3 Eylül 2015 Perşembe

FELSEFENİN DİBİNİ KONUŞUYORUZ O BEBEK CESEDİ ÜZERİNDEN


Kıyıya kuş ölüsü vursa üzülen bir toplumdur bizim toplumumuz. Yıllardır gelen mültecilerin sokaklardaki ağır acıklı durumu, savaşın katlettiği insan fotoğrafları, Pkk'nın çatışma sürecine girmesi sonucu her gün kalkan şehit cenazeleri hep birlikte ülke psikolojisini öyle ince bir köprüye getirdi ki artık "delirme" denen kuyuya düşme an meselesi ve "dalgaların üstünden geçtiği yüzüstü yatan bebek cesedi" milyonlar üzerinde bir patlama duygusu yaratabilecek kuvvette. 
Ölen bebek bir çatışmada yani sonucu az çok öngörülen bir olayda telef olmamış, hayatını savaştan kurtarmak için sonu belirsiz çıktığı yolculukta "gözlerini balıklara yem ederek" ışıklı Bodrum kumsallarına vurmuş. Hatta denebilir ki bu etki Suruç'ta bombayla katledilen gençlerimizin cesetlerinin yarattığı etkiden daha serttir. Zira bebek en temiz, en kutsal, en sevilendir. Bebek hayaldir. Geleceğe mutlu, umutlu, korkusuz bakmanın en sağlam formülüdür. Bir savaşta ölenleri karşı yanda görenler ile kendi ölülerine ağlayanların ortak ağlaşacağı bir mabettir kıyıya vuran bebek cesedi...
Daha bir kaç hafta evveli Manisa'da kamyon kasasında katledilen on üç annemizin ölümü nasıl bir yıkımsa kıyıya vuran bebek ölümü de öyledir belki daha da büyüğüdür. Orada da annelerin geride bıraktıkları al yanaklı köy bebelerine yanmamış mıydık bir yandan?
Zevklerimizin, eğlencemizin sembolü; güneşlenirken buzlu meyve kokteylimizi yudumladığımız çıplak vücutlar podyumu olan Bodrum sahillerine vuran geleceğimiz, umudumuz, cesaretimizdir aslında ve "büyük silkinişler tarihinde" milat olma değeri taşımaktadır sarstığı ruhlarda.
Felsefenin dibini konuşuyoruz güneşlenenlerin ayaklarına vuran bebek cesedi üzerinden. Bebek cesetlerini kullanmış mı oluyoruz? Çok mu pragmatik olduk? Hayır...O bebek tüm insanlığın ayaklarına vurmuştur. Demagoji mi yaptım? Ne fark eder ki...Bir bebek cesedi üzerinden "ben kimim, burada ne yapıyorum" diye kendime sorular soruyor ve bu halin bir çok insanda husule geldiğini görüyorsam burada artık felsefe vardır. Bizden önce neler söylenmiş, elbette oraya da gideriz ancak ben bizim kelimelerimizle bizim içsel çelişkilerimizi, bizi bizce konuşalım istiyorum. 

Siz şimdi kalkıp "zaten bu dünya sonlu, neyin peşindesin" derseniz bu tartışma ben kimim sorusuna vermeye çalıştığımız cevabı kolaylaştırır ve gerçeğe dönersek "nasıl olsa sonu olan, nasıl olsa yalan olan, nasıl olsa sınav alanı olan bu dünyada böyle şeylere çok da takmak gerekmez." derseniz bu felsefenin de önünü kapatır, üstüne üstlük de acılar denizinde baştan mağlubiyetin gerekçesi olur. Galibiyet mümkün mü? Değil demek bunları konuşmaya engel değil. Konuşmaya devam edelim...
Önce konuştuk, sonra mı düşündük...Önce düşündük sonra mı konuştuk...Başka tartışmalar, girmiyorum. Velhasılı mağlubiyeti baştan kabullenmek -ki adına yanlış biçimde tevekkül denmiştir, tevekkül benim nazarımda dinlenme ve dolma sürecidir- sonu 'prizmanın öbür köşesinden bakılırsa' hiççilik olur. Felsefenin cilvesi olarak görüyorum bu paradoksu. Neden, çünkü insan yaşamaya devam etmektedir. Çünkü insanın yaşamaya devam ettiği bir fanusta -bu dünya bir fanustur ve esas bunun değişmesine imkan yoktur belki de, konuşmak gerek- yani sınırlı olan zeminde sınırlı olan günlük dertlerine çözüm bulma mecburiyeti vardır. Çelişki elbette öleceğini bilmektir ama ölüm anına dek yaşamakta olan ve tamamen yaşamaya kodlu bir canlıdan bahsediyoruz. Akıllı bir canlıdan...Dinen eşrefi mahluktan...
Öze dönersek din de dinselliğin dışında olan ve ona aykırı gözüken de -aykırı gözüken ancak gözüktüğünü sanmaktır, aslında içindedir- yaşamın göbeğindeki bir zorunluluğu bize çok sarih gösteriyor: "Devrimci olmak. O devrimciliği yeri geldi mi evrimciliğe indirmeyi bilmek ve yeri geldi mi tekrar devrimcileşmek." Peygamberimiz bu yüzden devrimcidir. Hatta bencileyin en büyük devrimcidir. Ali Şeriati'nin derdi bu oldu ömrü boyunca, Resullullah'ın devrimciliğini anlatmak...Şimdi çok uzadı, ben de adliyede işleri olan nispeten daha özgür bir tutsak olarak son cümleye geleyim; bunca maddi, fiziki ve içsel çelişki karşısında -belki de hiç bir şey çelişkili değil, bilmediğimiz daha kutsal yüce bir ereğin taşı her bir şey- bilincim bana tek çarenin dayanışmadan geçtiğini anlatıyor. Dayanışmanın en içkin hem de en aşkın hali aşk oluyor ve aşık olan da her zaman devrimcidir. Arife tarif gerekmez ve okuyan, dinleyen, göreni her zaman okunandan, dinlenenden, görünenden arif olarak görmeye mütemayilim. Nimri Dede yardım etsin bana:

"ben de bir zamanlar baktım bakıldım
nice yıllar bir kemende takıldım
o aşkı mecazla yandım yakıldım
közde ben bir insan olmaya geldim."

Her dizesini mükerreren nakşedelim özümüze. Ki o nakış var olanın üstüne oturacaktır, aynını bulacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder