23 Temmuz 2014 Çarşamba

CEMAAT POLİSLERİNE YAPILAN OPERASYONU ANLAMAK



Dz.Yarbay Ali Tatar





Amirallere suikast iddiasıyla göz altına alınmak istediği esnada bu durumu kabullenemeyip şüpheli bir intiharla ölen Deniz Yarbay Ali Tatar'ın abisi Ahmet Tatar göz altına alınan polis şeflerine hitaben "Çok can aldınız, çok can yaktınız. Haksızlıklarla masum insanların hayatlarını mahvettiniz! Fakat ne olursa olsun sizin için de adil yargı istiyoruz." demiş.

Çok açık söyleyeyim; evet hele hele hukukçu olarak herkese adil yargı, tarafsız ve bağımsız hakim istiyoruz. Kimse hukuk erkini öç ve güç için kulanmasın, kullanmamalı.Fakat sen iktidar kavgan uğruna benim abimin ölümüne yol açacaksın, ben de senin için adil yargılama isteyeceğim !!! Ahmet Tatar'ı bu dervişane tavrı için tebrik ederiz, ancak bu davranış bizim harcımız değil. Dünden beri süren operasyonlarda göz altına alınan emniyet içindeki bu görevlilerin eğer suçları varsa hak ettikleri muamele ve cezayla yüzleşmelerini dilerim.Ergenekon davasında avukatlığını yaptığım, tutuklandığı için yaşadığı büyük üzüntü neticesi kanser olup, kısa sürede vefat eden müvekkilim Engin Aydın'ın evinde yapılan aramada Engin abinin torununun sünnet düğününün kaydını içeren CD'lerin içinden bir CD çıkardı bu paralelci ahlaksızlar. Örgüt bilgilerinin kayıt edildiği bu CD'den ne Engin abinin ne eşinin bilgisi vardı, eve girip çıkan yakınlarının da haberi yoktu. Fakat arama el koyma tutanağındaki delil listesinde bu CD mevcuttu ve arama el koyma hukuka uygundu. Peki kim koymuştu bu CD'yi delil torbasına?
Engin Aydın cezaevinden tahliye olurken
Dört gün uykusuz göz altıdan sonra şişman savcıyla girdiğimiz gece ikide başlayıp ertesi gün öğlen oniki'de biten savcılık sorgusunda Engin abinin torununun adının Doğu olması (Doğu Perinçek'in de sanıklar arasında olması sebebiyle) bile aleyhe delil sayılmış, tutukluluk talebinin dayanağı olarak gösterilmişti.
İşte dün bugün göz altına alınanlar yaptı bu ahlaksızlığı, bu hainliği... Engin abi tutuklandı, değerli meslek büyüğüm Av.Turan Karakaş ile otel odalarında hazırladığımız itiraz dilekçemiz sonuç verdi. Engin abimiz tahliye oldu on gün sonra. 

Fakat yıllarca devletin üst kademesinde bürokratlık yapmış yetmiş sekiz yaşındaki bu insanın tutukluluk yüzünden yaşadığı üzüntü o kadar derindi ki... Dayanamadı vücudu. Kanser olup bir kaç ay içinde vefat etti.




Asılarak öldürülen
Fethi Gürcan ve Talat Aydemir'in mezarları



Elbette bu anlattıklarım ülkemizde yaşanan büyük hukuk skandalları yanında küçük bir yer tutuyor.
Dr.Hikmet Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet'lerin on yıllarca yatırıldığı 1930'ların Donanma davası, '51 tevkifatı ve sonrasında hem Kürt'ler hem komünistler aleyhine yürütülen yargılamalar, 27 Mayıs yargılamaları, 21 Mayıs 1963 Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ın asılmasıyla sonuçlanan ordu-gençlik yargılamaları, 12 Mart ve 12 Eylül yargılamaları, 12 Eylül sonrası olağanüstü hal bölgelerinde ve DGM'lerde yürütülen davalar ne kadar masumun canını yaktı, hayatını mahvetti.





İşte dün on altı yıllık hapislikten sonra özgürlüğü iade edilen Salih Mirzabeyoğlu davasının da yer aldığı Amerikancı ve siyonist çetelerce tasarlanan 28 Şubat davaları, Pınar Selek davası, sevgili Sarp Kuray'ın altı senedir ceza evinde haksız yere tutulduğu kirli bir kurgunun en özel örneklerinden olan 16 Haziran Örgütü davası bu ülkenin yüz karası yargı tarihinde ilk aklıma gelenler.

Salih Mirzabeyoğlu yıllarca tek başına tutulduğu hücresinde.

Sarp Kuray Sincan F Tipinde arkadaşlarıyla
Sarp Kuray hakkında çok açık AİHM kararı olmasına rağmen , bu yüksek mahkeme kararına en ufak şekilde riayet etmeyerek, başlatılan yeniden yargılamayı apar topar bitiren hakimlerin olduğu bir yargının parçasıyız maalesef.
Hep söyledik hep yazdık; bugün göz altına alınanlar örneğin Ali Fuat Yılmazer şişman savcı abisi ve diğer savcı çetesiyle bu ülkenin istihbarat kurumunun başındaki kişiyi Hakan Fidan'ı tutuklamak suretiyle Başbakan Tayyip Erdoğan'ı gayrı meşru hale getirmek istedi. 

Neden? Çünkü İsrail başbakanı Netanyahu ve ABD'deki Yahudi lobisi öyle istiyor. (Bu konu çok detaylı olup, başlı başına konuşulması gereken bir maddedir, daha sonra detaylı bir çalışmayla bu konuyu da deşeriz.)
KCK davasıyla tutuklanan en az dört bin BDP'li üzerinden çatışmalar provake edilmek istendi. Çok şükür -aslında Kürt politikası üzerinde tahmin edilenin aksine etkin olmadığını bildiğimiz- APO'nun aklı selim davranış ve açıklamaları çatışmaları engelledi, dağ Apo fenomenine aykırı davranamadı. KCK davasında canımız ablamız Av.Gönül Erdem tutuklanmıştı, müdafiliğini yaptım. O sebeple davada yapılan dinlemeler, polis fezlekeleri ve dün göz altına alınanların hazırladığı örgüt şemalarına vakıfım. Düzmece deliller, saçma sapan örgüt şemaları, gizli tanık ifadeleriyle uzunca bir zaman kaybına yol açan bu davayla meşgul oldu ülkemiz yıllarca.

Yazıya rahmetli Ali Tatar'ın ölümü ve abisinin açıklamasıyla başlamış, sözü rahmetli -nurlar içinde uyusun- Engin Aydın'a getirmiştik. Oraya dönüp son sözlerimizi söyleyelim.
Her Ankara'ya gidişimde Engin abiyle buluşur, müdavimi olduğu mütevazi meyhaneye gider, iki kadeh rakı içer, dertleşir, fikir alıp verirdik. Çoğu zaman farklı düşünürdük tarihsel meseleler ve günlük olaylar hakkında. Ama çok severdi beni, ben de onu. Namuslu, yurtsever, cesur bir insandı. Kısa sürede kanser oldu Engin abi ve vefat etti. Geç haberim oldu, cenazesine maalesef katılamadım. 



Onu kanser edenlerle Yarbay Ali Tatar'ı öldüren ya da intihar ettirenler, Hakan Fidan'ı tutuklamak isteyip KCK davası tutukluluklarıyla büyük bir anafor yaratmayı tasarlayanlar, MİT'in devlet sırrı niteliğindeki tırlarını durdurup Dünya'ya "Suriye'ye silah taşıyan Türkiye" görüntüsünü oluşturanlar, devletin en üst katının kriptolu telefonlarını dinleyebilenler, Hrant Dink cinayetinde parmağı olan emniyetçiler dün göz altına alınanların da içinde olduğu düşünülen büyük bir şebekedir. 


Bu şebeke Mustafa Koç'a Afrika'da petrol rafinerisi alabilen, CHP-MHP'nin Istanbul ve Ankara belediye başkan adaylarını ve Tayyip Erdoğan karşısındaki Cumhurbaşkanı adayını belirlemede büyük irade sahibi, Merkez Bankası ve Istanbul Borsasını yönetenleri istedikleri zaman istedikleri gibi organize edebilen, ellerindeki basın yayın araçlarıyla kamuoyunda arzuladıkları algı ve kurguları kolaylıkla yaratan habis bir kanserdir. Meseleyi anlamak için Samuel Huntington'ın tezlerini ve eski CIA yöneticileri Graham Fuller ve Morton Abromowitz'in hem ülkemizde hem Ortadoğu'da yaptıkları operasyonları iyi bilmek gerekir. 


Ilımlı islamla neyi amaçladıkları ayrı bir yazının konusu, şimdilik geçiyoruz.
ABD Maliye bakanlığı üst düzey bürokratı Dr.Jonathan Schanzer'in rapor ve emirleriyle başlatılan 17 Aralık yolsuzluk operasyonunun hedefinin Halkbank adlı kamu kurumunun faaliyetleri olduğunu hatırlarsak Türkiye'nin hangi büyük satranç tahtasında oyun oynadığı ya da o oyunun nasıl dışına çıkarılmak istendiği yukarıda anlattıklarımızla birlikte değerlendirildiğinde daha iyi anlaşılır.


23.07.2014, İstanbul
Saygın Bedri Gider

21 Temmuz 2014 Pazartesi

SREBRENİTSA'DAN FİLİSTİN'E UZANAN VAHŞET 13.07.2014



Srebrenitsa soykırım mezarlığı anı defteri


SREBRENİTSA'DAN FİLİSTİN'E UZANAN VAHŞET VE ACILAR 


KÖPRÜSÜ YIKILSIN ARTIK! 



Geçtiğimiz yılın yaz aylarında gerçekleştirdiğimiz Balkan seyahati esnasında yolumuz üzerinde olmamasına rağmen bulunduğumuz yerden üç yüz kilometre uzaktaki Srebrenitsa'ya gitmeye karar verdiğimde o acı iklimin ruhumda, beynimde hatta rüyalarımda bile yaratacağı sarsıntı ve yıkımı tahmin edemezdim.

Nasıl olurdu da benim, bizim, başkalarının olduğu gibi et, kemik ve ruhtan müteşekkil insanlar çoluk çocuk kadın yaşlı binlerce savunmasız insanı bir gecede tavuk keser gibi katlederdi. Ama biz bunu biliyorduk. Amerika kıtasındaki yerli halkların kendi dillerini bile unutturanları, son üçyüz yıldır Afrika'yı insanıyla, doğal zenginliğiyle talan edenleri, Ortadoğu'dan kanı ve göz yaşını eksik etmeyenleri iyi biliyorduk. Tarihin tüm gerçeklerine karşın iyi niyetimizi muhafaza etmeye çalışmamız herkese yetecek bu cennet Dünya'da hırsızlığın, gaspçılığın akıl odalarını, kan tüccarlarının varlığını, kirli yollarında kendinden gayrısına tahammül edemeyenlerin kurgularını görmemizi engellemiyordu.






Srebrenitsa'da insanlık ayıbı o şehitliğe girdiğimde her mezar taşına dinmeyen sonsuz sızıların kolyesi gibi geçirilen tespihlerin tanelerine acısını nakşeden annelerin ellerini, öldürülenlerin yakınları olan çocukların yanaklarını öptüm. Her ölenin yerinde benim gibi, bizim gibi olan çocuklarınız, kardeşleriniz var yeryüzünün çoğu yerinde dedim kalbinin en derininde kanamaya devam eden o insanlara. 








Ve dedim ki; biz daha çokuz, elbet bir gün hakim kılacağız iyilerin , namusluların, vicdanlıların kalbini bu dünya'ya. 

umut ve inançla bundan on dokuz yıl önce insanın kendisini yitirdiği anlardan biri olan Srebrenitsa soykırımında hayatını kaybeden kardeşlerimi bir kez daha tarifsiz bir elemle yad ediyorum. 

Srebrenitsa insanın insanlığını daha çok kaybettiği bu yüz yılda bize vicdan ve iyilikten daha değerli bir şey olmadığını hatırlatıyor. Aslında mezarlığın anı defterine de yazdığım gibi karanlığın üzerinde bir güneş gibi duruyor. 






Ve şu an Filistin'de, Gazze'de bu güneşin aydınlığından çok uzaktaki insan müsvettelerine, Srebrenitsa'yı kan gölüne çevirenlerden farksız olan İsrail devletini idare eden katillere, bu kan pazarını seyrederek mutlu olan vicdansız Yahudilere o güneşi göstermeye uğraşan iyi ve namuslu Yahudilerin olup olmadığını düşünüyorum. 








Umarım vardırlar, çoğalırlar... Çoğalırlar... Ve azalttıklarının utancını baş uçlarından hiç eksik etmezler.




                                                    



                                                                                                                      
                                                                                                                                                                                           13.07.2014,İstanbul 
             Saygın Bedri Gider
                       

20 Temmuz 2014 Pazar

BABA, DİMDİK DURMAK EN ÇOK SANA YAKIŞIYOR - 16.06.2014

Bugün babalar günü. Böyle günleri çok sevmem, yıl dönümlerinden de çok hoşlanmam. Elbette tüketim bu günlerin önüne geçtiği için. Benim için her gün babalar günü, her gün anneler günü, her gün güzel gün...

Sosyal medyada babalar günüyle ilgili bir çok şey şey yazılıyor, belki babalarına söyleyemediklerini yazıyor insanlar.  Bende biraz arkadaşlarımla, biraz da babamla sohbet eder gibi yazacağım. 

Çocukluğumdan beri atlar var hayatımda. İlk atım hayal meyal hatırlayıp, sonra fotoğraflardan bildiğim oyuncak atım. Kırmızıydı. Bisiklet büyüklüğünde, altı yassı demirli, üzerine binince sallanan kırmızı bir at.

Babam almış. Sonra ben kırmızı atımı çok sevdiğim için babam evdeki en büyük odanın duvarına bir pazar günü kırmızı at resmi çizdi. Beyazın üzerine kırmızı bir düldül.  O atın karşısında uyumaya başladım. Sallanan atım hep yanımda...

Evin arka odasındaki pencerede dut ağacından dut toplardık beraber sabahları. İple çektiğim an akşama doğru babamın eve geliş saatleriydi. O zaman sokaklarda doyasıya oynardık. Şehir ve insanlar bu kadar kirlenmemişti. Babamın işten dönüş saatleri yaklaşınca arkadaşlarımı bizim evin kapısına çekerdim, babamın gelişini görmek için. Muhakkak elinde bir poşetle gelirdi, ya meyva ya tatlı gibi bir şey olurdu poşetlerde. Beni görünce de elimden tutardı, birlikte eve doğru yürümeye başlardık. Bana aldığı çukulataları hiç bir zaman oynadığım onlarca arkadaşımın yanında vermedi. Sonradan anladım ince kalbini.

Babam on dokuz yaşında kaybetmiş babasını ve hep çalışmış sonra. Bir taraftan 1968 ve sonrasının politik ortamındaki konumu ve mücadelesi, bir taraftan babaannem ve hasta amcamın hayat sorumluluğu, bir yandan hukuk fakültesindeki öğrenimi... Ve tüm bunların içinde anneme olan büyük aşkı. Annem Urfalı bir toprak ağasının kızı. Şoförlerle, halayıklarla büyümüş bir saray prensesi. Evlenene kadar çamaşır bulaşık bile yıkamamış. Tanışmaları 1968... Tabii komünist ve üstelik fakir bir adama verilir mi bu çiçek. Aslında tam da ona verilir ya... Neyse, annemi vermedikleri gibi babamdan uzaklaştırmak için İstanbul'dan Urfa'ya göndemişler. Babam aylarca beklemiş, sonra beline silahı koyar koymaz ver elini Urfa. 1970'lerin Türkiye'sinde İstanbul'dan Urfa'ya silahlı külahlı maceralı bir yolculuk... Bense bunları lise yıllarında annemin sakladığı mektuplardan öğrendim. Annem müthiş öfkelenmişti. Aradan yıllar geçip annem kendisini isteyen nice zengin meslek sahiplerine varmayınca, kızın yaşı geçiyor diye mecburen veriyorlar annemi. Biz de bu aşkın meyvesi olarak şimdi bunları yazıyoruz buralarda işte.

Çocukluğuma geri gideyim. Herkesin dedesi vardı, benimki yurt dışındaydı, bir gün geri gelecekti. Beni üzmemek için böyle söylermiş. İlkokul yıllarına kadar dedemin bir gün geleceğini bekledim hep. Babam bazı akşamlar rakı içer, o zamanın siyah beyaz TRT'sinde ya da radyoda Türk Sanat müziği dinler, neşeli bir şeyler çalınca da beni masaya çıkarıp çiftetelli oynardı benimle. O kadar mutlu olurdum ki... Cuma ve Cumartesi akşamlarıysa eski arkadaşlarının babamı ziyaret ettikleri, evimizin güzel sofrasında annemin enfes yemekleriyle bir çok şeyin; tarihin, politikanın, şarkının, şiirin konuşulduğu, bazı temel şeylerin hafızama ilk kazındığı anlar olarak film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden. Yavaş yavaş şekillendiğimiz o yıllar 12 Eylül'ün hemen sonrasıydı. Her haber bülteninde Kenan Evren'e ana avrat söverdi babam...Turgut Özal'a çok kızardı... 

Deniz Gezmiş babamın yakın arkadaşı... Mahir Çayan ceza evinden kaçtıktan sonra Yılmaz Güney'in evine gitmeden bir kaç gün Laleli'de babamın da olduğu bir evde kalmış. Hep onları anlatırdı. Taylan'ın ölümünü anlatırken gözleri dolardı babamın. İTÜ yurdundan aşağı atılarak öldürülen Vedat Demircioğlu'nun cenazesini taşımış, 6. Filo eylemlerinde ABD'li askerleri pataklamış... Samsun'dan Ankara'ya 'Tam Bağımsız Türkiye' yürüyüşünde yürümüş... 

Sonra Dr.Hikmet Kıvılcımlı'yla tanışma... Öğrencisi olmuş onun... Her bahsi geçende ne büyük saygı duyar, ne kadar yüceltirdi onu. Hiç sorgulamayan, düşünceye kendini kapatmış bir uşak saçmalığı ve aymazlığıyla değil, gerçekten anlayarak... Fotoğraflar çıktığında, İstanbul Hukuk Fakülte'sini işgal ettiklerinde rektörün odasında Deniz'le olan fotoğrafına bakar, duygulanır, gülerdi sonra... Deniz'in muzurluklarını anlatarak... Dr. Hikmet hiç bir sosyalist ülke kendisini kabul etmeyip Belgrad'ta kanser acıları içinde öldükten sonra cenazesini Edirne'den alıp Topkapı'daki mezarlığa defnedenlerden biri kendisi. Sanıyorum beş altı kişilermiş. Ve böyle bir çok başka anı... İşkenceler, göz altılar, kaçak zamanlar... Zaman geçti. Okul yıllarında doğal olarak sol örgütlere, gruplara meyledip yerimi arıyordum. Hep bir uyumsuzluk yaşadım. Çünkü babam beni Türkiye'li biri olarak yetiştirmişti. Bu topraklara ekmişti kökümü. Oysa bizim solda kendimi yabancı hissedeceğim bir çok şey bulacaktım. Hep bir yabancılık hissedecektim. Meseleri biraz kavramaya başladığımda bunun sebebinin 1980 öncesinde sol'da yaşanan anlamsız fraksiyonlaşmalar ve bu bölünmelere giydirilen şablonik fikir giysileri olduğunu anlayacaktım. 

Ve tartışmalar, tartışmalar... Babamın beni dikkatle takip ettiğini, hiç hissettirmeden beni izlediğini yıllar sonra anladım. Ayrıntılarını veremeyeceğim bir çok tehlikeden onun öngörüsüyle kurtulmuşum. 

Derken üniversite... Bana hiç bir zaman okumak istediğim bölümle ilgili telkinde bulunmadı. Tek şey demedi. Bana bıraktı seçimimi. Ona o kadar hayrandım ki... Elbette sadece avukat olmak istiyordum. Onun bana nakşettiği hak ve adalet duygusunu ancak bu meslekte yaşayabilirdim. Öyle oldu, dört senede bitirdim fakülteyi. Benimle gurur duyuyordu. Mütevazi büromuzda çalışmaya başladım. Lise yıllarında ve fakültedeyken de büroda çalışır, dilekçeler yazar, adliyelere evrak götürürdüm. O günlerde biraz biraz çatışmaya başlamıştık. Çünkü para umurunda değildi babamın. Bakılan davalardan ne para alındığı onun için önemsizdi. Önemli olan şey avukatlığı yapılan kişinin hakkının en iyi şekilde savunulmasıydı. Sonra sonra anladım, aslında ben de böyleydim. Para için kimsenin esiri olamazdık biz. Bu yüzden zenginliği dillere destan çok kişinin avukatlığını reddetti babam. Ne kadar haklı olduğunu meslekte zaman geçirdikçe anladım. Müvekkilinin kölesi ya da yanında çanta gibi taşıdığı avukatları gördükçe de hem üzüldüm hem değerimi, aslında babamın değerini daha iyi anladım. Geçmişteki politik uyuşmazlıkların da kökeninde bu vardı: bağımsızlık tutkusu ! Bu bağımsızlık tutkusuydu bizi biz yapan. Bağımsızlığımıza kasteden bir şey olunca dayanamıyorduk, her koşulda karşı çıkıyorduk. 

Rodrigo'nun gitar konçertosunu, Rodrigo'nun çok küçükken kör olduğunu, kargaların kısa bağırsaklı olduğu için uzun yaşadığını, uçurtma yapmayı, ama en önemlisi doğru durmayı ve her zaman zayıfın ve haklının yanında olmayı babamdan öğrendim. 




Bir kaç senedir sağlığı bozulan babam şimdi ben bunları yazarken beni izliyor. Eskilerden konuşuyoruz. Gözlerini kaybettiği ve mesleğini yapamadığı için yaşadığı büyük üzüntüyü hiç birimize hissettirmeden ayakta ve sağlam rolünü oynuyor kaç zamandır. Oysa o kadar iyi değil artık.



Ama savaşacak, çok iyi biliyorum babamı. Savaşacak. O hayatı boyunca büyük zorluklara direnmiş bir adam. Direnmeye devam edecek. Başımızda olmaya devam edecek. Sağlığı ne kadar bozulursa bozulsun ayakta ve dimdik olmaya devam edecek. Değil mi babacığım?




                                                                                                                                  16.06.2014, İstanbul
                                                                                                                                    Saygın Bedri Gider 

AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ'NİN SARP KURAY V. TÜRKİYE KARARI 24 Temmuz 2012


AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ   
 İKİNCİ DAİRE

SARP KURAY V. TÜRKİYE
(Başvuru no 23280/09)
KABULEDİLEBİLIRLİK KARARI
STRAZBURG
24 Temmuz 2012

İşbu karar Sözleşme ’nin 44 § 2 maddesinde belirtilen koşullar çerçevesinde kesinleşecek olup şekli bazı değişikliklere tabi tutulabilir.







Sarp Kuray v. Türkiye davasında,
24 Temmuz 2012 tarihinde
Başkan  Françoise Tulkens Yargıçlar Danutė Jočienė, Dragoljub Popović, Işıl Karakaş, Guido Raimondi, Paulo Pinto de Albuquerque, Helen Keller ve Daire Yazı İşleri Müdürü Stanley Naismith’in katılımıyla oluşturulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (İkinci Daire) gerçekleştirdiği kapalı müzakereler neticesinde 3 Temmuz 2012 tarihinde aşağıdaki kararı vermiştir.
1.      Başvurunun, yargılama süresi ve 2008 yılında başvuranın mahkûmiyeti ile sonuçlanan davanın adil olmadığına ilişkin şikâyetler bakımından kabul edilmesine;
2. Yargılama süresinin, uzunluğu bakımından dolayı Sözleşmenin 6. maddesinin 1. paragrafının ihlal edildiğine;
3. Başvuranın, adil yargılanmadığına, dolayısıyla Sözleşmenin 6. maddesinin 1. ve 3. paragraflarının ihlal edildiğine;
 


USUL
1. Türkiye Cumhuriyeti aleyhine açılan (no 23280/09dava, Türk vatandaşı Sarp Kurayın (“Başvuran”) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (“Sözleşme”) 34. maddesi uyarınca 27 Mart 2009 tarihinde yapmış olduğu başvurudan ibarettir.
2.  Başvuran Ankara’da görev yapan Avukat A. G. Gürcan ve İstanbul’da görev yapan Avukat G. Meriç tarafından temsil edilmektedir. Türk Hükümeti (“Hükümet”) kendi görevlisi tarafından temsil edilmektedir.
3.      İkinci Daire Başkanı 7 Eylül 2010 tarihinde başvuruyu Hükümete tebliğ etmeye kararı almıştır. Sözleşme’nin 29. maddesinin 1. paragrafı gereğince Dairenin davanın kabul edilebilirliği ve esası konusunda aynı anda karar vermesi kararlaştırılmıştır.
OLAY VE OLGULAR
I.   Davanın koşulları
4.   Başvuran, 1945 doğumludur ve Ankara’da ikamet etmektedir.
A. Başvuran hakkında 1970’li yıllarda açılan ceza davası
5. Deniz kuvvetleri eski subaylarından ve Türkiye’de 68 kuşağı öğrencihareketlerinden birinin lideri olan başvuran, 12 Mart 1971 tarihindeki askeridarbe sonrasında cezai kovuşturmaya uğramıştır.
6.  Başvuran, 2 Haziran 1971 tarihinde tutuklanmış, 11 Ekim 1974 tarihinde serbest bırakılmıştır.
7. Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi, 1977 yılında başvuranı Türk Ceza Kanununun 146. maddesinin 3. paragrafı uyarınca Türk anayasal düzenini cebren yıkmaya teşebbüs suçundan 5 yıl ağır hapis cezasına mahkûm etmiştir.
8.       Ancak, 15 Mayıs 1974 tarihli ve 1830 sayılı Af Kanunu uyarınca başvurana verilen cezanın infazına yer olmadığına karar verilmiştir.
9.       Sıkıyönetim Mahkemesi’nin kararı, başvurana tebliğ edilmemiştir.
10.  Karar temyiz edilmediğinden, 31 Ekim 1977 tarihinde kesinleşmiştir.
B. Başvurana hakkında 1993 yılında açılan ceza davası
11.   Başvuran, 1980 yılında arkadaşlarıyla “Partizan Yolu” adlı bir gizliörgüt kurmuştur.
12.      Başvuran, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden önce 9 Nisan 1980 tarihinde Türkiye’den yurtdışına kaçmış, önce İsveç’e ve ardından Fransa’ya yerleşmiştir.
13.     Başvuran, 1987 yılında Partizan Yolu örgütünün yerine arkadaşları ile “16 Haziran Hareketi” adlı gizli, Marksist-Leninist yönelimli bir örgüt kurmuştur.
14.  Dosyadaki belgelere göre başvuran, Türkiye’de emniyet mensuplarına öldürme, silahlı soygun, bombalama, yaralama ve mala zarar verme gibi yasadışı eylemler gerçekleştirmeleri hususunda arkadaşlarına telefonla talimat vermiştir.
15.  Partizan Yolu ve 16 Haziran Hareketi üyeleri hakkında açılan bir ceza davası çerçevesinde (Dosya no 1990/48) çok sayıda tanığın ifadesi alınmıştır:
-   Polisteki sorgusunda S.K., Sarp Kuray’ın Türkiye’deki silahlı eylemlerin direktiflerini verdiğini ve kendisini örgüte genel sekreter tayin ettiğini söylemiştir.
Polisteki sorgusunda M.B.Ö, Sarp Kuray ile Lübnan’da örgüt kampında karşılaştığını, kendisiyle görüştüğünü ve örgütün Türkiye sorumlusu olmayı kabul ettiğini ifade etmiştir;
-   Polisteki sorgusunda M.A.B., Sarp Kuray’ın örgütün kurucusu ve yöneticisi olduğunu ve örgütü yurtdışından telefonla yönettiğini ifade etmiştir;
-   Ceza yargılaması aşamasında S.K., davalı örgütün üyesi olduğunu ve bu örgütün eylemlerini tasvip ettiğini ifade etmiştir;
-   Ceza yargılaması aşamasında M.B.Ö., ifadesinin işkenceyle alındığını ileri sürerek kendisine yöneltilen suçlamaları reddetmiş, yalnızca örgütün üyesi olduğunu ve örgütün eylemlerini tasvip ettiğini ifade etmiştir;
-   Ceza yargılaması aşamasında M.A.B., ifadesinin işkenceyle alındığını ileri sürerek kendisine yöneltilen suçlamaları reddetmiştir.

16. Başvuran, 22 Ekim 1993 tarihinde Türkiye’ye dönmüş ve İstanbul’da havalimanında gözaltına alınmıştır. Türk Anayasal düzenini cebren yıkmaya teşebbüs ile suçlanmıştır (eski Türk Ceza Kanunu madde 146(1)).
17.        Tutukluluğu sırasında, alınan ifadesinde şunları kaydetmiştir:

“Partizan Yolu örgütünün kurucusuyum.
1981 yılından itibaren örgütümüzün Bekaa vadisinde bir kampı vardı fakat silahlı hiçbir eylemde bulunmadık.
1984 yılında, M.B.Ö. örgütümüze katıldı. Örgütün Türkiye sorumlusuydu. S.K. da bizimle birlikteydi. M. A.B. de ekibimizin üyesiydi.
M.B.Ö. ve S.K.’ya Fransa’dan para gönderiyordum.
1987 yılında “Partizan Yolu” örgütü yerine “16 Haziran Hareketi “kuruldu.
M.B.Ö. ve S.K.’nın 1986 ve 1987 yılları arasında örgüt adına suç eylemleri gerçekleştirdiklerini öğrendiğimde (…) onlara bu faaliyetlerini tasvip etmediğimi açıkça ifade ettim.
1987 ve 1988 yılları arasında M.B.Ö. ve S.K. beni örgütün faaliyetleri konusunda düzenli haberdar ettiler.
Suç eylemleri benim haberim olmadan gerçekleştirilmiştir.”

18. İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi 28 Ekim 1993 tarihinde, Cumhuriyet savcısı başvuranı sorgulamış ve ifadesini almıştır.
19. İlgili, öncelikle anayasal düzeni cebren yıkma teşebbüsüne iştirakten geçmişte Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından mahkûm olduğunu, fakat 1974 affından yararlandığını açıklamıştır. Partizan Yolu ve 16 Haziran Hareketi örgütlerinin kurucusu ve yöneticisi olduğunu kabul etmiştir.
İfadesinde şunları kaydetmiştir:
  “16 Haziran Hareketi” örgütünün siyasi ve ideolojik bir vizyonu vardı.Örgüt içinde alınan siyasi kararların onaylanmasında önemli bir ağırlığım vardı.Lübnan’a 1983 yılında (on dört gün), 1989 yılında (on beş gün) ve 1990 yılında (yirmi gün) olmak üzere üç defa gittim. 1989 yılında gittiğimde M.B.Ö ve S.K. ile buluştum.Bazılarımız silahlı mücadelenin gerekli olduğunu düşünüyorlardı. Bu örgütün bazen şiddete başvurduğu doğrudur. Ben şahsen bu tarz yöntemlere karşıydım. »

20. Başvuran, 28 Ekim 1993 tarihinde bu defa İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne çıkarılmış ve tutuklanmıştır. Başvuran, gözaltında polise ve sonradan savcı önünde verdiği ifadeyi hâkim karşısında da tekrarlamıştır. Gözaltı sırasında hiçbir kötü muamele görmediğini ifade ederek şunları kaydetmiştir:
“16 Haziran Hareketi” aslında “Partizan Yolu” örgütünün yerine kurulmuştur. Bekaa vadisindeki askeri eğitimden haberim vardı.
1988 ve 1990 yılları arasında, örgütümüzün bazı üyeleri Türkiye’de şiddet eylemlerinde bulunmuşlardır. Bu eylemleri hiçbir zaman tasvip etmedim. Bu şahısların gerçekleştirdikleri suç eylemlerinin emrini ben vermedim.»

21. Başvuran hakkında, 2 Kasım 1993 tarihinde Cumhuriyet savcısı tarafından 16 Haziran 1986 tarihi ile 1990 arasında gerçekleştirileneylemlerden dolayı Türk Ceza Kanununun (TCK) 146. maddesi 1. paragrafı uyarınca Türk Anayasal düzenini cebren yıkmaya teşebbüs suçlamasıyla kamu davası açılmış, başvuran İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne çıkarılmıştır. İlgili, 28 Aralık 1993 tarihindeki duruşmada vekili de hazır bulunduğu halde kendisini şu ifadelerle savunmuştur:

  «Türkiye’ye geri döndüğüm sırada “ 16 Haziran Hareketi” örgütüyle hiçbir ilişkim kalmamıştı.
Bekaa vadisini özellikle siyasi üs olarak kullanıyorduk, fakat üyelerimizden bazılarının orada askeri eğitimden geçtiği doğrudur. »


22.  Bu duruşmanın ardından Sarp Kuray serbest bırakılmıştır.

23.  28 Aralık 1993 tarihinde dosyası, daha önceden İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde açılan 1990/48 sayılı davanın dosyası ile birleştirilmiştir.
24.    İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi, 20 Ocak 1998 tarihinde eski TCK’nın 170. maddesi gereğince başvurana ceza verilmesine yer olmadığına karar vermiştir .
25. Yargıtay, 23 Eylül 1998 tarihinde 20 Ocak 1998 tarihli kararı esastan bozmuştur. Yargıtay, eski TCK’nın 170. madde hükümlerinin ilgilinin durumuna uygulanamayacağına hükmetmiştir.
26.  İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi, 19 Mart 2002 tarihinde, başvuranı, eski TCK’nın 168. maddesinin 1. paragrafı uyarınca “terör
örgütünü yönetme” suçundan 12 yıl ağır hapis cezasına çarptırmıştır.
27. Yargıtay, 22 Ekim 2002 tarihinde 19 Mart 2002 tarihli kararı usulden bozmuştur. Yargıtay, eski TCK’nın 168. maddesinin 1. paragrafı uygulamadan önce, sanığa Asliye Ceza Mahkemesi’nde kendini yeniden savunma imkânı verilmesi gerektiğine hükmetmiştir.
28. Örgüt üyesi oldukları iddia olunan bazı sanıkların beraat etmesi, bazılarının da salıverildikten sonra kaçması nedeniyle, bu tarihten itibaren başvuran yalnız olarak yargılanmıştır.
29.    İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi, 13 Mayıs 2003 tarihinde, başvuranı dinledikten sonra yeniden aynı cezaya çarptırmıştır.
30.      Yargıtay, 23 Şubat 2003 tarihinde ilk derece mahkemesinin kararını bir kez daha esastan bozmuştur. Yargıtay, S.K. ve M.B.Ö.’nün ifadeleri de dahil dosya unsurlarına bakıldığında, sanığın örgüt yöneticisi olarak Türkiye’de gerçekleştirilen yasadışı eylemlerin talimatını vermesi ve güdülen amacın Türk Anayasal düzenini cebren yıkmak olması nedeniyle sanık hakkında eski TCK’nın 168. maddesinin 1. paragrafının değil, eski TCK’nın 146. maddesinin 1. paragrafının uygulanması gerektiğine hükmetmiştir.
31. Dosya, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmiştir. Başvuran, mahkemede    S.K.’nın   ifadesinin   doğru   olmadığını   savunmuş,  
Bu madde, yasadışı örgüt kurucusu sanığa hakkında herhangi bir kovuşturma açılmadan örgüt içerisinde hiçbir talimat vermediğini, Lübnan’a 1983 yılında arkadaşlarını ziyaret için gittiğini ve orada M.B.Ö.’yü gördüğünü söylemiştir. Başvuran, kampın yalnızca örgüt merkezi olduğunu ifade etmiş ve 1991 yılından itibaren örgüt ile her türlü ilişkisini kestiğini söylemiştir.
32.  İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi 29 Aralık 2005 tarihinde davayı yeniden görmüş, başvuranı yöneticisi olduğu örgütün 16 Haziran 1986 ve 1990 yılı arasında çok sayıda vahamet arz eden eylem gerçekleştirdiği gerekçesiyle, eski TCK’nın 146. maddesinin 1. paragrafı uyarınca cebren Türk anayasal düzenini yıkmaya teşebbüsten ömür boyu ağır hapis cezasına çarptırmıştır. Kararın ilgili bölümü aşağıdaki gibidir:

“Dosyadaki delillere bakıldığında, sanık Sarp Kuray’ın yasadışı “16 Haziran Hareketi” örgütünün kurucusu ve yöneticisi olduğu hususuna itiraz edilmemiştir.
Sanık Türkiye’de gerçekleştirilen suç eylemlerinin talimatını verdiğini inkar etse dahi, söz konusu örgütün üyelerinin kendisine örgütün tüm eylemleri hakkında bilgi verdiklerini ikrar etmektedir.
İlgili 1983, 1989 ve 1990 yıllarında örgütün Lübnan’daki kampına gittiğini kabul etmektedir.
Sanık örgütün şiddet eylemlerini tasvip etmediğini söylese de örgüt hiyerarşisindeki konumu ve gerçekleştirilen yasadışı eylemlerin sayısına bakıldığında bu iddia açıkça eşyanın tabiatına aykırıdır.
Örgüt üyelerinin evlerinde ele geçirilen ses bantlarının çözümünden, Sarp Kuray’ın ayrıca “Partizan Yolu” örgütünün devamı olan “16 Haziran Hareketi” örgütünün kurucusu ve yöneticisi olduğu anlaşılmaktadır.
S.K., M.B.Ö., ve M.A.B.’nin ifadeleri ve evlerinde ele geçirilen yasadışı dokümanlar, silahlar ve ses kayıtları da bu görüşü doğrulamaktadır.
Ceza soruşturması sırasında ele geçirilen deliller yasal yollarla temin edilmiştir ve kanuna uygundur.
Dolayısıyla sanığın suçu sabittir. Sanık, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını zorla değiştirip yerine Marksist-Leninist ilkeye dayalı bir sistem getirmek amacına yönelik olarak vahamet arz eden şu eylemlerin talimatını vermiştir:
27 Mayıs 1986 tarihinde Fatih’te silahlı soygun,
4 Haziran 1987 tarihinde, Kadıköy’de bombalı saldırı,
12 Ağustos 1987 tarihinde Zeytinburnu polis karakolunun silahla taranması ve bir emniyet görevlisinin öldürülmesi,
10 Eylül 1987 tarihinde Sheraton oteline bombalı saldırı,
28   Şubat 1988 tarihinde Bakırköy’de bir polis karakoluna bombalı saldırı, bir kişinin öldürülmesi,
3 Mart 1988 tarihinde Eminönü Olimpiyat otelinin soyulması,
21 Mart 1988 tarihinde Beyazıt’ta bir araba çalınması ve örgüt üyeleri tarafından bu arabanın sahte plaka ile kullanılması,
Nisan 1988 tarihinde Kapalı Çarşıda altın ve bir silah çalınması,
15 Haziran 1988 tarihinde Kadıköy’de bombalı saldırı,

20 Haziran 1988 tarihinde bomba yüklü araç ile saldırı,
29 Ağustos 1988 tarihinde Bakırköy’de altın ve telsiz gasp edilmesi,
3 Eylül 1988 tarihinde Beyoğlu’nda adam öldürme ve soygun,
2 Ekim 1988 tarihinde Kartal’da adam öldürme,
17 Şubat 1989 tarihinde Bakırköy’de bombalı pankart eylemi,
15 Mart 1989 tarihinde Kadıköy ve Beyoğlu’nda bombalı pankart eylemi,
20 Mart 1989 tarihinde Şişli’de Emirates Havayolları bürosunun bombalanması,
24 Mart 1989 tarihinde bomba yüklü araçla saldırı,
7 Nisan 1989 tarihinde Kadıköy’de bombalı pankart eylemi,
28 Nisan 1989 tarihinde Kadıköy’de bombalı pankart eylemi,
28 Nisan 1989 tarihinde Taksim’de bombalı pankart eylemi,
6 Aralık 1989 tarihinde Kuruçeşme'de ABD bandıralı bir yatın bombalanması,
22 Ocak 1990 tarihinde Beyoğlu’nda bir sendika binasına patlayıcı madde atılması,
23 Ocak 1990 tarihinde Karaköy'deki İstanbul Menkul Kıymetler Borsası binasına konulan bombanın patlaması sonucu örgüt üyesi bir kişinin ölmesi
23 Ocak 1990 tarihinde bir pazar yerinde bombalı pankart konulması,
24 Ocak 1990 tarihinde Beyoğlu sanayi odasına bomba konulması, Ramada otelinin bombalanması,
City Bank’ın bombalanması,
Bahreyn Havayolları binasının bombalanması,
Yukarıda hususlar muvacehesinde, sanığı Türk Ceza Kanununun 146. maddesinin 1. fıkrası gereğince cezalandırılmasına karar verilmiştir.”

33. Başvuran, avukatı vasıtasıyla kararı temyiz etmiştir. Başvuran, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nin hüküm vermeden önce davanın unsurları açısından TCK’nın 146. maddesinin 1. paragrafının uygulanma koşullarının oluşup oluşmadığının tespiti için özellikle (1990/48 sayılı dosyada örgüt üyeliğiyle suçlanan diğer sanıklar) S.K., M.B.Ö, M.A.B., O.T., N.K., H.E. ve Ü.B’nin şahit olarak dinlemesi gerektiğini savunmaktaydı.
34.  Dosya kapsamında yer alan şahitlerin durumu şöyleydi:
-     Firari  S.K., M.B.Ö. ve M.A.B. hakkında 20 Ocak  1998 tarihinde yakalama kararı çıkarılmıştır;
-     O.T. ve N.K.  sorguları sırasında Sarp Kuray hakkında hiçbir şey söylememişlerdir;
-          N.K. hakkında 11 Ekim 1994 tarihinde yakalama kararı çıkarılmıştır.
-         O. T. hakkında 20 Ocak 1998 tarihinde yakalama kararı çıkarılmıştır;
-  İlgililer hakkında 19 Mart 2002 tarihinde açılan kamu davası zaman aşımına uğramıştır;
- H.E. Sarp Kuray’ı Lübnan’da örgüt kampında gördüğünü söylemiştir. İtiraflarının işkenceyle alındığını iddia ederek yöneltilen suçlamaları reddetmiştir. H.E hakkında 20 Ocak 1998 tarihinde yakalama kararı çıkarılmıştır;
-   Sorguda başvuran hakkında hiçbir şey söylemeyen Ü. B. 20 Ocak 1998 tarihinde beraat etmiştir.
35. Yargıtay, 6 Aralık 2006 tarihinde, 29 Aralık 2005 tarihli kararın bazı sayfalarının İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Hâkimleri tarafından imzalanmadığı ve başvuranın adının sorgusu esnasında savcı tarafından yanlış yazıldığı gerekçesiyle kararı usulden bozmuştur.
36.  Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, 1 Haziran 2007 tarihinde istinabeyle başvuranın ifadesini almıştır. Başvuran, avukat desteği istememiştir.
37.   İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi, 25 Mart 2008 tarihinde Yargıtay’ın kararına uymuştur. Mahkeme, önceki kararında belirtilen gerekçelerle ve 1990/48 sayılı dosyada S.K., M.B.Ö. ve M.A.B. tarafından verilen ifadeleri göz önünde tutarak, başvuranı aynı suçlamalarla yeniden ömür boyu ağır hapis cezasına çarptırmıştır.
38.   Yargıtay, 22 Ekim 2008 tarihinde, 25 Mart 2008 tarihli kararı onamıştır.
39.  Başvuran, 4 Şubat 2009 tarihinde Sincan Cezaevine konmuştur.
C. Başvuranın, 1970’li yıllarda tutuklu geçirdiği sürenin 2008 yılında çarptırıldığı cezadan düşülmesi amacıyla yaptığı taleple ilgili işlemler
40.  Başvuranın avukatı, 10 Şubat 2009 tarihinde müvekkilinin 11 Nisan 1971 - 11 Ekim 1974 tarihleri arasında tutuklu olarak geçirdiği üç yıl, altı ay, bir günlük sürenin çekmekte olduğu cezadan düşürülmesi talebiyle yetkili adli makama başvuruda bulunmuştur. Avukat, talebinde gerekçe olarak 1977 yılında Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’nin 1977 yılında verdiği kararın müvekkiline tebliğ edilmediği,  dolayısıyla bu kararın kesinleşmediğini kaydetmiştir.
41. Aynı tarihte, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’nin 1977 yılında aldığı kararın bir nüshasını talep etmiştir.
42.       Yine 10 Şubat 2009 tarihinde, KKK Savcılığa ilgilinin dava dosyasının ve dolayısıyla talep edilen kararın arşivlerinde bulunmadığına ilişkin bir faks göndermiştir.
43.       Ancak, faksla gönderilen bu yazıda başvuranın 1977 yılında çarptırıldığı cezanın tarihleri ile ilgili bilgi yer almaktaydı. Buna göre,kararın kesinleşme tarihi 31 Ekim 1977 ve başvuranın tutukluluk süresi 11 Nisan 1971 ile 11 Ekim 1974 tarihleri arasında idi.
44.       Askeri yetkililere göre, bu bilgiler Sıkıyönetim Mahkemesi’nin yazı işleri kayıtlarından alınmıştır.
45. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi, 3 Nisan 2009 tarihinde, başvuranın talebini aşağıdaki gerekçelerle reddetmiştir:
-Başvuran, 1977 yılında Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından beş yıl ağır hapis cezasına çarptırılmıştır;
-1803   sayılı  Af Kanununun uygulanmasıyla hükmedilen  cezanın infaz edilmemesine karar verilmiştir;
-  Bu karar, 31 Ekim 1977 tarihinde kesinleşmiştir;
-  -Başvuranın, 25 Mart 2008 tarihli en son mahkûmiyeti 16 Haziran 1986 tarihinden sonraki suç eylemleri ile ilgili idi;
-  Dolayısıyla, 1970’li yıllarda tutuklu kaldığı sürenin 25 Mart 2008 tarihli kararla verilen hapis cezasından düşülmesi mümkün değildir.
46.       Başvuran, 12 Mayıs 2009 tarihinde bu karara itiraz etmiştir.
47.      İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi, bu itirazı reddetmiştir. Mahkeme, ilgilinin Sıkıyönetim Mahkemesi’nde görülen dava çerçevesinde mahkûm olduğunu (1803  Sayılı Kanun gereği infaz edilmeyen ceza) ve bundan dolayı ilk dava kapsamındaki tutukluluk süresinin sonraki cezalardan düşülmesinin imkânsız olduğunu kaydetmiştir.
48.       Bu karar, 16 Haziran 2009 tarihinde başvurana tebliğ edilmiştir.
49.  Dava dosyasından, ilgilinin 28 Kasım 2016 tarihinden itibaren şartlı tahliyeden yararlanabileceği anlaşılmaktadır.

II. İLGİLİ İÇ HUKUK KURALLARI VE UYGULAMALARI
50. 1 Haziran 2005 tarihinde, yürürlüğe giren yeni Türk Ceza Kanununun (TCK) 63. maddesine göre, kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararından önce gerçekleşen tutukluluk süresi hükmolunan cezanın süresinden düşülmektedir. 1 Haziran 2005 tarihine kadar, yürürlükte olan eski TCK’nın 40. maddesinde de benzer bir hüküm öngörülmekteydi.
51. Yargıtay’ın yerleşik içtihadına (Yargıtay Genel Kurulu’nun 6 Mart 1940 tarihli ve E. 1940/5 - K. 1940/68 sayılı içtihadı birleştirme kararı ve Yargıtay 10. Ceza Dairesinin 20 Temmuz 2007 gün ve E. 2007/11007 - K. 2007/9670 sayılı kararı) göre, bir kimse iki ayrı davada yargılandığında, ikinci davada ihtilaf konusu eylemin birinci davada alınan karar
kesinleşmeden önce gerçekleşmesi halinde, ilk dava kapsamındaki tutukluluk süresi ikinci davada hükmolunan cezadan düşürülmelidir.
HUKUKÎ DEĞERLENDİRME
I. Sözleşmenin 6. maddesinin uzun yargılama süresi nedeniyle ihlal edildiği iddiası ile ilgili olarak
52.   Başvuran, 2008 yılında mahkûmiyeti ile sonuçlanan ceza davasının makul bir sürede -sonuçlanmadığını iddia etmektedir.
53.      Hükümet, bu iddiayı reddetmektedir.
A. Kabul edilebilirlik ile ilgili olarak
54. Hükümet, iç hukuk yollarının tüketilmediğini öne sürmektedir. Hükümete göre başvuran, davanın süresi ile ilgili olarak ulusal mahkemelere esas bakımından dahi başvurmamıştır. Hükümet, 20 Ocak 1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunun 13. maddesine ve Anayasa’nın 125. maddesine istinaden başvuranın yargılama süresinin uzunluğundan hâsıl olan zararının tazmini için idari dava açması gerektiği kanaatindedir.
55.  Başvuran, Hükümetin itirazına karşı çıkmaktadır.
56.   AİHM, geçmişte benzer bir itirazı reddettiğini hatırlatmaktadır.
AİHM, geçmişte Türk hukuk sisteminde sanıklara Sözleşmenin 6. maddesinin 1. fıkrasına istinaden yargılamanın uzunluğu konusunda 
başvurabilecekleri, Sözleşmenin 13. maddesi kapsamında etkin bir başvuru yolu bulunmadığına hükmetmiştir (Daneshpayeh v. Türkiye, no 21086/04, paragraflar. 35-38, 16 Temmuz 2009 ve Tendik ve diğerleri v. Türkiye no 23188/02, paragraf. 36, 22 Aralık 2005) ve bunun ulusal hukuk düzeninde yapısal ve sistemik bir problem teşkil ettiğini gözlemlemiştir (Ümmühan Kaplan v. Türkiye, no 24240/07, paragraf. 48, 20 Mart 2012) AİHM, somut olayda bu içtihadından farklı hareket etmek için hiçbir neden görmemektedir. Dolayısıyla, AİHM, Hükümetin iç hukuk yollarının tükenmediğine dair itirazını reddetmektedir.
57. AİHM başvuran şikâyetinin Sözleşme’nin 35. maddesinin 3.paragrafının a) fıkrası bakımından açıkça dayanaksız olmadığını ve başka herhangi bir kabul edilemezlik nedeni görmediğini kaydetmektedir. Bu nedenle AİHM, başvurunun kabul edilebilir olduğuna hükmetmektedir.

B. Esas ile ilgili olarak
58.  Hükümet, uzunluğundan şikâyet edilen davanın karmaşıklığı göz önünde tutulduğunda, yargılama sürecinin makul olduğunu ve uzun olarak kabul edilemeyeceğini iddia etmektedir. Hükümet, ayrıca ulusal mahkemelerin ihtilaf konusu davanın yürütülmesinde gerekli titizliği sergilemedikleri yönünde eleştirilemeyeceğini kaydetmektedir.
59.  Başvuran, Hükümetin iddialarına itiraz etmektedir.
60.   AİHM, ilgili dönemin 22 Ekim 1993 tarihinde başlayıp 22 Ekim 2008 tarihinde sonuçlandığını, dolayısıyla davanın ceza mahkemelerinde 15 yıl sürdüğünü kaydetmektedir.
61.      AİHM, bir dava ile ilgili makul sürenin davanın koşullarına ve AİHM’nin yerleşik içtihadı bağlamında özellikle davanın karmaşıklığına,başvuranın ve yetkili makamların tutum ve davranışına göre değerlendirildiğini hatırlatmaktadır (diğerlerinin yanı sıra bkz. Pélissier ve Sassi v. Fransa [BD], no 25444/94, paragraf. 67, AİHM 1999-II).
62.     AİHM, somut olayda konu edilenlere benzer sorunlara ilişkin pek çok davaya bakmış ve Sözleşmenin 6. maddesinin 1. paragrafının ihlal edildiği yönünde karar vermiştir (bakınız yukarıda belirtilen Pélissier ve Sassi). AİHM, sunulan bütün delilleri değerlendirmiş ve Hükümet’in bu davada farklı bir karara varmasına yol açacak hiç bir olgu ve argüman sunmadığı kanaatindedir. Bu konudaki içtihadı ışığında, AİHM, ihtilaf konusu sürenin aşırı uzun olduğunu ve “makul süre” gerekliliğine uygun olmadığını değerlendirmektedir.
63.      Bu nedenle, Sözleşmenin 6. maddesinin 1. paragrafı ihlal edilmiştir.
II. Başvuranın 2008 yılında mahkûmiyetiyle sonuçlanan davada sözleşmenin 6. maddesinin adil yargılama bakımından ihlali iddiası ile ilgili olarak
A. Tarafların iddiaları

64. Başvuran, Sözleşmenin 6. maddesine istinaden 2008 yılında mahkûmiyeti ile sonuçlanan ceza davasında adil yargılanmadığından şikâyet etmektedir. Bu bağlamda başvuran, davaya bakan mahkemenin, örgüt üyelerinin 16 Haziran 1986 tarihinden itibaren gerçekleştirdikleri ihtilaf konusu suç eylemlerinin talimatını verenin gerçekten kendisi olup olmadığının tespiti konusunda kapsamlı bir araştırma yürütmediğini ve mahkeme heyetinin kendisinin bu yöndeki talebini reddettiğini ileri sürmektedir. Başvurana göre, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, eski TCK’nın 146. maddesinin 1. paragrafı hükmünü uygulamadan önce, kendisinin bu eylemlerin talimatını verip vermediğini saptamak için S.K., M.B.Ö., M.A.B., O.T., N.K., H.E. ve Ü.B’nin ifadelerine başvurmalı idi.
Başvuran, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nin 29 Aralık 2005 tarihli kararının bozulmasını takiben Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nin 1 Haziran 2007 tarihinde vekili hazır bulunmadığı halde istinabe yoluyla ifadesini almasından şikayet etmektedir. Başvuran, bilhassa atılı olayların hukuki 
vasfı belirlenirken delilleri değerlendirme biçiminden ve kanunun yanlış uygulandığından şikâyet etmektedir.
65.   Hükümet, başvuranın iddialarını reddetmektedir. Hükümet, AİHM’nin yerleşik içtihadında yer verilen ilkelerden bahisle, delillerin veifadelerin kabul edilebilirliğini takdir yetkisinin öncelikle ulusal mahkemelere ait olduğunu vurgulamaktadır. Hükümet, başvuranın belirttiğidiğer sanıkların dava sürecinde salıverildikten sonra haklarında yakalama kararı çıkarılmasına karşın duruşmalara katılmadıklarını kaydetmektedir. Bunedenle, ulusal mahkemeler diğer sanıkların önceden alınan ifadelerini değerlendirmişlerdir. Hükümet, ayrıca başvuran ve vekilinin bu ifadelere erişimlerinin bulunduğunu, dolayısıyla bu ifadelerin doğruluğu ve hukukiliği konusunda itiraz etme imkânına sahip olduklarınıkaydetmektedir. Hükümet, başvuranın sadece söz konusu ifadeler temelinde değil dava dosyasının tüm unsurları temelinde mahkûm edildiğini savunmaktadır. Hükümet bundan dolayı, ihtilaf konusu yargılama sürecinin Sözleşmenin 6. maddesi anlamında adil olduğunu ileri sürmektedir.
66. Başvuran, Hükümet’in iddiasına itiraz etmekte ve iddialarını yinelemektedir.
B. AİHM’nin değerlendirmesi
67. AİHM, kabul edilebilirlik konusunda bu şikâyetlerin Sözleşmenin 35.maddesinin 3.paragrafı anlamında açıkça kötü temellendirilmediğini saptamaktadır. Mahkeme, ayrıca hiçbir kabul edilemezlik gerekçesiyle karşı karşıya kalmadığına işaret etmektedir. O halde bu şikâyetleri kabul edilebilir ilan etmek uygundur.
AİHM, başvuranın kabul edilebilirlik ile ilgili şikâyetinin Sözleşmenin 6. maddesinin 3. paragrafı bakımından açıkça dayanaksız olmadığını ve başka herhangi bir kabul edilemezlik nedeni görmediğini kaydetmektedir. Bu nedenle AİHM, başvurunun kabul edilebilir olduğuna hükmetmektedir.
68.  Esas ile ilgili olarak, AİHM, idarenin tutumu ve ceza davalarında delillerin kabul edilebilirliği konusunda kendi içtihadında yer alan çıkan genel ilkelere atıfta bulunmaktadır (örneğin bkz. Al-Khawaja ve Tahery v. Büyük Britanya, no 26766/05 ve 22228/06, paragraf. 118, 15 Aralık 2011, Schenk v. İsviçre, 12 Temmuz 1988, paragraf. 46 ve diğerleri, seri A no 140, Kolu v. Türkiye, no 35811/97, paragraf. 59, 2 Ağustos 2005, Kok v. Hollanda (kabul edilebilirlik kararı), no 43149/98, AİHM 2000-VI, A. M. v.İtalya, no 37019/97, paragraflar. 55-56, AİHM 1999-IX, Unterpertinger v. Avusturya, 24 Kasım 1986, paragraflar. 31-33, seri A no 110, Saïdi v. Fransa, 20 Eylül 1993, paragraflar 43-44, seri A no 261-C, Menteş v. Türkiye no 36487/02, paragraflar. 29-30, 6 Şubat 2007 ve Söylemez v. Türkiye, no 46661/99, paragraflar. 121, 21 Eylül 2006).
69. AİHM, delillerin kabul edilebilirliğinin öncelikle ulusal hukuk kurallarına tabi olduğunu ve sunulan delilleri değerlendirme makamının ilke olarak ulusal mahkemeler olduğunu hatırlatmaktadır. AİHM’nin Sözleşme’den kaynaklanan görevi, tanık ifadelerinin gereği gibi delil olarak kabul edilip edilmediği hususunda hüküm vermek değil, delillerin temin ediliş biçimi de dâhil yargılama faaliyetinin bir bütün olarak adil olup olmadığını tespit etmektir (örneğin bkz. Taxquet v. Belçika [BD], no 926/05, paragraf. 84, 16 Kasım 2010, ve Van Mechelen ve diğerleri v. Hollanda, 23 Nisan 1997, paragraf. 50, Kararlar ve Hükümler Raporu, 1997-III).
70.         Bu nedenle, AİHM davaya katılma hakkı bakımından, normalde bütün delillerin aleni duruşmada sanık da hazır bulunduğu halde ortaya konması gerektiğini yinelemektedir. Ancak, polis soruşturması veya adli soruşturma sırasında temin edilen delillerin kullanılması, savunmanın haklarına saygı gösterilmesi koşuluyla, tek başına paragraf 3 d) fıkrası ve 6. maddenin 1. paragrafının ihlali anlamına gelmemektedir. Bu amaçla, ilke olarak sanığa ifadesi esnasında veya sonrası tanığa itiraz etme ve soru sorma konusunda yeterli ve gerekli imkân tanınmalıdır (özellikle bkz. yukarıda belirtilen Saïdi, par. 43). Dolayısıyla, hükmün yalnızca veya karara etki edecek ölçüde sanığın soruşturma veya muhakeme aşamasında sorgulayamayacağı ifadelere dayanarak kurulduğu hallerde, savunma hakları Sözleşmenin 6. maddesi kapsamındaki teminatlara aykırı bir şekilde kısıtlanmış demektir (bkz. Saïdi, paragraflar. 43-44).
71.        Bu nedenle, Sözleşme’nin 6. maddesi, “sanığın” veya vekilinin bir tanığı yargılama sürecinin hiçbir aşamasında sorgulayamadığı durumlarda, mahkemelere ancak sınırlı koşullarda yalnızca aleyhte tanık ifadeleri üzerine hüküm kurmasına olanak tanımaktadır (Rachdad v. France, no. 71846/01, paragraf. 24, 13 Kasım 2003). Bu koşullardan ilki, tanığın bulunamaması nedeniyle yüzleştirme imkânının olmamasıdır; fakat bu durumda ilgili makamların yüzleştirmeyi sağlamak adına tanığı etkin biçimde aradıkları sabit olmalıdır. İkinci olarak, mahkûmiyetin yegâne dayanağı ihtilaf konusu tanık ifadesi olmamalıdır (Lucà v. İtalya, no 33354/96, paragraflar. 43 ve 44, 27 Şubat 2001).
72. Somut olayda AİHM S.K., M.B.Ö ve M.A.B.’nin ifadelerinin ulusal mahkemelerce değerlendirilen alınan deliller arasında bulunduğunu, fakat başvuran tarafından çağrılan diğer tanıkların ifadeleri için aynı durumun söz konusu olmadığını kaydetmektedir (Yukarıda 64. paragraf).
73.        AİHM, ayrıca kendisi hakkında açılan ceza davasında başvuranın S.K., M.B. Ö. ve M.A.B.’yi sorgulayamadığını kaydetmektedir.
74.        Nitekim, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi, “Partizan Yolu” ve “16 Haziran Hareketi” örgütlerinin üyelerini haklarında açılan ceza davası çerçevesinde dinlemiş olmakla birlikte (Dosya no. 1990 / 48) (yukarıda belirtilen 15. paragraf), salıverildikten sonra firar etmeleri nedeniyle bu şahısların ifadeleri İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi tarafından alınamamıştır (yukarıda belirtilen 28. paragraf) Başvuranın Yargıtay’ın onadığı mahkûmiyet kararında Ağır Ceza Mahkemesi, S.K., M.B.Ö. ve M.A.B.’nin firari olup haklarındaki yakalama kararına rağmen bulunamamaları nedeniyle yeniden mahkeme karşısına çıkarılmalarının imkansızlığını tespit etmiş ve ilgililerin İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde verdikleri ifadeleri kullanmıştır (yukarıda belirtilen 37. paragraf).
75.        İlke olarak, başvuranın suçluluğu veya ihtilaf konusu ifadelerin delil değeri hakkında hüküm bildirmek elbette AİHM’nin görevi değildir.
76.  AİHM açısından, bu davanın koşullarında, ihtilaf konusu ifadelerin başvuranın mevcut olmadığı bir ortamda alındığını ve bu ifadelerin başvuranın suçluluğunu temellendirmek için belirleyici olduğunu gözlemlemek yeterlidir. Her ne kadar başvuran ve vekili bu konuyla ilgilitutanaklara erişim ve ayrıca yargılamanın yapıldığı mahkemede bu delillerin hukukiliği ve kullanılması konusunda itiraz etme imkanına da sahip idi iseler dahi, bu imkan, S.K., M.B.Ö., ve M.A.B ile doğrudan yüzleşme ve sorgulamanın yerine ikame edilemez (yukarıda belirtilenMenteş, paragraf. 32, Hulki Güneş v. Türkiye, no 28490/95, paragraf. 95, AİHM 2003-VII ve Sadak ve diğerleri v. Türkiye, no 29900/96, 29901/96, 29902/96 ve 29903/96, paragraflar. 63-68, AİHM 2001-VIII).
77.        Bu nedenle, AİHM ihtilaf konusu yüzleşmenin gerçekleşmemesinin S.K., M.B.Ö. ve M.B.A’nın firar etmelerinden ve bulunamamalarından kaynaklandığı sonucuna varmaktadır. Bu bağlamda AİHM, ilgililerin başvuran hakkında devam eden dava çerçevesinde dinlenmeleri için yetkili makamlarca etkin biçimde arandıklarını ispat edemediği kanaatindedir.
78.     AİHM’nin kanaatine göre, başvuranın tanıklarla yüzleştirilmesi çok önemli idi; zira mahkûm olduğu ceza (Türk Anayasal düzenini cebren yıkma teşebbüsünden dolayı ömür boyu ağır hapis cezası) çok ciddi idi ve tanıkların önceki ifadelerinin inandırıcılığı konusunda ciddi şüpheler bulunmaktaydı.
79.   Nitekim, M.B.Ö. ve M.A.B kendilerine yönelik suçlamaları itiraflarının işkence altında alındığını savunarak reddetmişlerdir. S.K. ise dava sürecinde, ifadesini büyük ölçüde değiştirmiştir (yukarıda belirtilen 15. paragraf).
80.  AİHM, ayrıca ulusal yargı organlarının söz konusu tanık ifadelerinin hangi koşullarda alındığını teyit etmeyi ihmal ettiklerini gözlemlemektedir. Oysa, Türk mevzuatının sanığın bu nedenle mahkemede itiraz ettiği hallere dair hükümlerini bilmemeleri mümkün olamazdı(Osmanağaoğlu v. Türkiye no 12769/02, paragraf. 51, 21 Haziran 2009).
81.   Bunun dışında, AİHM S.K., M.B.Ö ve M.A.B.’nin Ağır Ceza Mahkemesi tarafından dinlenmemesi ve bu şahısların önceki bir davada verdikleri güvenilir olmayan ifadelerin başvuranın mahkumiyeti üzerinde belirleyici olması nedeniyle, başvuranın savunma haklarının adil yargılamanın gereklerine uygun olmayan bir kısıtlamaya maruz kaldığı kanaatindedir (Orhan Çaçan v. Türkiye, no 26437/04, paragraf. 41, 23 Mart2010).
82.  Bundan dolayı, Sözleşmenin 6. maddesinin 1. paragrafı ve 3.paragrafının d) fıkrası ihlal edilmiştir.
83.  Bu sonuç ışığında, AİHM başvuranın 2008 yılında mahkûm olduğu ceza davasının adil olmadığı konusuna yönelik diğer şikâyetlerini ayrı olarak incelemeyi gerekli bulmamaktadır.
III. Başvuranın 1970’lerdeki tutukluk süresinin 2008 yılında aldığı ceza süresinden düşülmesini sağlamaya yönelik talebinin reddi nedeniyle sözleşmenin 5 ve 6. maddelerinin ihlali edildiği iddiası ile ilgili olarak
A. Tarafların iddiaları

84. Başvuran, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nin 1970’lerdeki tutukluluk süresinin 2008 yılında çarptırıldığı ceza süresinden düşülmesine yönelik talebini etkili bir soruşturma yürütmeksizin ve gerekli titizliği sergilemeksizin reddettiğini ileri sürmektedir. Başvuran, bu iddiası çerçevesinde, 1977 yılındaki dava dosyasının muhtemelen arşivlerde olduğunu, askeri yetkililerin bu kayıtları incelediklerini fakat kasten bir nüshasını göndermediklerini iddia etmektedir. Başvuran, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan gönderilen 19 Şubat 2009 tarihli faksın kendisinin tutukluluk tarihleri ile ilgili bilgiler ihtiva ettiğini ve bu bilgilerin mahkeme kaleminden gelemeyeceğine inandığını kaydetmektedir. Başvuran, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nin söz konusu kararı incelemeden talebini reddettiğini, hüküm verirken sıkıyönetim mahkemesinin kayıtlarını temel aldığını, oysa bu bilgilerin doğruluğunun şüpheli olup normal bir mahkeme kararıyla aynı hukuki değeri taşımadığını ileri sürmektedir.
Başvuran, ayrıca 1977 yılında verilen kararın kesinleşmediğini, kararın kendisine tebliğ edilmediğini, dolayısıyla temyize götürme imkânının doğmadığını savunmaktadır. Dolayısıyla başvuran, esasla ilgili temel deliller dikkate alınmaksızın Sıkıyönetim Mahkemesi kaleminin sicilleri temelinde karar verilmesiyle sonucunda adil yargılama gerekliliğinin yerine getirilmediğini, bu nedenle Sözleşmenin 6. maddesinin 1. paragrafının ihlal edildiğini iddia etmektedir.
Başvuran, ayrıca Sözleşmenin 6. maddesinin 2. paragrafına istinaden 1970’lerdeki tutukluluk süresinin 2008 yılında çarptırıldığı ceza süresinden düşülmesine yönelik talebinin reddinin masumiyet karinesi ilkesinin ihlali anlamına geldiğini, zira devlet makamların kesinleşmiş bir kararın mevcudiyetini kanıtlayamamış olsa dahi bu durumda mahkûm olmuş gibi sonuç doğduğunu ileri sürmektedir.
Başvuran, son olarak 1977 yılında hakkındaki 5 yıl ağır hapis cezasının infaz edilmemesine karar verilmesine karşın söz konusu talebinin reddinin Sözleşmenin 5. maddesinin ihlali anlamına geldiğini iddia etmektedir.
85.      Hükümet, başvuranın bu iddialarını reddetmektedir.
86. Hükümet, Sözleşme’nin 6.maddesinin bu davada uygulanamayacağı görüşündedir. Hükümet, başvuranın talebinin Türk hukuku kapsamında bir hak teşkil etmediğini, böyle bir hakkın mevcudiyeti varsayılsa dahi, ilgilinin tutukluluk süresinin ceza süresinden düşülmesine yönelik yasanın gereklerini karşılamadığını ileri sürmektedir. Hükümet ayrıca, başvuranın tutukluluğunun 1970 yılında gerçekleştiğini ve mahkûmiyet kararının 1977 yılında verildiğini kaydetmekte, Türkiye’nin ise AİHM’ye bireysel başvuru hakkını ancak 28 Ocak 1987 tarihinde kabul ettiğini, dolayısıyla davanın ratione temporis (zaman bakımından) AİHM’nin yetki alanına girmediğini ifade etmektedir.
87. Başvuran, Hükümetin iddiasına itiraz etmekte ve iddialarını yinelemektedir.

B. AİHM’nin değerlendirmesi

88.   Bu sorunun, Sözleşmenin 6. maddesi kapsamında girdiği varsayılsa dahi, AİHM somut olayda başvuranın şikâyetinin her halükarda dayanaksız olduğu kanaatindedir. Nitekim, AİHM başvuranın, 1971 yılındaki ceza soruşturması sürecindeki tutukluluk süresinin 2008 yılında çarptırıldığı ömür boyu hapis cezasından düşülebilmesi için Türk hukukunda öngörülen şartları karşılamadığını gözlemlemektedir (yukarıda belirtilen 45, 47 ve 51. paragraflar).
89.       İlk olarak, başvuran Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından 5 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmıştır. Aynı Sıkıyönetim Mahkemesi ayrıca 1803 sayılı Af Kanunu uyarınca başvurana verilen cezanın uygulanmamasına karar vermiştir (yukarıda belirtilen 7. ve 8. paragraflar).Hükümet’in, AİHM’ye Sıkıyönetim Mahkemesi kararının başvurana tebliğ edildiğine dair delil sunamadığı doğrudur, zira söz konusu karar arşivlerde bulunamamıştır (yukarıda belirtilen 42. paragraf). Ancak, başvuranın 28 Ekim 1993 tarihinde Cumhuriyet savcısına verdiği ifadeden ilgilinin 1977 yılındaki davanın sonucundan haberdar olduğu sonucu çıkmaktadır (yukarıda belirtilen 19. paragraf). Ne var ki, başvuran mahkûmiyet kararının kendisine tebliğ edilmediği gerekçesiyle temyiz hakkını kullanabileceği halde bu yola başvurmamıştır. Bundan dolayı, AİHM bu davanın koşullarında diğer ulusal mahkemeler gibi Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi kararının temyiz edilmediğinden dolayı kesinleştiği kanaatini taşımaktadır.
90.  Diğer yandan, başvuran hakkındaki ikinci dava 1986 ve 1990 yılları arasında, yani 1977 yılında verilen mahkûmiyeti kararının kesinleşmesinden uzun bir süre sonra gerçekleştirilen eylemlerle ilgili idi (yukarıda belirtilen 10. ve 43. paragraflar).
91. Son olarak, başvuran2008 yılında İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi tarafından ömür boyu ağır hapis cezasına çarptırılmış, bu karar Yargıtay tarafından onanmıştır (yukarıda 37. ve 38. paragraflar).
92.      Bu sebeple ve önceden belirtilenler ışığında, başvuranın şikâyetleri açıkça dayanaksızdır.
93.      Bunun yanı sıra, başvuran Sözleşmenin 5. maddesi ile 6. maddesinin 2. paragrafının ihlal edildiğinden şikâyet etmektedir (yukarıda belirtilen 84. paragraf).
   94.      Hükümet, bu iddiayı reddetmektedir.
95. AİHM, başvuranın 1977 ve 2008 yıllarında mahkûm edildiğini gözlemektedir (yukarıda belirtilen 7. ve 37. paragraflar). Dolayısıyla 2009 yılında özgürlüğünden yoksun bırakılması, “yetkili bir mahkeme tarafından mahkûm edildikten sonra tutukluluk hali” olduğu için Sözleşmenin 5. maddesinin 1. fıkrasına uygun idi.
96. Şu halde, başvuranın Sözleşmenin 6. maddesinin 2. paragrafı kapsamında masumiyet karinesi veya 5. madde kapsamında özgürlük ve güvenlik hakkı ihlal edilmemiştir.
97.     Sonuç olarak, AİHM başvurunun bu kısmının Sözleşmenin 34. maddesinin 3. ve 4. paragrafları uyarınca açıkça dayanaksız, dolayısıyla kabul edilemez olduğuna hükmetmektedir.
IV. Sözleşmenin 41. maddesinin uygulanması ile ilgili olarak 
A. Zarar
98. Başvuran, 100.000 Avro maddi tazminat ve 100.000 Avro manevi tazminat talep etmektedir.
99.           Hükümet, bu taleplere itiraz etmektedir.
100. AİHM, tespit edilen ihlal ve iddia olunan maddi zarar arasında nedensel ilişki bulunmadığını değerlendirmekte, dolayısıyla bu talebireddetmektedir. Buna karşılık, AİHM başvuranın manevi zarara uğradığı kanaatindedir. Bu nedenle, AİHM adil tazmin çerçevesinde kendisine 10.000 Avro ödenmesine, başvurunun geri kalanı için adil tazmin talebinin reddine hükmetmiştir.
B. Masraf ve giderler

101. Başvuran, ayrıca ve masraf ve giderlerine karşılık 20.000 Avro talep etmekle birlikte bu giderlerle ilgili herhangi belge sunmamıştır.
102.      Hükümet, bu miktara itiraz etmektedir.
103.    AİHM’nin içtihadına göre, başvuran masraf ve giderlerin doğruluğunu, gerekliliğini ve ödenen miktarların makul olduğunu ispatlamak kaydıyla bu masrafların iadelerini talep edebilir. AİHM, öne sürülen masraf ve giderlere dayanak teşkil edecek belge mevcut olmadığı gerekçesiyle bu kapsamdaki talebi reddetmektedir.
C. Gecikme faizi
104. AİHM, gecikme faizi olarak Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi kolaylıklarına uyguladığı faiz oranına üç puan eklenerek elde edilecek oranın uygun olduğu sonucuna varmaktadır.
BU GEREKÇELERE DAYANARAK AİHM:
1.  Başvurunun, yargılama süresi ve 2008 yılında başvuranın mahkûmiyeti ile sonuçlanan davanın adil olmadığına ilişkin şikâyetler bakımından kabul edilmesi
2. Yargılama süresinin, uzunluğu bakımından dolayı Sözleşmenin 6. maddesinin 1. paragrafının ihlal edildiğine;
3.     Başvuranın, adil yargılanmadığına, dolayısıyla Sözleşmenin 6. maddesinin 1. ve 3. paragraflarının ihlal edildiğine;
    4.
a)  Sözleşme’nin 44 § 2. maddesine uygun olarak; davalı devletin başvuranlara kararın kesinleştiği tarihten başlamak üzere üç ay içerisinde, ödeme tarihinde geçerli olan döviz kuru üzerinden Türk lirasına çevrilmek üzere 10.000 Avro (on bin Avro) ödemekle yükümlü olduğuna:
b) Söz konusu sürenin bittiği tarihten başlayarak, ödemenin yapıldığı tarihe kadar, Avrupa Merkez Bankası’nın o dönem için geçerli olan faiz oranının üç puan fazlasına eşit oranda basit faiz uygulanmasına;
5.   Başvuranın  adil  tazmine  ilişkin  diğer taleplerini  reddine  karar vermiştir.
İşbu karar Fransızca dilinde tanzim edilmiş; Sözleşme’nin 77 §§ 2. ve 3. maddesi uyarınca 24 Temmuz 2012 tarihinde yazılı olarak tebliğ edilmiştir.


Yazı İşleri Müdürü                                                                Başkan
*Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü İnsan Hakları Daire Başkanlığı tarafından Türkçe' ye çevrilmiş olup, gayrı resmi tercümedir.