Sosyal medyada babalar günüyle ilgili bir çok şey şey yazılıyor, belki babalarına söyleyemediklerini yazıyor insanlar. Bende biraz arkadaşlarımla, biraz da babamla sohbet eder gibi yazacağım.
Çocukluğumdan beri atlar var hayatımda. İlk atım hayal meyal hatırlayıp, sonra fotoğraflardan bildiğim oyuncak atım. Kırmızıydı. Bisiklet büyüklüğünde, altı yassı demirli, üzerine binince sallanan kırmızı bir at.
Babam almış. Sonra ben kırmızı atımı çok sevdiğim için babam evdeki en büyük odanın duvarına bir pazar günü kırmızı at resmi çizdi. Beyazın üzerine kırmızı bir düldül. O atın karşısında uyumaya başladım. Sallanan atım hep yanımda...
Evin arka odasındaki pencerede dut ağacından dut toplardık beraber sabahları. İple çektiğim an akşama doğru babamın eve geliş saatleriydi. O zaman sokaklarda doyasıya oynardık. Şehir ve insanlar bu kadar kirlenmemişti. Babamın işten dönüş saatleri yaklaşınca arkadaşlarımı bizim evin kapısına çekerdim, babamın gelişini görmek için. Muhakkak elinde bir poşetle gelirdi, ya meyva ya tatlı gibi bir şey olurdu poşetlerde. Beni görünce de elimden tutardı, birlikte eve doğru yürümeye başlardık. Bana aldığı çukulataları hiç bir zaman oynadığım onlarca arkadaşımın yanında vermedi. Sonradan anladım ince kalbini.
Babam on dokuz yaşında kaybetmiş babasını ve hep çalışmış sonra. Bir taraftan 1968 ve sonrasının politik ortamındaki konumu ve mücadelesi, bir taraftan babaannem ve hasta amcamın hayat sorumluluğu, bir yandan hukuk fakültesindeki öğrenimi... Ve tüm bunların içinde anneme olan büyük aşkı. Annem Urfalı bir toprak ağasının kızı. Şoförlerle, halayıklarla büyümüş bir saray prensesi. Evlenene kadar çamaşır bulaşık bile yıkamamış. Tanışmaları 1968... Tabii komünist ve üstelik fakir bir adama verilir mi bu çiçek. Aslında tam da ona verilir ya... Neyse, annemi vermedikleri gibi babamdan uzaklaştırmak için İstanbul'dan Urfa'ya göndemişler. Babam aylarca beklemiş, sonra beline silahı koyar koymaz ver elini Urfa. 1970'lerin Türkiye'sinde İstanbul'dan Urfa'ya silahlı külahlı maceralı bir yolculuk... Bense bunları lise yıllarında annemin sakladığı mektuplardan öğrendim. Annem müthiş öfkelenmişti. Aradan yıllar geçip annem kendisini isteyen nice zengin meslek sahiplerine varmayınca, kızın yaşı geçiyor diye mecburen veriyorlar annemi. Biz de bu aşkın meyvesi olarak şimdi bunları yazıyoruz buralarda işte.
Çocukluğuma geri gideyim. Herkesin dedesi vardı, benimki yurt dışındaydı, bir gün geri gelecekti. Beni üzmemek için böyle söylermiş. İlkokul yıllarına kadar dedemin bir gün geleceğini bekledim hep. Babam bazı akşamlar rakı içer, o zamanın siyah beyaz TRT'sinde ya da radyoda Türk Sanat müziği dinler, neşeli bir şeyler çalınca da beni masaya çıkarıp çiftetelli oynardı benimle. O kadar mutlu olurdum ki... Cuma ve Cumartesi akşamlarıysa eski arkadaşlarının babamı ziyaret ettikleri, evimizin güzel sofrasında annemin enfes yemekleriyle bir çok şeyin; tarihin, politikanın, şarkının, şiirin konuşulduğu, bazı temel şeylerin hafızama ilk kazındığı anlar olarak film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden. Yavaş yavaş şekillendiğimiz o yıllar 12 Eylül'ün hemen sonrasıydı. Her haber bülteninde Kenan Evren'e ana avrat söverdi babam...Turgut Özal'a çok kızardı...
Deniz Gezmiş babamın yakın arkadaşı... Mahir Çayan ceza evinden kaçtıktan sonra Yılmaz Güney'in evine gitmeden bir kaç gün Laleli'de babamın da olduğu bir evde kalmış. Hep onları anlatırdı. Taylan'ın ölümünü anlatırken gözleri dolardı babamın. İTÜ yurdundan aşağı atılarak öldürülen Vedat Demircioğlu'nun cenazesini taşımış, 6. Filo eylemlerinde ABD'li askerleri pataklamış... Samsun'dan Ankara'ya 'Tam Bağımsız Türkiye' yürüyüşünde yürümüş...
Sonra Dr.Hikmet Kıvılcımlı'yla tanışma... Öğrencisi olmuş onun... Her bahsi geçende ne büyük saygı duyar, ne kadar yüceltirdi onu. Hiç sorgulamayan, düşünceye kendini kapatmış bir uşak saçmalığı ve aymazlığıyla değil, gerçekten anlayarak... Fotoğraflar çıktığında, İstanbul Hukuk Fakülte'sini işgal ettiklerinde rektörün odasında Deniz'le olan fotoğrafına bakar, duygulanır, gülerdi sonra... Deniz'in muzurluklarını anlatarak... Dr. Hikmet hiç bir sosyalist ülke kendisini kabul etmeyip Belgrad'ta kanser acıları içinde öldükten sonra cenazesini Edirne'den alıp Topkapı'daki mezarlığa defnedenlerden biri kendisi. Sanıyorum beş altı kişilermiş. Ve böyle bir çok başka anı... İşkenceler, göz altılar, kaçak zamanlar... Zaman geçti. Okul yıllarında doğal olarak sol örgütlere, gruplara meyledip yerimi arıyordum. Hep bir uyumsuzluk yaşadım. Çünkü babam beni Türkiye'li biri olarak yetiştirmişti. Bu topraklara ekmişti kökümü. Oysa bizim solda kendimi yabancı hissedeceğim bir çok şey bulacaktım. Hep bir yabancılık hissedecektim. Meseleri biraz kavramaya başladığımda bunun sebebinin 1980 öncesinde sol'da yaşanan anlamsız fraksiyonlaşmalar ve bu bölünmelere giydirilen şablonik fikir giysileri olduğunu anlayacaktım.
Ve tartışmalar, tartışmalar... Babamın beni dikkatle takip ettiğini, hiç hissettirmeden beni izlediğini yıllar sonra anladım. Ayrıntılarını veremeyeceğim bir çok tehlikeden onun öngörüsüyle kurtulmuşum.
Derken üniversite... Bana hiç bir zaman okumak istediğim bölümle ilgili telkinde bulunmadı. Tek şey demedi. Bana bıraktı seçimimi. Ona o kadar hayrandım ki... Elbette sadece avukat olmak istiyordum. Onun bana nakşettiği hak ve adalet duygusunu ancak bu meslekte yaşayabilirdim. Öyle oldu, dört senede bitirdim fakülteyi. Benimle gurur duyuyordu. Mütevazi büromuzda çalışmaya başladım. Lise yıllarında ve fakültedeyken de büroda çalışır, dilekçeler yazar, adliyelere evrak götürürdüm. O günlerde biraz biraz çatışmaya başlamıştık. Çünkü para umurunda değildi babamın. Bakılan davalardan ne para alındığı onun için önemsizdi. Önemli olan şey avukatlığı yapılan kişinin hakkının en iyi şekilde savunulmasıydı. Sonra sonra anladım, aslında ben de böyleydim. Para için kimsenin esiri olamazdık biz. Bu yüzden zenginliği dillere destan çok kişinin avukatlığını reddetti babam. Ne kadar haklı olduğunu meslekte zaman geçirdikçe anladım. Müvekkilinin kölesi ya da yanında çanta gibi taşıdığı avukatları gördükçe de hem üzüldüm hem değerimi, aslında babamın değerini daha iyi anladım. Geçmişteki politik uyuşmazlıkların da kökeninde bu vardı: bağımsızlık tutkusu ! Bu bağımsızlık tutkusuydu bizi biz yapan. Bağımsızlığımıza kasteden bir şey olunca dayanamıyorduk, her koşulda karşı çıkıyorduk.
Rodrigo'nun gitar konçertosunu, Rodrigo'nun çok küçükken kör olduğunu, kargaların kısa bağırsaklı olduğu için uzun yaşadığını, uçurtma yapmayı, ama en önemlisi doğru durmayı ve her zaman zayıfın ve haklının yanında olmayı babamdan öğrendim.
Bir kaç senedir sağlığı bozulan babam şimdi ben bunları yazarken beni izliyor. Eskilerden konuşuyoruz. Gözlerini kaybettiği ve mesleğini yapamadığı için yaşadığı büyük üzüntüyü hiç birimize hissettirmeden ayakta ve sağlam rolünü oynuyor kaç zamandır. Oysa o kadar iyi değil artık.
Ama savaşacak, çok iyi biliyorum babamı. Savaşacak. O hayatı boyunca büyük zorluklara direnmiş bir adam. Direnmeye devam edecek. Başımızda olmaya devam edecek. Sağlığı ne kadar bozulursa bozulsun ayakta ve dimdik olmaya devam edecek. Değil mi babacığım?
16.06.2014, İstanbul
Saygın Bedri Gider
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder