yasal kovuşturmaya konu olmadığını söylüyor."
(Burada tehdit safhasına geçiliyor.)
"Heinrich Böll Vakfı Temsilcisi, Türkiye'den ve farklı ülkelerden milletvekillerinin, resmi kurum temsilcilerinin ve bilim insanlarının katıldıkları konferanslardaki açık tartışma ve diyalog ortamlarının, Türkiye'nin olumlu anlamda tanıtımına katkısı olduğuna inandıklarını vurguladığı açıklamasında, iddialarla yalnızca ortak çalışmalar yaptıkları kuruluşların değil Türkiye-Almanya ve Türkiye-Avrupa ilişkilerine de zarar verecek bir aşamaya gelinmesinden endişe duyduklarını belirtti."
"Suçlamaları asılsız olarak nitelendiren Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm ise "ulus devletin altını oymak" iddialarını değerlendirerek, "1985 yılından beri Türkiye'de, kamuoyunda faaliyet gösteren bir vakıfın suç işlediği şimdiye kadar resmi makamlar tarafından bilinmiyorsa garipseriz, biliniyorsa ve faaliyetlerimiz durdurulmamışsa da garipseriz. Resmi makamların bilgisi varsa, bu bilgi kamuoyuna sızdırılmadan önce bizlere duyurulmalı, bizimle iletişime geçilmeliydi" diyor.

Devam edelim...Bakalım başka kimler var bu işlerin içinde...
"Alman vakıflarıyla ortak çalışmalar yürüten Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) Başkanı Ercan Karakaş (şimdiki CHP Bşk yrd.), kuruluşlara yönelik iddiaları "12 Eylül sonrasında çıkan vakıf ve dernek çalışmalarını engelleyen yasalara bağlıyor:
"Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerimizi derinleştirdiğimiz bir süreçte Avrupa'daki ülkelerle ilişkilerimiz daha doğal bir süreç halini aldı. Vakıf ve dernek çalışmalarını kısıtlayan yasaların bir an önce değiştirilmesi gerekiyor." "
26.12.2002 tarihli Radikal gazetesi söz konusu davayla ilgili haberine şöyle başlamış (isimler açısından koyuyorum) :
"Alman vakıfları soruşturması kapsamında, 15 kişi hakkında 8'er yıldan 15'er yıla kadar ağır hapis istemiyle açılan davaya başlandı. 
Ankara 1 No'lu DGM'de görülen dava nedeniyle, DGM'de bazı önlemler 
alındı. Yerli ve yabancı basının yoğun ilgi gösterdiği davanın ilk duruşmasında, Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schonbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle, Heinrich Böll Vakfı Türkiye Temsilcisi Figen Fatma Uğur, Frederich Ebert Vakfı Türkiye Temsilcisi Hans Schumaher, Orient Enstitüsü Başkanı Claus Schönig ile yardımcıları Astrid Menz ve Börte Sagaster, eski FİAN örgütü Başkanı Petra Sauerland, eski İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman, Bergama köylülerini temsil eden Oktay Konyar ve İzmir Barosu avukatlarından Senih Özay ile sanıkların sayıları 100'ü bulan avukatları hazır bulundular. 
Duruşmayı ayrıca, Ankara Barosu Başkanı Semih Güner, müzisyen Suavi, TMMOB Başkanı Kaya Güvenç, İnsan Hakları Vakfı Başkanı Yavuz Önen, bazı Alman vakıflarının üyelerinin de aralarında bulunduğu çok sayıda kişi izliyor. "
Akademisyen Kaya Güvenç mahkemeye arkadaşlarına destek olmaya gitmiş, hakkıdır tabii. (Son yerel seçimlerde HDP Ankara Belediye Bşk adayı olduğunu hatırlatalım.)
Şarkıcı Suavi'nin şarkılarını severiz. O da arkadaşların destek vermeye gitmiş. Normaldir. Asla kötülemiyoruz. (Her sol, Kürt, çevre etkinliğinde orada biter ve hep destek verir şarkılarıyla.)

Bütün bunlardan sonra aklımıza ilk gelen kim oluyor, elbette meşhur Claudia Roth...Alman Yeşiller Partisi milletvekili.

Demirtaş'ın çağrısıyla 6-7 Ekim 2014'te 50 civarında masum yurttaşımızın ölümüne neden olan olaylarla ilgili olarak 14.10.2014 tarihli Türkiye gazetesinin haberi şöyle:
"Türkiye'yi karalamak için fırsat kollayan Claudia Roth, ilk olarak Hükümet'in IŞİD'in yanında olduğunu savundu. İşte o kirli Roth: 31 Ağustos: Türkiye üzerinden IŞİD'e silah gittiğini söyledi. 5 Ekim: Almanya'nın, Türkiye'ye baskı yapmasını istedi. 6 Ekim: Diyarbakır'da HDP'lilerle görüştü. Ezidileri ziyaret etti, Kobani'ye destek istedi. Sınırda DTK ile buluştu. Ve o gece isyan başladı; ama Roth durmadı. 10 Ekim: Alman derin devletinden HDP'lilere mesaj götürdü. Türkiye'ye her gelişinde olay çıkaran Alman Federal Meclis Başkan Yardımcısı ve Yeşiller Partisi milletvekili Claudia Roth yine gündemde. Uzun zamandır 'Kürt kartı'na oynayan ve Türkiye'yi terör örgütü IŞİD'e yardım yapmakla suçlayan Alman siyasetçi, bu çerçevede geçtiğimiz hafta Diyarbakır, Mardin ve Suruç'u ziyaret etti. Gültan Kışanak, Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve Mülkiye Birdane gibi HDP kanadının önemli isimleriyle görüşen Roth'un ziyaretiyle birlikte, tesadüf ki 34 kişinin öldüğü Kobani olayları başladı. Olayların fitilinin ateşlendiği gün Alman siyasetçi, Diyarbakır Baro Evinde onuruna verilen yemekte bulunuyordu. Olaylar sırasında halkı provoke edip, çocukları lastik yakma ve yol kapatmaya yönlendirdikleri iddiasıyla biri kadın 5 Alman'ın gözaltına alınması, “Yaşananların arkasında Alman derin devleti mi var?” sorusunu akıllara getirdi. İşte o ihtimalı güçlendiren Alman siyasetçinin o 'Roth'ası:
31 Ağustos: Claudia Roth, Türkiye üzerinden IŞİD'e silah yardımı yapıldığını iddia etti ve “NATO ülkesinin halifelik kurmak isteyen gruplara desteği kabul edilemez” dedi. Ardından Peşmergeye eğitim verilmesi gerektiğini savundu. Bir ay sonra İngiltere, Peşmergeye eğitim vermeye başladı.
4 Ekim: Roth başkanlığındaki Alman heyeti, 180 bin Kobanilinin sığındığı Şanlıurfa'nın Suruç ilçesini ziyaret etti. Roth, HDP'li vekillerden 'bilgi aldı'. Ardından çadır kentte kalanları ziyaret etti. 
5 Ekim: Roth, Türk hükümetinin geçmişte IŞİD'e göz yumduğunu öne sürdü, “Almanya'nın da bu noktada siyasi baskı uygulaması gerekiyor” dedi.
6 Ekim: Diyarbakır'a gelen Claudia Roth, HDP'li Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak ve yardımcısı Fırat Anlı'yı ziyaret etti. Geliş amacını 'sığınmacıların durumunu yerinde görmek' olarak açıkladı. Aynı gün, Mardin'e geçip IŞİD'den kaçan Ezidileri ziyaret etti. Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk ile Ağrı Belediye Başkanı Sırrı Sakık'ın ağırladığı Roth, “Kürtler acı çekiyor. Sadece bu bölgede değil, Kobani'dekiler de olmak üzere bu insanlara destek olunması gerekiyor” dedi. Claudia Roth, sonra Demokratik Toplum Kongresi (DTK)'ne ziyarette bulundu. Burada “Kürtler 3 yıldır toprakları için direniyor eminim en kısa sürede bu kirli savaş son bulacak” dedi. Diyarbakır Barosu, Alman siyasetçiye Suriçi'ndeki Baro Evinde yemek verdi. Roth, “Kobani'deki son durum konusunda görüş alış verişinde bulunuldu”. Bir gün sonra olaylar çıktı ve PKK'nın terör eylemlerine dönüştü.
7 Ekim: HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, sokağa çıkın dedi.
8 Ekim: Alman ZDF televizyonuna konuşan Claudia Roth, “Türkiye kirli politika izliyor” açıklamasını yaptı. Erdoğan için “Onun derdi; Esad. Onun yok edilmesi gerektiğini söylüyor. Böylece Sünni liderliği elinde tutmak istiyor. Bir yandan biz Kürtler için her şeyi yapıyoruz diyorlar, diğer yandan Erdoğan 'PKK ile IŞİD ile aynı' diyor. Bu bir çılgınlık” dedi.
10 Ekim: O Türkiye'yi suçladığı sırada Diyarbakır'daydı. İddiaya göre Alman derin devletinden HDP'lilere mesaj aktarmakla meşguldü.
12 Ekim: Gazeteci kılığındaki 5 Alman ajanı Diyarbakır'da gözaltına alındı. Almanlar dün serbest bırakıldı."

Claudia Roth yaklaşık on gün evvel twitter hesabından yaptığı çağrıda şöyle demişti: "Türkiye'de seçme ve seçilme hakkı olan tüm arkadaşlarıma: Oyunuzu HDP'ye verin. Çünkü HDP Türkiye'de özgürlüğün, adaletin, düzenin, barışın ve bağımsızlığın değerini bilen tek partidir."

2013'te Gezi olaylarına destek için olaylar esnasında Taksim Meydanına kadar gelen Roth daha sonra ülkesine döndüğünde Alman Resmi haber ajansı Deutshe Welle'ye verdiği röportajda şu ifadelerde bulunmuştu:
"“Bu hareket gücüyle birlikte zayıf noktalar da barındırıyor, tıpkı idari bir yapıya sahip olmaması gibi. Ancak sivil toplum şüphesiz, güçlü ve yaşayan demokrasi anlamına geliyor. Bundan bir kaç hafta önce İstanbul'da yapılan ‘Christopher Street Day’ Türkiye'de şimdiye kadar yapılmış en büyük eşcinsellere destek yürüyüşüydü. Çünkü demokrasiye ve eşitliğe inanan herkes oradaydı, kadınlar, çevreciler, basın ve düşünce özgürlüğünü savunanlar, gençler. Yani ideolojik olarak sınıflandırılamayacak, demokratik bir bilincin, güçlü bir sivil toplumun tezahürünü gördük. Desteğe gelince elbette destekliyoruz. Türkiye'deki Yeşiller Partisi'ni, yeni oluşumu, Yeşiller Partisi ve Türkiye'deki ÖDP'nin birleşmesini destekliyoruz.”
Devam edelim...

Devrimci Karargah örgütünü hatırlarsınız. Kurucusu Serdar Kaya ve Hakan Etyemez. Nürnberg'te lojistik-kargo işi yapıyorlar, Alman ticaret siciline kayıtlı şirketleri var. Bu kişiler, 2008’de Bostancı'daki çatışmada ölen Orhan Yılmazkaya ve şu anda ismini vermek istemediğim bir kaç kişiyle birlikte Devrimci Karargah adlı örgütü kurup önce Selimiye'deki birinci orduya, ardından AKP İstanbul İl Bşk'lığına bombalı saldırılar düzenletmişlerdi. Örgüt militanlarının Kandil'de eğitim aldıklarını youtube sitesine koydukları videolardan öğrenmiştik. (Orhan Yılmazkaya’nın Daçka’lı videosu kolayca bulunabilir.)

Serdar Kaya benim de avukatlığını yaptığım ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin anayasal düzenini silah zoruyla yıkmaya teşebbüsten tek başına müebbet cezaya çarptırılan Sarp Kuray'ın yargılandığı davada iki numaralı sanıktır. 16 Haziran örgütünün 1987-1990 yılları arasında yaptığı kırk altı vahamet arz eden silahlı eylemin faili ve azmettiricisi olarak yakalanan Serdar Kaya ve örgüt hiyerarşisinde onun altında yer alan Hakan Etyemez eylemlerde ölümler olmasına rağmen mahkemece bir buçuk yıl tutukluluktan sonra serbest bırakılmışlardır. Sarp Kuray'ın onbir yıllık mültecilik hayatına son verip Türkiyeye dönme sebebi de bu tahliyelerdir. Sarp Kuray şu an müebbet cezanın infazını çekmekte olduğu davaya hep katılarak hiç kaçmamış, ancak bu şahıslar bir daha asla bulunamamıştır.
Öyle mi acaba?

Evet katıldığım dava dosyasındaki Emniyet istihbarat raporunda Serdar Kaya'nın yıllardır yakalanamadığı yazıyordu. Bir akşam eski bir arkadaşım aradı, heyecanlıydı, A Haber ana bültenini seyretmemi istedi. Hemen açtım. Karşımızda kırmızı bültenle aranıp bir türlü bulunamayan  Devrimci Karagah adlı örgütün lideri Serdar Kaya vardı. Sabah gazetesi muhabirleri onu Almanya'nın Nürnberg şehrinde bulmuşlardı ve sokakta yürürken sorular sorar haldeydiler, o ise hiç cevap vermeden uzaklaşmaya çalışıyordu.17.10.2013 günlü Sabah gazetesi şöyle yazıyordu: "Son dönemde ortaya çıkan en gizemli ve önemli terör örgütü olan Devrimci Karargâh'ın Almanya'da yaşayan lideri 'Adnan' kod adlı Serdar Kaya'yı ilk kez SABAH görüntüledi. Bugüne kadar Türk basınında tek bir kare bile fotoğrafı yer almayan Kaya, uzun soluklu bir araştırma sonucunda kendisini bulan Özel İstihbarat Müdürümüz Abdurrahman Şimşek ile muhabirimiz İbrahim Evrim Ayral'ı Berlin'de karşısında görünce şaşırdı, heyecanını gizleyemedi. Görüntülenmemek için sağa sola kaçmaya çalıştı, ancak görüşmenin her ânı foto muhabirimiz Serkan Bayraktar tarafından görüntülendi. Serdar Kaya, İnterpol tarafından difüzyon kararı ile arandığı halde Almanya'da elini kolunu sallayarak dolaşıyor. SABAH'ın bile kendi imkânlarıyla bulduğu Kaya'yı Alman güvenlik birimlerinin bulamaması olanak dışı. Bu da Kaya'nın Alman makamları tarafından korunduğunu gösteriyor." Bu haberin detaylarını mahkemeye bildirdim, ancak sözde BAĞIMSIZ VE TARAFSIZ HAKİMLERİMİZ Nürnberg'de faaliyet gösterdikleri adresleri MİT'e ya da İnterpole bildirme gereği duymadılar! Bulunamaycakları gerekçesiyle taleplerimi reddedip Sarp Kuray’ın kalemini kırdılar.

Daha ilgincini söyleyelim; söz konusu 16 Haziran örgütünün Bekaa kamp sorumlusu olan kişinin adı sanık ya da tanık olarak (ispiyonculuk yapmamak adına ismini vermiyorum) ne davada ne iddianamede geçiyor. Ancak bu kişi Türkiye'ye döndüğü günden beri DTP, BDP, HDP adlı partilerin İstanbul Başkanlığından tutun, merkez yürütme kurulu üyeliği ve parti meclisi üyeliğine kadar üst düzey görevler üstlenmiş biridir.
Peki o halde Sarp Kuray açısından tek başına yargılanmasına rağmen beraatle başlayıp müebbete kadar getirilen, yukarıda saydığım isimlerin bulunamamaları sebebiyle davada yer almadığı 16 haziran davasının örgütü davasının amacı neydi?

Açıklayalım;
23.10.2004 tarihli Vatan gazetesi ilginç bir haber geçmişti: "Eski DEP'lilere parti kurma emri veren Öcalan'dan isim önerisi de geldi: Sarp Kuray. Apo'nun "Sarp'ın zamanıdır" sözleri üzerine Kuray’la temasa geçildi."
İşte mesele burada düğümlenmektedir. Almanya'nın kontrolündeki yapı yahut direkt olarak Almanya istihabratı kurulacak partide Ertuğrul Kürkçü'leri, Levent Tüzel'leri istemekteydi.Yani malum AB ve Alman vakıflarıyla içli dışlı olan solcu beylerle... Türkiye soluyla buluşturulacak Kürt Siyasal hareketinin üstelik önderimiz diye yere göğe sığdıramadığı Abdullah Öcalan Türkiye solundan en uygun kişinin Sarp Kuray olabileceğini, temasa geçilmesi gerektiğini söylemiş, avukatı Doğan Erbaş talimatı yerine getirerek temasa geçmiş, bunun üzerine çözüme katkı sunmak adına ricayı kabul eden Sarp Kuray DTH (demokratik toplum hareketi) toplantısına gitmiş, ancak hepinizin tanıdığı meşhur sivil Kürt politikacılardan bir merhaba bile görmemiş ve refüze edilmiştir. Dikkat edin, sene 2004'ün sonu. Dedik ya; önder diye yere göğe sığdırılamayan Abdullah Öcalan'ın sivil parti ile ilgili isteği başlamadan yok edilmiştir ve eş zamanlı olarak Sarp Kuray'ın örgüt üyeliğinden yargılama aşamasında olan davası yargıtay bozmalarıyla müebbet hapse kadar yükseltilmiştir. Söz konusu fahiş hukuksuzluğu yaratan daire Yargıtay 9.Ceza Dairesi olup bu daire 08.01.2015 tarihli Sabah gazetesi haberine göre dağıtıldı. Haberin başlangıç kısmı şöyleydi:
"Yargıtay'da Paralel çetenin etkisini ortadan kaldırmak için yapılan yasa değişikliğinden sonra kuruma 144 yeni üye atanmış ve 8 yeni daire oluşturulmuştu. Yasadan sonra, Yargıtay'daki işbölümü ve üye dağılımını da değiştirme yetkisi bulunan Başkanlık Kurulu da yeniden seçilmişti. Yargıtay Başkanlık Kurulu seçiminden sonraki ilk toplantısında, yeni üyelerin hangi dairelere verileceğini, dairelerin bakmakta olduğu dava türlerinin değiştirilip değiştirilmeyeceğini görüştü. Başkanlık Kurulu'nun özellikle anayasal düzene karşı işlenen suçların temyiz incelemesini yapmakta olan ve Balyoz ile Devrimci Karargah davalarının kararlarını onayan 9'uncu Ceza Dairesi üzerinde nasıl bir tasarrufta bulunacağı merak konusu olmuştu. Taslağa göre "daire başkanları yerinde kalsın" kararı Yargıtay'ın bu kritik dairesinde istisnaya uğrayacak. Dairenin başkanı da dahil olmak üzere tüm üyeleriyle değiştirilecek."

New York, Washington, Pensilvanya, Nürnberg, Hamburg, Berlin, İstanbul, Ankara, Tel Aviv paraleller, gladio, PKK, HDP, CHP...
Bütün bu bilgilere ve açıklamalarımıza KOMPLOCULUK eleştirisi getiren arkadaşlar ister araştırır, okur ve öğrenirler ya da tam tersini yapıp at gözlüğüyle bakmaya devam ederler.

Şimdi anlaşılıyor mu acaba Selahattin Demirtaş'a ve HDP'ye olan bakışımız?
Bitmedi...
Kendi ayaklarıyla Afganistan'daki görevinden ifade vermeye gelip gelir gelmez apar topar tutuklanan ve denilene göre cezaevinde spor yaparken vefat eden (inanırsan) MİT görevlisi Kaşif Kozinoğlu'nun el yazmalarına yer verelim mi?
MİT Asya Bölgesi Başmüşaviri Kâşif Kozinoğlu, el yazılarında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili çok çarpıcı bir iddia ortaya atmıştı.

Kozinoğlu’nun iddiası şöyle:
“Almanya anılan belgelerin bir kısmını bizzat Almanya’ya giden CHP lideri olmayan Kemal Kılıçdaroğlu’na iletmiştir. Yani Kılıçdaroğlu Almanya’ya gittiğinde BND mensupları ile görüşmüştür. (BND’nin ağzından bizzat) Alman Gizli Servisi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasını desteklemiştir. Ayrıca, Deniz Feneri’nin Türkiye’deki mahkeme safahatını yakın takibe almıştır.” (-Ergün Gedek-Kaşif Kozinoğlu'nun mezara götüremediği sırlar-Kendi el yazmaları adlı kitaptan)
Deniz Baykal kasetle tasfiye ediliyor ve yerine son bir sene boyunca eline belge verilerek parlatılan ve TEMİZ TOPLUM savunucusu olarak lanse edilen Kemal Kılıçdaroğlu getiriliyordu. Evet getiriliyordu, çünkü tek aday olarak kongreye çıkmıştır. Yarıştırılmadan koltuğa oturtulmuştur. Bu olay CHP'nin 17-25 Aralığıdır. AKP'ninkinden tek farkı bunun başarıyla sonuçlandırılmasıdır.

Yukarıda açıkladığımız üzere Bianet adlı haber ağının destekçisi Dünya'ca ünlü spekülatör Soros'un ülkemizde koltuk çıktığı bir başka kuruluş olan TESEV'in 183 no.lu kurucu üyesidir Kemal Kılıçdaroğlu. Hala olağan karşılayanlar çıkabilir. 
Ancak olağan değildir ! Olağanüstüdür !
Stockholm merkezli Silk and Road enstitüsü (ABD'deki John Hopkins Üni.ne bağlı) Baykal'a yapılan kaset darbesinden iki yıl önce 2008'de Svante E.Cornell ve Halil Magnus Karavelli imzalı bir rapor yayınlamıştır. O raporda AKP İslamist çizgiye geri döndüğü takdirde Türkiye'deki muhalefetin dizaynına yönelik ihtimallerin en can alıcı kısmı şu şekilde ifade edilmiştir: "Laiklik bazlı muhalefet yapan Kemalist CHP yönetiminin değiştirilip yerine Kemal Kılıçdaroğlu başkanlığında yeni bir CHP oluşturulması gerektiği."

Sözü Emin Pazarcı'nın 24.11.2011 tarihli yazısına bırakalım:
"Türk okurları, Halil Magnus Karavelli‘yi, Cumhuriyet Gazetesi‘nin 2. sayfasında yayınlanan yazılarından hatırlayabilirler.
Karavelli, İsveç‘te bir gazetenin de başyazarı. Enstitü‘nün İsveç‘teki Türkiye çalışmalarını O yönetiyor.
Svante E. Cornell ismine ise, İsrail‘de yayınlanan sağ eğilimli The Jerusalem Post Gazetesi‘nde sıkça rastlamak mümkün.
İlginçtir, zaman zaman The Jerusalem Post‘ta Halil Magnus Karavelli‘nin de yazıları yayınlanıyor.
Cornell ve Karaveli ikilisinin ortak özellikleri, İsrail‘le yakın ilişkileri.
Ekim 2008‘de yayınlanan raporda yer alan Türkiye senaryoları son derece önemli.
Raporun içinde Türkiye‘yi sarsacak öngörüler yer alıyor. Raporun 72. sayfasındaki ifadeler, aynen şöyle:“CHP‘den istifa etmeye ikna edilecek Deniz Baykal‘la, yolsuzluklar konusunda kamuoyunun dikkatini çeken Kemal Kılıçdaroğlu yer değiştirecek. CHP, yeniden Avrupa tarzı bir sosyal demokrat parti olarak ortaya çıkacak.”
O tarihte Kemal Kılıçdaroğlu, henüz çiçeği burnunda bir Grup Başkan Vekili.
Seçimler yapılmış ve ardından CHP‘ye Grup Başkan Vekili seçilmiş. Ayrıca, uzun bir CHP geçmişi yok. Örgütler üzerinde de herhangi bir etkisi bulunmuyor.
O günlerde “Baykal istifa edecek ve yerine Kılıçdaroğlu gelecek” şeklindeki bir düşüncenin akla gelmesi bile mümkün değil.
Biri çıkıp böyle bir tez ortaya atsa, o günün şartlarında siyaseti bilen herkes tarafından verilecek cevap belli:
- Hadi oradan, Kılıçdaroğlu da kim ki Baykal’ı devirip yerine oturacak!
Silkroad Enstitüsü ise, Türkiye ile ilgili senaryosunda, “Baykal istifaya ikna edilecek, yerine Kılıçdaroğlu gelecek” diyor…
Bu öngörü de aynen gerçekleşiyor!
Birileri, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal‘ın uygunsuz kasetlerini internet sitelerine servis ediyor. Yaşanan çalkantının ardından Baykal istifaya ikna ediliyor!
Ardından da “olmaz” denilen oluyor.
Kemal Kılıçdaroğlu, CHP‘nin başına geçiyor.
Son derece ilginç değil mi? ABD‘nin 2008 Yılı‘ndaki Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili öngörüsü, 2010 Yılı‘nda aynıyla vaki oluyor!
Şimdi soruyorum:
- Bu kadar ilginç bir öngörü ve bu denli büyük bir tesadüf olur mu?
Devam edelim. Tesadüfler bu kadarla sınırlı değil. Silkroad Enstitüsü‘nün 2008 Yılı‘nda hazırladığı raporda,2010 Yılı‘nda gerçekleşen ve bugün CHP‘de ciddi tartışmalara yol açan bir başka kehanet daha var…
Raporda, “Yeni CHP’den” söz ediliyor!
Enstitü, Kılıçdaroğlu‘nun “Yeni CHP” dediği, CHP içindeki pek çok milletvekillinin ise, “CHP,CHP olmaktan uzaklaştırılıyor” ifadeleriyle özetlediği, partinin bugünkü yapısını da o günden görmüş!
Aynen şöyle deniliyor: “CHP, yeniden Avrupa tarzı ve merkezli bir sosyal demokrat parti olarak ortaya çıkacak.”
Rapor ortada. 2008‘de CHP ile ilgili olarak yapılan öngörüler son derece net!
Amerikan-İsveç Merkezli Enstitü, “Baykal gidecek, Kılıçdaroğlu gelecek” diyor; Kılıçdaroğlu geliyor.“Partinin yeniden düzenleneceğini” bildiriyor; “Yeni CHP” ortaya çıkıyor.
Bütün bu yaşananlar tesadüf olabilir mi?
Buyurun, cevabı siz verin ! "

Yukarıda HDP bahsinde unuttuğum bir olayı yazmadan bu yazıyı bitirmeyeyim; Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Türkiye'nin yeni ve parlak siyasetçisi Selahattin Demirtaş Haziran ayının ilk haftasında ilk kez Abdullah Öcalan'ı ziyarete gitti, bir daha da asla gitmedi zaten. Hürriyet gazetesi yazarı Yalçın Doğan bu önemli ziyareti köşesine taşıdı ve Abdullah Öcalan'ın Demirtaş'ı üstelik de hakaret ederek adadan kovduğunu yazdı. Bu yazının doğruluğuna kesin olarak inanıyorum. Yalçın Doğan söz konusu bilgiyi muhakkak ki Demirtaş-Öcalan görüşmesini izleyen Mit'çilerden öğrendi. İlerde bu konuyu aydınlatacağını sanıyorum. Ancak Doğan Holding'in döneme ilişkin politik konumlanmasına uymayan bu yazı hemen internetten kaldırıldı. Çünkü Demirtaş'ın itibarı zedelenmemeliydi. Son çare olan Demirtaş ve Kılıçdaroğlu'na en üst düzey ihtimamın gösterilmesi elzemdi. Merak eden gider Hürriyetin o nüshasını Milli Kütüphanede bulup okur.

İki soru sorarak toparlayalım;
Bütün bu somut, ispatlı, belgeli gerçekleri okuyup bildikten sonra,
1) Türkiye'nin iç ve dış politikasına ilişkin görüşleriniz ne yönde değişir?
2) Reel politikadaki tutumunuz ne olur?


Av.Saygın Bedri Gider