27 Temmuz 2015 Pazartesi

IŞİD VE PKK'YA DÜZENLENEN OPERASYONLARIN KRİTİĞİ

Türkiye kazanmıştır. Abd'ye güvenli bölge tezini kabul ettirmiştir. Barzani petrolü Türkiye'den akmaya devam edecektir. Barzani zaten bu durumdan hiç caymadı, ABD ihtar ederken de petrolü TC hudutlarına pompalamaya devam etti. Hatta açılmayan kuyulardan ciddi bir kısmında Tc ile işbirliği sözkonusudur. (Karşılığında Irak Kürdistan'inda Barzani karşısındaki grupların kuvvetlendirilmeye başlandığını unutmayalım.) Bir kazanan da Barzani ve toplumudur. Israil'in etkisi zayıflamıştır. Işid bu andan itibaren gerileme sürecine girecektir.
İkinci hususa gelisek; Türkiye'nin ilk kez kendi ürettiği silah ve mühimmati sıcak çatışmada kullandığını Dünya'ya göstermesi yeryüzünde ben de varım demek bakımından çok önemlidir. Uzun menzil roket-füze çalışmaları bittiğinde Türk ordusunun teçhiz işi çok büyük oranda milli üretim olacaktır. Bu aynı zamanda şu anlama gelir; Türkiye bütçesinin ciddi bir kısmı içerde kalacaktır.
Olaylara bu açıdan bakılmasını engellemeye çalışan sözde aydın-gazeteci-yazar çizer'in ve emperyalizme yandan destek sahte solcuların başarmak istediği atmosfer Türkiye halkına sirayet edemiyor. Bunu da iyi tespit etmek icap eder.
Eğer Kürt halkı Pkk'ya destek vermezse Pkk yalnızlasacak ve Barış sürecine çok hızlı gelecektir. Maalesef o safhaya geçilene kadar acılar çekeceğiz. Pkk umarım çatışmayı körüklemekten vazgeçer ve askeri güçlerini bir an evvel çeker. Tek beklentimiz bunu yapmaları halinde Kürtlerin önünün açılacağını görmeleridir. Zira Kürt halkının bu safhadan sonra yok edilme ya da asimile olma tehlikesi yoktur. O halde var olan çatışmanın sürdülmesi kimin işine yarar? Buyrun hep beraber düşünelim.
Suriye'ye dönersek;
Salih Müslim Esad yönetimine yeşil ışık yakmış. Talimat öyledir.
Ortada Işid belası yokken TC ile birlikte hareket etmeyi reddedip, Ypg askeri sorumlusu Polat Can'ın bir ifadesinde belirttiği üzere koalisyon güçleriyle hareket etmişlerdir.
Uyardık arkadaşları hep, "Bu durum Kürtlerin başını yer." dedik. Barzani nasıl TC ile birlikte hareket ediyorsa çözüm meselesinin karşı tarafı olan Kandil'in de bu davranışı göstermesi gerekirdi. Ypg'ye bu politikayı dayatması herkesin lehine olacaktı. Yapmadılar. Londra-Washington-Bruksel-Berlin hattında rol almayı tercih ettiler. Silahlı birliklerin başındaki Suriye Kürdü Fehman Hüseyin'lerin stratejisine uyulması Kürt'lere zarar verir dedik. Bu şeytanlar sadece kullanıp atarlar dedik. Inanmadiniz.
Noldu?
Ortaklık yaptığınızı zannedikleriniz kendi pazarlığı için sizi kullanıp işi bitince de sattı.
Olan kime oldu?
Olan 6-7 Ekimde ölen elli beş kardeşimize, Suruç'ta katledilen zavallı çocuklarımıza, şehit olan polislerimize, askerlerimize ve tümünün ailelerine oldu.
Ne geçti elinize? Kürt halkı lehine düşe kalka giden kazanımları ağzınıza çalınan bir kaşık bala kanarak harcadınız.
Sözde başkanları Apo için "Tc'ye teslim oldu" diye fısıltı gazetesini çalıştıranlar ortada kalmıştır.
Herkese yazık oldu. Umarız acılar çoğalmaz diye bitirmek isterdim ancak bir acı haber geldi. Muş Malazgirt Jandarma Komutanı Binbaşı Aslan Kulaksız şehit olmuş. Allah rahmet eylesin. Bu eylemlerin Kürtlere zarar verdiğini ne zaman görecekler dersiniz?

9 Temmuz 2015 Perşembe

BİRAZ DA KENDİMİZİ ANLATALIM



Babamın dedesi merhum İsa Gider'in doğum yeri Filibe yakınlarındaki Yeniköy adlı kasaba. İki sene evvel arabayla gerçekleştirdiğimiz Balkan seyahatinden dönüş yolunda, Bulgaristan'dan geçerken Plovdiv'in (Filibe'nin) içine girip Yeniköy'ü sordum. Bulgarlar'a anlatamadım derdimi. Sonra bir dönerci gördüm, Türk olduğunu tahmin ederek içeri girdim. Selamınaleyküm deyince tebessümle aleykümselam dediler. Anlattım durumu. Nereyi sorduğumu uzun uğraşlar sonunda buldular. Tarif ettiler. Etrafı dikkatle izleyerek tarif edilen yere doğru sürdüm aracı. Şehrin on kilometre dışında bir beldeydi Yeniköy, yanılmıyorsam Bulgarca ismi Nevazaliv'di. Meşhur Osmanlı-Rus '93 harbinden önce Türk köyü olan bu yere göçten sonra Bulgar'lar doldurulmuş. Çünkü savaşın kaybedilmesiyle tüm köy Anavatan'a, Anadolu'ya göçmüş. İsa dedemiz bir yaşındaymış yola çıkıldığında. Önce Gelibolu'ya yerleşmişler, bir müddet sonra da Biga'nın Çan tarafında bulunan Sarıkaya köyüne.

İsa Gider bir imam. Hafız. Fatih medresesinde İslam eğitimi almış. Birinci Dünya savaşı çıkınca Filistin ve Yemen cephesinde savaşmış. Kurtuluş savaşında Yunan ordularını vuran çetelerin birinde komutanmış. Herhalde savaş tecrübesi sebebiyle... Babam yaşlılığında kendisini hamama götürünce görmüş vücudundaki mermi ve şarapnel izlerini. O vakte kadar onları dahi saklamış. Haksızlığa tahammülsüz, biraz asabi ve kayıtsız şartsız dürüstlüğüyle bilinen bir kişiymiş.

Savaş bitince Biga Bademlik Camii'nde başladığı imamlık görevini ölene dek sürdürmüş. Iki oğlunu, yani dedemi ve kardeşini okutmuş. Kızını, yani babamın halasını da...Başını kapatmamış kızının. O tercihi kendisine bırakmış. Oğlu, yani dedem sosyalist düşünceye inanmış. Şairliği sebebiyle o dönemin efsane şairi Nazım Hikmet'ten çok etkilenmiş. İsa dede oğluna da asla müdahale etmemiş. Çünkü dedemin sosyalizmi halkının gelenek-görenek-kültürüne, dinine, tarihine aykırı değilmiş.

Bu mübarek adam, İsa dede biz doğmadan vefat etmiş. Hayatını babamdan, tanıyanlardan defalarca dinledim.

Dedem Bedri Gider de ben doğmadan vefat etmiş. Şair-yazar, gazeteci aydın bir kişi... Yazar gazeteci dedikse öyle düzen gazetelerinde değil, kendi çabasıyla çıkardığı yerel bölge gazetelerinde... Düzen içindeki ana akım gazeteler, dergilerin kapıları ona kapalı kalmış hep. Düzene karşı birine uygulanageldiği üzere...

Babam 1968'de İstanbul Hukuk öğrencisi... O da hem babasından öğrendikleriyle hem de dönemin politik hareketliliği içinde sosyalist düşünceyi benimsemiş. Anti emperyalist, milli ve tam bağımsızlıkçı düşünceden sosyalizme varmış bir kuşaktır 1968 kuşağı. Kendilerine İkinci Kuvayı Milliyeciler diyen bir kuşak...

O kuşağın tarihimizin ve kültürümüzün sembolü ay yıldızlı bayrağımızla, Ulusal Kurtuluş tarihimizle bir çelişkisi yoktur. Mustafa Kemal Paşa'nın bazı yanlışlarını farketmiş olmalarına rağmen onu Ulusal Kurtuluş savaşımızın komutanı olarak hak ettiği yere koymuşlar ve asla tabulaştırmamışlar, yürüyüşlerinde her zaman Türk bayrakları sallamışlardır. O dönem başlayan yabancı marksist kaynakların çevirileri karşısında millici duruşlarıyla yönünü bulmaya çalışmış bir kuşağın mensuplarıdır '68'liler. Elbette '68'liler ses getirmeye başladıkça karanlık tünellerin sahipleri şah damarlarına çökmüştür onların da...

Bu arayış neticesinde babam dönemin ve öncesinin diğer tüm sosyalist düşünürlerince tecrit edilmiş, yok sayılmış, yirmi iki sene hapislik hayatını kendi çapında bir üniversiteye çevirmiş olan Dr.Hikmet Kıvılcımlı'yı bulmuş. Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın sosyalist çizgi içinde iki önemli özelliği vardır. Birincisi Sovyet tahakkümündeki gizli TKP'den yıllar evvel kopmuştur ve Batı emperyalizmine nasıl karşıysa Sovyet Rus yayılmacılığına da öyle karşı koymuştur. İkinci özelliğiyse diğer sol düşünürlerin Batı şablonculuğu ve tercüme odalarından çıkmış ezberciliği karşısında yüzünü Anadolu'ya, Doğu'ya, Türk'e, Arab'a, Kürt'e ve İslam'a dönmüş olmasıdır. Babam da doğal olarak  kendi toplumsal ve kişisel özelliklerine aykırı olan ülkemiz açısından suni gözüken diğer marksist çizgilere değil, ailesinden öğrendiklerine paralel şekilde Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın düşüncelerine gönül vermiş. Dr.Hikmet'in her söylediğinin doğru sayılmak zorunda olmadığını söyleyecek kadar da özgür düşünceli biri olarak...

Kimdir Dr.Hikmet? Merak eden bağımsız kaynaklardan araştırır. Hakkında yeterince bilgiye kolayca erişilebilir. En önemli düşüncesi "Tarih tezi'dir." O öldükten sonra ortaya çıkan yeni bilgilerle tahkim edilemediği için bugün bazı eksikleri var gibi gözükse de, Dr.Hikmet'in düşüncesi Anadolu'nun düşüncesidir, Ortadoğu'nun düşüncesidir, Asya'nın, Afrika'nın düşüncesidir. Sosyalist cephede bir ayrık otudur Dr.Hikmet... 1950'lerde Eyüp Sultan Camii'nin bahçesinde megafonla yaptığı konuşma sebebiyle hakkında "dini politikaya alet etmekten" dava açılan ve bu yüzden tutuklanan bir sosyalist'tir. O konuşma Kuran'dan bir ayetle başlar: "Leyse lil insane illâ mâ seâ." Yani:"İnsan için, çalışmaktan, emekten başka her şey yalandır."

Bugün Ali Şeriati'nin bir cümlesini paylaştım. Ne demiş Şeriati:  "Allah'ım; toplumuma sana gelen yolun yeryüzünden geçtiğini öğret." Ne var yeryüzünde? En temel iki şey, üretmek ve tüketmek..."Çalışmak ibadettir" diyen İslam peygamberi, insanın yapacağı en önemli işin üretmek olduğunu söylüyor. İslam dini "çalışın" diyor. Çünkü üretmeyen yaşayamaz, başkasının ürettiğine bağımlı olur ve aslında köle olur. İşte düşüncemizin kökünde olanlar...

Tek başına bir ağaçtır uzakta Dr.Hikmet... Aynen Cemil Meriç gibi...İslami düşünce içindeki Nurullah Topçu gibi... İran'daki Ali Şeriati gibi...Duzenin Yabancılaşması adlı kitabıyla tüm fikri damarları dumura uğratan İdris Küçükömer gibi...Kimseyi diğeriyle mukayese etme niyetinde değilim. Sakın yanlış anlaşılmasın. Bu düşünürler birbirilerinden habersiz birbirlerini tamamlayan fikirlerin yaratıcılarıdır. Birinde eksik, yanlış ya da çelişik görüneni diğeri düzeltebilir özelliktedir.

 (Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın Osmanlı'nın tarih maddesi, Fetih ve Medeniyet, Allah-kitap-peygamber, Dinin Türk Toplumuna etkileri, İlkel kapitalizmin ilk örneği:İngiltere, Son örneği: Japonya ve Kuran tefsiri adlı eserlerinin muhakkak okunması gerekir ki müellif anlaşılsın.)

İdeolojik yahut dogmatik miyiz?...Asla...Özgürce bakıyoruz. Özgürce düşünüyoruz. Hiç bir ideolojiyi dogma, hiç bir dogmayı da ideoloji haline getirmiyoruz. Getirmemeliyiz. Çünkü değişen sosyal koşulların hızını hele bilgisayar çağında çok daha net tespit edebilecek durumdayız. Küresel bir düzenin içindeyiz. Amerika kıtasında kanat çırpan bir kelebeğin etkisinin coğrafyamızda, coğrafyamızdaki bir sesin yankısının Afrika'da sonuçlar doğurduğunu biliyoruz.

Bana gelince; kendimi tarif için anne ailemden de bahsetmem icap eder kısaca.

Anam Urfa'lı bir toprak ağasının kızıdır. Saray yavrusu bir konakta mürebbiyelerle büyümüş babası Arap, annesi Kürt bir kişi...

Dedem asilzade bir ailenin dağılan topraklarını elinde tutmaya çalışan ve o toprak mücadelesinin kanser edip öldürdüğü döneminin ilerisinde bir adam...Urfa ilinin 1960'lardaki şartlarında eve her gün üç gazete alan, çocuklarını okutan bir ağa.

Anneannem Suruç'lu bir Kürt beyinin dünya güzeli mercan yeşili gözlü kızı...O Kürt beyi ki, Fransız işgalinde aşiretiyle birlikte düşmana karşı büyük bir mücadele vermiş...

Çok ayrıntıya girmeden neden bunları yazdığımı anlatayım. Çünkü beni oluşturan şeylerdir bunlar. Çocukluğumuzdan bu yana yaşadıklarımız, tecrübelerimiz, şahit olduklarımız oluşturuyor bizi çünkü.

Kendimizi bilmeye başladığımız ilk zamanlardan itibaren ailemiz bizleri hem Urfa'ya hem Biga'ya götürdü yaz tatillerinde. Akrabalık ilişkilerimiz bu sebeple çok kuvvetli oldu. Geniş ailenin güzelliğini öğrendik. Bunları öğrenirken başka şeylere de şahit olduk. Örneğin 1990'larda G.Doğu'daki faili meçhullere...Muhsin Melik sokak ortasında öldürülmüştü, hiç unutmam. Sokağa çıkmamıza izin verilmiyordu. Örneğin şehrin caddelerinde Kürtçe konuşmanın tehlikeli olduğu günlere şahittik...Örneğin başındaki poşuyla şehre inemeyenlere...Örneğin onbinlerce dönüm toprağa sahip ailelere...O ailelerden bazılarının her zaman mecliste vekil oluşuna...Topraksız köylünün kölelik derecesindeki yaşantısına...Gerçek fukaralığa...

Bunlara şahit olurken bir çok güzelliği de gördük.

Doğu illerimizdeki aşiretçiliğin sosyal taraflarını tattık. Dayanışmayı ve bir vücudun hareketindeki senkronizasyonu gördük o geniş aile birlikteliklerinde...Bölgedeki toplumsal yapıyı ortaçağ Avrupa'sındaki feodalite sanan ve bu ölçülere göre analiz yapan Batı'lı ve Batı'cı sol aydınların nasıl da bu topraklardan uzak oluşunu tespit ettik.

O zaman babam vasıtasıyla öğrendiğim Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın tahlilleri de yerli yerine oturmaya başladı. Gerisinde göçebe toplum özellikleri olan aşiret yapılarının çok sonra Avrupa'ya çıktığımda gördüğüm Avrupa feodalitesiyle birbirine hiç benzemediğini anladım.

Peki bu kadar farklılık karşısında bazıları neden Avrupa'nın sosyal gelişimini ve orada ortaya çıkan çözümleri ülkemiz için reçete ediyordu önümüze?

Lise yıllarından itibaren içinde bulunduğum sol yapılarla aramda gün be gün büyüyen bir çelişki vardı. Bir kere içinde bulunduğum sol yapılar bayrağımıza, hepimizin simgesine karşı idiler. Neymiş, o bayrak burjuvazinin bayrağıymış...İyi de bizim tarihimizde burjuvazi yoktu ki... Bizim burjuva devlet eliyle büyütülmeye çalışılan bir sınıftı ve o bayrağı onlar değil, bu topraklarda yaşayan halklar yaratmışlardı. Tartışmalarda sorardım, "Arkadaşlar bakın Pakistan, Tunus, Cezayir bayrağında da ay yıldız var, o bayrakları da mı bizim burjuvazi üretti?" diye. Kendi tarihine, kendi genetiğine bu kadar yabancı bir düşünce sol olamazdı. Ya da ben bu solculardan değildim. Benim babamdan öğrendiğim , babamın babasından öğrendiği bu değildi. Ve bunun gibi bir çok örnek... Bu tartışmalarda milliyetçi, gerici, Osmanlıcı, Kemalist şeklinde hitap edenler olurdu bana. Kavgaya vardığı bile olurdu sonu bazen.

Lenin önemli olabilirdi, Marks önemli olabilirdi, o şu bu...Fakat onlar buralı değillerdi ve kıt bilgimle görüyordum ki dile getirdikleri kendi toplumsal koşullarına göre yazılmış şeylerdi. Evrensele ulaşmak farklı sosyal katmanları, ehramları içinde kat kat barındıran bir toplumda nasıl mümkün olacaktı?

Avrupa Hristiyanlığı, yani katolizmi ile İslam nasıl aynı görülebilirdi, nasıl aynı yargılarla mahkum edilebilirdi?

Esasında farkına vardığım gerçek şuydu; bizde bir çok olumsuz şey olumlu şeyle iç içeydi. Olumsuzu yok etmeye kalkan arada olumluyu da yok ediyordu hoyratça ve toplum olumlu olana sahip çıkmak için mecburen olumsuzu da savunur hale geliyordu. Böylece sol çizgi git gide küçülüyor, üzerindeki büyük operasyonun da sonucu olarak maalesef bir iktidar hedefinden ziyade kullanılan bir öğe haline getiriliyordu. Bunun sebeplerini sonra sonra anlamaya başladım. Yaşadıkça, okudukça, gördükçe... Bu yazının konusu değil, o sebeple derinine girmeyeceğim.

Anlatılacak şey çok...Ayrıntı çok...Tartışılacak dağ gibi konu var önümüzde.

O yüzden diyorum ki kendime, her şeyi en baştan konuşmalıyız. Bize gösterilenleri sorgusuz sualsiz kabullenmemeli, meselelerin gerçek gerekçelerini el birliğiyle bulup çıkarmalıyız.

Aklıma geldi diye söyleyeyim; örneğin demokrasinin gelişimi... Kafası o veya bu düşünce tarafından esir alınmış bir kimse hakiki bir demokrasiyi inşa edebilir mi? Özgürce bakamayan, yeryüzü güçlerinin çıkarları için yaptığı kirli operasyonlardan kendini kurtaramayan, bir başka deyişle kısaca bağımsız olamayan insanların demokrasi adlı flu erek için ortaya koydukları irade irade sayılabilir mi?

Konu çok... Konuşmak gerek...

Bu yazıyı "sen nasıl solcusun" diyen çok bilir solculara kısa bir cevap olarak yazdım.

Ben böyle solcuyum !

Ali Şeriati'nin deyimiyle "sizi rahatsız etmeye gelen bir solcu."...

Hoş, "ben solcuyum" demeyi hiç sevmem. Kendimi Türk-Kürt-Arap bir müslüman devrimci diye tarif etmek daha doğru olur.

Not: Sultan Galiyef adlı halk kahramanı yiğit bir devrimci önderi faşist Türk Solu dergisinin kucağına bırakan Türkiye soluyla çok da ilgilenmiyorum bu arada. Beni bu noktaya getirenler öz eleştiri yapmadıkça onlarla yan yana gelemeyeceğiz, belirteyim. Yıllarca Lenin'i baş üstünde taşıyıp Rus devriminin Lenin'den sonraki en önemli adamını yani Sultan Galiyef'i, bu zat kendisini "Türk ve Müslüman sosyalist" olarak tarif ettiği için görmeyen ülkem solcuları...Ah ahhh...

7 Temmuz 2015 Salı

Başbağlar'dan Kobani'ye Kürt Sorunu

'93 yılı Türkiye tarihinin en karanlık yıllarındadır. O yılki olaylar anlaşılmazsa Türkiye siyasi düzeni ve siyasi tarihi anlaşılmaz.  Binlerce faili meçhul cinayet işlendi '93 yılında; Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da köy boşaltmalar doruğa ulaştı, Uğur Mumcu paramparça edildi, Jandarma Komutanı Eşref Bitlis'in uçağı düşürüldü, Jitem'in operasyonel komutanı Binbaşı Cem Ersever öldürüldü, Turgut Özal şüpheli bir şekilde vefat etti, Madımak Oteli yakıldı, sanatçılarımız yanarak can verdi, Bingöl'de dağıtıma giden silahsız ve sivil otuz üç askerimiz canice öldürüldü ve Başbağlar Köyünde köylülere yönelik bir katliam yapıldı, yine otuz üç insanımız kurşuna dizilerek hayatını kaybetti.

Başbağlar katliamının yıl dönümüydü dün.

Peki '93 yılındaki bu vahşi ve adi olayların amacı neydi? Kürt meselesini çözümsüz kılmak ! 

Bu çözümsüzlük boşu boşuna yıllarca sürdürüldü, bugün Suriye olayları üzerinden hayatını devam ettiriyor.

Kürt meselesi sadece bizim değil, bugün tüm Ortadoğu'nun sorunudur. Hangi çözüm reçetesi halkların acı çekmesini önler ve Ortadoğu'daki enerji kaynaklarının Batılı ülkeler tarafından gasp edilmesini durdurur? Abdullah Öcalan 'birlikte çözüm' demişti İmralı savunmalarında. '99'dan bu yana hatta '93'ten bu yana çizgisi değişmedi. '93 yılında Turgut Özal-Eşref Bitlis ikilisinin sorunu bitirmeye yönelik hamleleri vardı, Öcalan'ın bahse konu çizgisi Bingöl'de otuz üç sivil erin katledilmesiyle toprak altına indirildi. 

Neydi o çizginin mottosu: "Eşit yurttaşlık temelinde ortak vatan ülküsü." Güzel, doğru...Olması gereken budur. 

Peki Pkk ve onun sivil ayağı Hdp'nin ana hedefi Apo'nun çözüm reçetesiyle örtüşüyor mu, örtüşmüyor mu? Türkiye bugün 1980 öncesindeki halde değil, 1993'teki halde hatta 2002'deki halde bile değildir, çok ileridedir. 1980, 1993 ve 2002 momentlerinden çok ileriye geçmiş bu ülkede olaylara ve kişilere nesnel bakmaya mecburuz. Apo senelerdir silahların miyadının dolduğunu söylüyor fakat Pkk bu fikre yanaşmıyor. Neden? Nedenini aşağıdaki paragrafları okuyunca kolayca anlıyoruz.

Dünkü haber siteleri ilginç bir başlık attı, Mesut Barzani'nin oğlu Mesrur Barzani Pkk'nın Kandil ve 'işgal' ettiği Şengal'den çıkması gerektiğini söyledi ve ekledi: “Burada Kürtler derken spesifik olarak YPG’den söz etmiyorum. Daha ılımlı olan birçok başka Kürt gücünden ve diğer siyasi partilerden söz ediyorum. Eğer Türkiye’nin belirli bir gruba ilişkin endişesi varsa tüm ılımlı güçlerin katılacağı bir koalisyonun kurulmasına yardımcı olmalı diye düşünüyorum.”

Yine dün akşam Irak Kürt bölgesi başbakanı Neçirvan Barzani bir açıklama yaptı. Barzani, Irak merkezi hükümetinin bütçedeki paylarını eksik gönderdiğini belirterek şöyle konuştu: "Boru hatlarıyla ihraç edilen petrol geliri aylık 850 milyon dolar ederken, Bağdat'ın bize ödediği para sadece 400 milyon dolardır. Maalesef Bağdat bizi başka arayışlar içerisine girmeye mecbur ediyor. Bu şekilde Bağdat ile devam edecek durumumuz kalmadı. Dayatılan şartlardan dolayı farklı çözüm arayışlarına girmek zorunda kalıyoruz."

Dünkü açıklamalar bunlarla sınırlı değil. Neçirvan ve Mesrur Barzani'den başka Irak Kürt Federe bölgesi doğal kaynaklar bakanlığı da bir açıklama yaptı dün. Haziranda toplamda 17 milyon 130 bin varil petrol sevkıyatı yapıldığı belirtilen açıklamada, Kürt bölgesinin kendi kuyularından 12 milyon 740 bin varil, Kerkük’teki kuyulardan ise 4 milyon 390 bin varil petrol ihraç ettiği kaydedildi. Açıklamada Kürt yönetiminin, SOMO’ya haziran ayında 4 milyon 493 bin varil petrolü Ceyhan Limanı’nda teslim ettiği, kalanı ise kendi denetiminde sattığı belirtilerek şu ifadeler kullanıldı: 

"Kürdistan hükümeti, Irak merkezi hükümetinin 2014 yılında bütçe kesintisi yapmasından kaynaklanan borçlarını ödeyebilmek için bu ay serbest bir şekilde petrol satmak zorunda kaldı. Hükümetimiz geçen yıl petrol şirketlerinden alınan borçların ödemesini yaptı. Petrol şirketlerinden alınan borçlar, Kürdistan başta olmak üzere Irak’ın ekonomik ve güvenliği konusunda hayati önem taşıyor. Herkesin bildiği gibi Kürdistan halkının maaşları kesintili bir şekilde ödeniyor ve ekonomik anlamda zor süreçlerden geçmeye devam ediyor.”

Kürt doğal kaynaklar bakanlığı Bağdat'ın payını kıstığını tüm Dünya'ya deklare etmiş oldu. Kısaca Kürt meselesi Türkiye, Irak, Suriye ve İran açısından petrolün paylaşımı eksenine yerleşmiştir. Bugün Işid'in varlığı ve vahşeti de bundan yirmi üç yıl evvel ülkemizde gerçekleşen karanlık olaylar da bu yüzdendir. Amaç önü alınmaz bir kaos yaratarak Türkiye'yi iç savaş şartlarına sürüklemek ve petrolü aşırmaktır. Eğri oturup doğru konuşacağız, Türkiye doğal hinterlandı olan beş yüz yıl egemenlik sürdüğü coğrafyada var olmaya çalıştıkça karanlık eller toplumu birbirine düşürecek adi eylemlere girişmektedirler her dönemde. 6-7 Ekim Kobani olayları da bu kapsamdadır. Elli küsür insanımız iki gün içinde öldürülerek Türkiye'ye yeniden ihtar edilmiştir. Roboski bombalaması ve Reyhanlı katliamı da birer ihtar ve cezaydı. Aynen Başbağlar katliamıyla ihtar edildiğimiz gibi dikkatimiz çekiliyordu. Bu olayların arkasındaki gerçekler elbet bir gün konuşulacak duruma gelecek.

Söz konusu bu büyük ve arap saçına çevrilmiş sorunlar yumağından çıkmak için hangi politikaya sarılmak gerekir diye soruyorsanız, muhakkak ki bir cevabınız da vardır. Bugünkü görev o cevapları derinine tartışarak Türk-Kürt-Arap-Sünni-Şii-Alevi hep birlikte ortak bir akıl yaratmaktır. Eğer ortak akıl oluşamazsa deşilecek döş kolay bulunur. Döşümüze bıçak sokulmasına yol verenler tarihin değil günümüzün vicdanında ve olası savaş şartları içinde mahkum olacaktır.

Tüm siyasilerin bilhassa muhalefet partilerinin bu gerçeği görüp görmediği konusunda şüphem yok diyemem. Hem de çok şüphem var. Akıllanırlar mı? Umarım ! 

Çünkü orman yanmaya başlarsa bütün ağaçlar tehlike altına girer. Kimse kaçacak delik bulamaz. Bu vesileyle yirmi üç sene önce Başbağlar köyünde kahpece katledilen yurttaşları anar, hepsine tek tek rahmet dilerim.