15 Ocak 2016 Cuma

YALANLARIN VE SAHTEKARLIĞIN TRAGEDYASI


MALUM BİLDİRİYLE PKK'YI AKLAYAN BİLDİRİCİ AKADEMİSYENLERE VE GEÇMİŞİN 'FAŞİST DEVLET' SLOGANINDAN KURTULAMAYAN, HAYATTAKİ DURUŞUNU SKOLASTİK BİR ZİHİNLE -BİLİNÇALTI VEYA BİLİNÇÜSTÜNDE- 'DEVLETİ YIKMAK' ÜZERİNE İNŞA EDENLERE SESLENİYORUM !

Devleti tanrılaştırmam, bir 'devlet fetişizmi' içinde olmam mümkün değildir. Devletin tüm erkleri ve koyduğu düzen bilakis hepimizce eleştirilmeli ve elbette sorgulanmalıdır. Ne için? Daha adil bir düzen için, refahın artması için, fırsat eşitliği için, gelir dağılımı adaletsizliginin son bulması için, yurttaşın haksız vergilerle ve banka-faiz tahakkumuyle ezilmemesi için, temel insan haklarının ve sosyal devlet prensibinin layıkıyla yaşanması için. Yurttaşlarına hizmetle mükellef devlet üstteki egemenlik mücadeleleri esnasında halka zarar verecek tasarruflarda da bulunabilir ve bizim görevimiz bu hallerde sorumlu bir duruşla haklı itirazları dillendirmeyi de kapsar.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluşundan bu yana kendi yurttaşına sayısız haksız uygulamaları olmuş bir devlettir. En çok da olağanüstü dönemlerde yani askeri darbe dönemlerinin öncesi ve sonrasında halkla devletin arasını açan insanlık ve hukuk dışı bir çok devlet uygulaması maalesef zihinlerimizden hala çıkmıyor. Ciddi kalıcı etkiler söz konusudur. Toplumsal travma bireysel travmadan daha zor düzelir. Bunu tüm ülke, yaşadıklarımızla biliyoruz. Bugün yaşadığımız savaş ortamının gerisinde muhakkak ki geçmiş uygulamaların kalın tortusu duruyor. Sokakta Kürtçe konuştuğu için jandarma çavuşundan dayak yiyen, geleneksel köylü kıyafeti olan poşiyle ve tütün tabakasıyla şehre geldiği için başındaki poşisine, elindeki tütününe, kıt kanaat geçindiği mezrasında davarına, sütüne, peynirine, arpasına, buğdayına zorla el konulan bir halktır Kürt halkı. On yıllarca devlet destekli şeyhler ve ağaların baskısı altında kimliksiz ve kişiliksiz bir hale getirilmeye çalışılmıştır. Evet geçmiş böyledir. Bu geçmişin neticesi de Pkk'dır hiç kuşkusuz.

Pkk çıkışı itibariyle suni bir örgüt değildir kısaca. 1984 Eruh baskınıyla kendini duyuran bu yapının halk içindeki meşruiyeti geçmişin bahsettiğim travmalarına dayanmaktaydı. Travmalar tarihi Cumhuriyetin kuruluş aşamasındaki isyanlarla başlar, 12 Eylül'ün faşizan uygulamalarına ve 1990'ların köy boşaltma ve faili meçhul cinayetlerle dolu karanlık günlerine dek sürer. 1980 darbe döneminin Diyarbakır cezaevinden çıkan soluğu Bekaa'daki Pkk kampında almıştır. Esat Oktay Yıldıran adlı cezaevi komutanın insanlık dışı rezilce işkenceleridir biraz da Pkk'yı Pkk yapan. Abdullah Öcalan geçmişin travmalarını militan kazanmak için yeterli görmesine rağmen 12 Eylül uygulamaları Pkk'nın kuruluşunu ve eyleme geçmesini çok daha kolaylaştırmıştır. Burada Lozan'dan, ilk Kürt isyanlarının sebeplerinden, 12 Eylül darbesinden, Pkk'nın istihbari bağlantılarından, Batı Avrupa ve Abd'nin ülkemiz ve Ortadoğu'daki Kürt sorununu nasıl kullandığından bahsetmeyeceğim. Ortadoğu'daki kaostan ve bu kaosu yaratan enerji kaynaklarının paylaşımı ile sevkiyatı meselesinden de bahsetmeyecegim. Bu maddeler muhakkak ki ülkemizdeki savaş ortamının tam olarak sebeplerindendir. 'Ulus devlet teorisi', 'Wilson prensipleri, Lenin'in teorileştirdiği 'Halkların kendi kaderini tayin hakkı' ilkesi, 'yeni emperyalizm tespiti', Sayspikot anlaşması, Musul-Kerkük problemi, Barzani gerçeği, soğuk savaş dönemi Arap devletleri, İşıd olayı, Suriye iç savaşı, Israil'in hedefleri, Iran-Suud çelişkisi, bölgenin tarihte/günümüzdeki jeopolitiği ve Dünya devlerinin enerji politikalarına da değinerek tahlil ve fikir cimnastiği gerektiren bu maddeleri başka bir yazıya erteleyelim ve sadete gelelim.

Akp iktidarı Oslo görüşmeleriyle deşifre olduğu üzere Pkk ile Mit üzerinden iletişime geçmiş ve 'çözüm süreci' adı altında çatışmasızlık dönemine girilmesini sağlamıştır. Bu dönemin aktörleri Mit Müsteşarı Hakan Fidan, Abdullah Öcalan ve Kandil'deki Pkk/Kck yönetimidir. Oslo görüşmelerinin başlangıç tarihi Eylül 2008'dir. Demek ki TRT 6 (Kurdi) kanalının yayın hayatına geçmesinden üç ay evvel başladı Oslo buluşmaları. Bu buluşmaların ana gündemini silahın ilanihaye rafa kalkması oluşturmuştur. Pkk temsilcileri görüşmelerde çatışma sürecinin devam etmemesi için bazı taleplerde bulunmuş ve Abdullah Öcalan'ın yol göstericiliğinin esas olduğunu deklare etmiştir. Pkk'nın en önemli talebi 19.10.2009'da, yani Oslo görüşmelerinin başlangıcından bir yıl sonra gerçekleşmiş ve bir grup Pkk'lı Habur sınır kapısından giriş yapmıştır. Sonrasını herkes az çok biliyor. (O zaman ki BDP bu olayı bir gövde gösterisine dönüştürerek siyasi iktidarı Türk seçmen karşısında zor duruma düşürmüştü.) Tam da bu noktada kritik bir hatırlatma yapmak isterim. Türkiye'de kırk yıldır Pkk terörü sebebiyle oğlunu, eşini, babasını kaybetmiş onbinlerce insan vardır. Hısımlarıyla yüzbinleri bulan insanlarımızın birebir canı yanmıştır. Buna rağmen halkımız 'Habur olayına da' 'akil insanlar heyetine de' ufak tefek olaylar dışında sert tepki göstermemiştir. Toplum yüzlerce yıllık kardeşlik mirasının gücünü ve çelebiligini her zaman olduğu gibi yine ortaya koymuştur.

Peki Pkk militanları Habur'dan ülkeye girerken Akp'nin o zamanki ortağı F.Gülen çetesi ne yapıyordu? Birinci can alıcı nokta burasıdır. Kck soruşturmasının Diyarbakır Başsavcılığı'nca başlatıldığı tarih 2009 yılının Mayıs ayı olduğuna göre Savcılık (daha dogru ifadeyle F.Gülen cetesinin hakimiyetindeki Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı) Oslo'daki görüşmelerden sekiz ay sonra süreci bozma girişimlerine başlamış gözüküyor. Evet Kck davası bir sabotajdır, aynen Ergenekon ve İzmir'de görülen Casusluk davası gibi. Kck davasıyla binlerce sivil Kürt tutuklanarak Pkk tahrik edilmeye çalışılmış, çatışmasızlık ortamı bozulmak çalışılmıştır. Pkk içindeki savaş yanlısı kanat Kck tutuklamaları başlayınca bunu sebep olarak tespit etmiş ve eylemlere başlamak istemiştir. Hatta bu davada sanık avukatı sıfatıyla görev yapmış biri olarak tespitim odur ki Kürt siyasetindeki ağırlıklı ekip tutukluların tahliyesinin gerçekleşmesini istememiş ve davayı içte ve dışta devlet aleyhine kullanmayı amaçlamıştır. Ancak Abdullah Öcalan'ın Mit'in yönlendirmesiyle yaptığı kritik müdahaleler ve açıklamaları Pkk'yı da dönemin Bdp'sini de kilitlemiştir. Zira Öcalan'ın da daha sonraki İmralı görüşmelerinde F.Gülen çetesinin darbe girişimini engellediğini toplantıda bulunan Bdp vekillerine ifade ettiğini biliyoruz.

Pkk içindeki savaş yanlısı hakim grup Öcalan'ın örgüt üzerindeki etkisinin zayıf olduğunu göstermek ve bu yolla Öcalan’ı etkisizleştirmek için çeşitli eylemler yapmış olup bu eylemlerin 'örgütün vahametini gösteren en mühim örneği' 21.09.2011'de Siirt'te gerçekleşti. Örgüt üyeleri polis otosu sandıkları bir otomobili roketle havaya uçurup okul mezuniyetinden dönen araç içindeki dört genç kadının ölümüne iki kadının ağır yaralanmasına sebep oldu. 23.09.2011 günü Kandil'den yapılan açıklamada olayın 'acı bir kaza' olduğu ifade edilerek eylemde ölenlerin ailelerinden özür dilendi. Bu eylem dışındaki sivil-resmi kişilere yönelik ölümlü saldırılar, iş makinesi yakma, yol kesme, kimlik kontrolü yapma, kalekol ve baraj inşaatlarını bombalama gibi onlarca eylemi saymıyorum.

Söz konusu eylemler Abdullah Öcalan'ın 2014 ve 2015 Nevruz'unda 'silahlı dönemin kapandığı ve sivil siyaset dışında başka bir yol olmadığına' yönelik mesajları ve öncesinde Kandil'e gönderdiği mektuplar sebebiyle Pkk içinde büyük tartışmalara sebep olmuştur. Öcalan'ın duruşu Pkk içindeki ayrılıkçı olmayan güçsüz grubun elini kuvvetlendirdiğinden Pkk'nın Kürt milliyetçisi olan ayrılıkçı kanadı roketli, mayınlı, hendekli eylemlere bir zamana kadar geçememiştir. İşte 'o zaman' imza attıkları bildiriyle Pkk'nın ilkel Kürt milliyetçisi olan ayrılıkçı kanadını temize çıkarmaya çalışan akademisyenlerin, Hdp'nin ve Hdp destekçisi olan 'aydın sıfatıyla boy gösteren karanlık kişiliklerin' koro halinde ifade ettikleri üzere Dolmabahçe'de masanın devrildiği an değildir. 'O zaman' Haziran seçimleri sonrasındaki zaman da değildir.

Pkk kurucusu Öcalan'ın 2014 ve 2015 Nevruz'unda örgüte yaptığı silahların gömülmesine yönelik çağrı aslında karşılığını hiç bir zaman bulmamıştır. Pkk'nın hakim olan ayrılıkçı yönetimi tarafından karşılığı varmış gibi davranılmıştır. Bu hem kendi militanlarına hem de Hdp'ye destek veren Akp ve Erdoğan karşıtlarına yönelik tamamen taktik bir davranıştır. Strateji ise Şengal dağına yapılan İşıd saldırısından başlamak kaydıyla ABD hava kuvvetlerinin de desteğiyle tüm Kuzey Suriye'de hayata geçirilecek 'sözde enternasyonal YPG direnişi' neticesi oluşturulacak alanla ülkemizin Suriye-Irak sınırında ele geçirilecek alanların birleştirilmesini amaçlamaktadır.

İşte ikinci can alıcı nokta da burada kendini ayan beyan gösteriyor. Biraz evvel de değindiğim üzere Hdp, Chp, bunlara bağlı yazar çizer taifesi, Türkiye'yi ihtar eden bildirici akademisyenler ve tümünün destekçileri ne demektedir: "çözüm süreci Dolmabahçe'deki mutabakatın televizyonlardan deklare edilmesini müteakip Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu mutabakatı tanımadığına yönelik ifadelerle son bulmuş ve TC'nin silahlı güçlerinin durağan olan Pkk'ya saldırısıyla savaşı devlet başlatmıştır."

Kronolojik olarak devam edersek daha kolay olur; Yalçın Akdoğan ve Sırrı Süreya Önder'in mutabakatı okuduğu tarih 28.02.2015'tir. Cumhurbaşkanı'nın bu mutabakatı tanımadığını ifade ettiği tarihse 20.03.2015'tir. 

Peki çatışmalar ne zaman başladı? 11.07.2015 günü Pkk şefi Murat Karayılan şu açıklamayı yaptı: "Çözüm süreci esas olarak sizin de çok iyi bildiğiniz gibi kamuoyu önünde açıkça yürütülen bir süreç Erdoğan'ın müdahalesiyle ortadan kaldırıldı. İlk önce Kürt sorunu diye bir sorun yoktur dedi, daha sonra izleme heyetine katılmıyorum doğru değildir, İmralı'nın itibarını artırır dedi. Daha sonra Dolmabahçe Sarayı'ndaki açıklama da doğru değildir dedi. Daha sonra da masa filan ortada yok dedi, yani her şeyi yok saydı. Oysa 22 yıllık bir emek var yani bu 93'te başlayan bir süreçti. Bu sürecin geldiği bir düzey var. Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan 10 maddelik açıklama düzeyi var. Her iki tarafın mutabık olduğu belge ilk kez kamuoyu önünde açıklandı. Şimdi tüm bunların yerle bir edilmesi ne anlama gelir? Çözümün bitirilmesi anlamına gelir, çözüm dolayısıyla bitmiştir, çözüm yoktur." İşte bu açıklamayla birlikte Pkk'nın mayın patlatma ve hendek eylemleri devreye sokuldu. Adına da 'devrimci halk ayaklanması' adı verildi. Temmuz ayından bugüne dek toplam altı aydır süren çatışmalar gösteriyor ki Pkk çözüm sürecinin şartı olan sınır dışına çekilme safhasına hiç geçmemiş, tam tersine savaşa hazırlanmış. Bu halde Cumhurbaşkanı'nın Dolmabahçe mutabakatını izale etmesinin sebebi de ortaya çıkmış oluyor. Ancak gerçek daha da geride durmaktadır.

Şimdi tarih tarih belirteceğim olaylar Pkk, Hdp ve destekçilerinin gerçek niyetini anlamak bakımından aklı ve vicdanı yerinde olan herkese yardımcı olacaktır.

Pkk'nın çözüm sürecinin son iki yılında gerçekleştirdiği eylemler ve yaşanan olaylar:

1) Mayıs 2014- Lice'de kalekol inşaatını protesto eylemleri başladı. 
2) 06.06.2014- Lice olaylarında iki kişi öldü. 
3) 06.06.2014- Tunceli ve Van/Çatak'ta Pkk militanları araçları durdurup kimlik kontrolü yaptı. 
4) 09.06.2014- Lice'deki 2.Hava Üs Komutanlığının Türk bayrağı direkten indirilerek göstericilerin çiğnemesi için yere atıldı. 
5) 13.08.2014- Lice merkeze dört kilometre uzaklıktaki bir mezarlığa Mahsum Korkmaz'ın heykeli dikildi.
6) 08.09.2014- Muş'un Bulanık ilçesine bağlı Çataklı köyü otuz Pkk militanı tarafından basılarak köylüler camiye kapatıldı ve on çocuk dağa kaçırıldı. 
7) 05.10.2014- Selahattin Demirtaş'ın çağrısı sonucu başlayan Kobani için ayaklanma olayları iki gün içinde ellibeş yurttaşın hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı. Olaylar A.Öcalan'ın çağrısiyla sona erdi. Hadise tarihe 6-7 Ekim olayları olarak geçti.
8) 24.10.2014- Pkk Kağızman'da hidroelektrik santrali bombalayarak ağır hasara neden oldu.
9) 25.10.2014- Yüksekova'da çarşı iznine çıkan iki uzman çavuş ve bir erbaş sivil ve silahsız oldukları halde kafalarına silah sıkılmak suretiyle öldürüldüler. 
10) 30.10.2014- Hava astsubay Necdet Aydoğdu 2.5 aylık hamile eşine meyve satın alırken Diyarbakir'ın Sur ilçesinde eşinin gözü önünde öldürüldü. 
11) 27.12.2014- Cizre'de Pkk'lılar Hüda-Par'lilara saldırdı, altmış yaşında bir Huda-par'li öldürüldü. Kolluk güçlerinin müdahalesiyle olaylar daha da büyüdü. Bir çok kamu kurumunda ağır hasar meydana geldi.
12) 29.12.2014- Cizre'deki olaylar Batman ve Yüksekova'ya sıçradı. Esnaf üç gün kepenk açamadı. Bir çok kamu kurumu hasara uğradı. 
13) 30.12.2014- Güneydoğu Genç İşadamları Derneği Başkanı Hakan Akbal Cizre olaylarında 'üçüncü bir elin' varlığından bahsetti ve amacın Suriye'deki çatışmaların Türkiye içine çekilmesi olduğunu söyledi. 
14) 07.01.2015- Cizre'deki çatışmalar artarak sürdü ve çatışma ortasında kalan ondört yaşındaki Ümit Kurt hayatını kaybetti. 
15) 19.01.2015- Cizre Emniyet Müdürü Ercan Demir geçmişte Trabzon Emniyetindeki görevi dolayısıyla Hrant Dink davası kapsamında tutuklandı.

Tarihlere bakılacak olursa bu eylemlerin gerçekleştiği tarihlerde Suriye tarafında da İşıd-Ypg çatışması söz konusuydu. Örneğin Lice olayları İşıd'ın Şengal baskınından iki gün sonra başladı. Yine Demirtaş'ın çağrıyla başlayan 6-7 Ekim olayları ve Cizre çatışmaları da Kobani'deki çarpışmaların en kızgın anında gerçekleşti.

Saydığım bu eylemler görüldüğü üzere Abdullah Öcalan'ın Pkk'ya silah bırakma çağrısı yaptığı iki nevruz arasında meydana gelmiştir. Ancak Pkk ve onun legalitedeki temsilcisi Hdp lafta bu çağrıya uydukları yönünde hareket etmiş olsalar da gerçek ve yaşadıklarımız böyle değildir. Demek ki devletin istihbarat kurumlarının verdiği bilgiler bir havuzda biriktikten ve seçimler -tüm partiler için- atlatıldıktan sonra 2014 yılının ortasında Pkk tarafından başlatılan şiddet olayları gerçek ifadesini Murat Karayılan'ın 'çözüm sürecinin bittiği' yönündeki 11.07.2015 tarihli savaş ilanında bulmuştur. Sözün özü şudur ki Pkk'nın milliyetçi-ayrılıkçı kanadı ABD tarafından Ypg'ye alan açılması konusunda mutabakat sağlandığı andan itibaren çözüm sürecini satmıştır. Ypg komutanı Polat Can'ın 14.10.2014'deki beyanı herhalde iki günlük bir ilişkiye dayanmıyor. Ne demişti Polat Can: "işıd'e karşı kurulan koalisyon güçleri idaresinde temsilcimiz var." Biraz daha geriye gidersek taşlar yerine daha iyi oturacak; Ahmet Davutoğlu Dış işleri Bakanıyken iki kez Ankara'ya davet edilen Pyd'nin lideri Salih Müslim Ankara'nın Suriye'ye ve Esad yönetimine yönelik işbirliği teklifini reddetmiş ve ABD Dış işleri bakanının değişmesiyle yeni Bakan Kerry'nin direktifiyle hareket etme yoluna gitmiştir.

Bütün bunlar olayları takip eden herkes tarafından çok iyi bilinmektedir. Silahların bırakılması ve sınır dışına çıkılması gerekirken Pkk tarafından 2014 yılının Mayıs ayından bugüne dek sürdürülen savaşın Suriye'deki çatışmalarla paralelliği olayın şifresini çözmektedir.

Ancak şer planı Kürt halkının desteği sağlanamadığı ve güneydoğudaki savaş konsepti Türkiye'nin Batısına taşınamadığı için çökmüş bulunuyor. Bu halde yaşananlar hendeklere-barikatlere sürülen çocuk yaştaki bilinçsiz gariban Kürt çocuklarının sonu olmayan çatışmalarda ölmesi ve içine sokuldukları girdapta masum polis ve askerlerimizin katledilmesinden başka bir şey değildir. Kürt siyasetini yönetenler bırakın Türkiye'yi, Kürt halkına ihanet etmişlerdir. Yalanları ve sahtekarlıkları 'hastalıklı sözde aydın' tahkimatıyla gerçek bir tragedyadır artık ve perde kapandığında geriye sadece halkımıza yaşatılan acılar kalacak ne yazık ki.

6 Ocak 2016 Çarşamba

YUGOSLAVYA İÇ SAVAŞINDAN ORTADOĞU KAZANINA VE CİZRE, SUR, NUSAYBİN HENDEKLERİNE

YUGOSLAVYA İÇ SAVAŞINDAN ORTADOĞU KAZANINA VE CİZRE, SUR, NUSAYBİN HENDEKLERİNE

Eski Yugoslavya'nın Kosova ve Makedonya da dahil dağılan her parçasını görmüş, o ülkelerin bir çok şehrinde kasabasında kalmış, onlarca insanla yaşadıkları iç savaşın sohbetini yapmış biriyim.

Savaş Hırvatlarla Sırplar arasında başladı ilk olarak. Bir grup giğer bir grubun düğün alayına saldırdı bir akşam. O kasabada başlayan olaylar kısa sürede tüm Yugoslavya'yı sardı.

Düşmanlık tarihi bazı olaylardan kaynaklıydı. Hırvatlar katolik, Sırplar ortodoks ve Boşnaklar müslümandır bilindiği üzere. Hırvatlar 1.Dünya savaşından önce dindaş/mezhepdaşı oldukları katolik Avusturya-Macaristan imparatorluğunun parçasıydı. Sırplar 18.yy'dan sonra ortodoks Rus imparatorluğu koruması altındaydılar. Boşnaklar ve müslüman Arnavutlar ise Osmanlı'nın bakiyesi idiler ve gözleri, gönülleriyle hep Anadolu'ya dönüklerdi.

1.Dünya Savaşı sonunda yenilen Almanya ve Avusturya-Macaristan Hırvatlar üzerindeki askeri-idari güçlerini yitirdiler. 1917 Bolşevik devrimi Balkanlara hemen eğilemedi. Yugoslavya 2.Dünya Savaşına dek 1.Dünya Savaşının etkilerinden kurtulamadı ve 2.Dünya Savaşı patlar patlamaz Hırvatlar mezhepdaşları olan Almanlarla hareket etmeye başladılar, Sırplarsa tarihi müttefikleri Ruslarla...Boşnakların bir kısmı komünizmin din politikası sebebiyle Almanlara destek verirken diğer kısmı genelde taraf olmamaya çalıştı, küçük ölçekte de olsa Sırplarla beraber hareket eden gruplar da çıktı.

Hırvatların 2.Dünya Savaşı esnasında kurdukları Ustaşa adlı örgüt Hitler ordularına karşı direnmeye çalışan Sovyet destekli Partizan'lara çok büyük zayiatlar verdi. Balkanlardaki dostlarımın anlattıkları kadarıyla kelle kesme, kadınlara tecavüz, çocuk kaçırmadan tutun her türlü vahşetin yaşandığı bir kapışma yaşandı. Ustaşa Hitler'in desteğiyle Sırplara büyük mezalim yapmıştı.

Ve Hitler kaybetti. 2.Dünya Savaşı sonrası kurulan Yugoslavya'nın efsanevi lideri Tito içeriye 'yaşananlar yaşandı ve bitti' diyerek kan davası güdülmeyeceğini söyledi ve bunu savaş yorgunu Yugoslavya'ya biraz da halkın takatsiz olmasi sebebiyle kabul ettirebildi. Tito'nun annesi sloven bir katolik babasıysa Hırvat'tı. Ama o gençliğinden beri komünistlerleydi ve Rus-ortodoks bir kadınla evlenmişti. Yugoslavya'yı Churchill ve Stalin'in desteğiyle federatif bir yapıya kavuşturdu. Tam bir denge adamıydı. 1950 sonrası 3.yolcular-bağlantısızlar hareketinin merkezinde yer almakla tarihin en önemli politik figürlerinden biri olmayı başardı. Avrupa'ya Rus'larla birlikte olmadığı imajını çok kuvvetli verdi. Ruslara ise tam tersini gösteriyordu, Avrupa'ya mesafeliydi ve asla Avrupa'dan destek almayacaktı. Bu denge politikası içinde kendi toplumunu kısa sürede bayağı ileriye zıplattı. Sanayiide hizli bir gelisim yasaniyordu. Yerli otomobil olan meşhur Yugo (Jugo) ülkenin her yerinde halkın kullanımına sunulmuştu. Yugoslav parası ülke dağılana kadar çok değerliydi. Kültür ve sanatta kısa zamanda çok önemli ilerlemeler sağlandı. Yugoslav pasaportu olan Dünya'nın her yerinde vizesiz giriş hakkına sahipti. Buna Amerika, Sovyetler ve tüm Avrupa dahil...Hepimiz eski Yugoslavya'nın efsane futbol ve basketbol takımlarını hatırlarız. Hatta çocukluğumuzda ABD basketbol takımına karşı hepimiz Yugoslavya'yı desteklerdik...Bize yakın oldukları için, buralı oldukları için...

İşte o Yugoslavya Tito'nun ölümüyle çok hızlı şekilde iç tartışmalara boğuldu ve eski defterler açılmaya başlandı. Unutulan düşmanlıklar heybelerden bir bir çıkarılıyordu. Aslında geçmişte yaşananlar hiç unutulmamıştı. Tito birleştirici baba rolünü başarmıştı belki, ama baba ölünce kardeşler unutmadıkları eski günleri hemen hatırlayacaklardı ve yukarıda bahsettiğim düğün konvoyuna saldırı iç savaşın kıvılcımı oldu. Sırplar Macaristan sınırındaki ormanlarda dedelerinin kafalarını kesen Ustaşa'ların torunlarından intikam için yeminler ediyorlar, paramiliter çeteler kuruyorlardı. İlk günlerde müslümanlara yönelik bir hadise yoktu. Ancak iş savaş öyle bir yayıldı ki, iç savaş sonunda müslüman Boşnaklar en ağır zaiyatı veren toplum olarak kaldı geriye. Bugün Bosna-Hersek'in neresine giderseniz gidin her yer sehitliklerle doludur. Mezar başlarında anaları, bacıları, eşleri görürsünüz ellerinde su şişelerle. Özenle sularlar şehitlerinin üstünde biten çiçekleri.

İnsan hakları şampiyonu modern Avrupa'nin gözleri önünde yaşanan Srebrenitsa katliamını kitaplardan okumakla o utanç beldesini yerinde teneffüs etmenin farkını ancak Srebrenitsa'ya gidenler bilir. Orayı gördüğümde içime kan oturmuştu. Bugün Sırplar ve Boşnaklar Srebrenitsa'da hala beraber yaşıyorlar, eğer adına yaşamak denirse. Birbirlerinin yüzlerine bakamayan yaşayan ölülerin kasabası dersem Srebrenitsa için, abartmış olmam. Öyle köyler gördüm ki, aradan yıllar geçmesine rağmen cenaze evi ruhundan çıkamayan yerlerdi çoğu. Yirmi yıl geçmesine rağmen gülmeyen insanların yaşadığı bir kısır ülke haline getirmişlerdi geçmişte bizim gıptayla baktığımız büyük Yugoslavya'yı.

Belgrad'da gece üçte masaya kapanıp hıçkırarak ağlayan Sırp Miroslav'ın Dubrovnik'teki doğduğu köye dönemeyiş hikayesini içim sızlayarak dinlemiştim. Annesi Hırvat'tı Miroslav'ın ve Sırp olan babasını çok sevdiğinden onunla Sırpların yaşadığı yere göç etmişti. Gittiği yerde Hırvat olduğu için Sırplardan eziyet gören bu kadının ve oğlunun acısını tahmin edebilir misiniz? Öte yanda Miroslav'ın babası dayılarına karşı savaşıyordu...Peki ne için? Delilik değil miydi bu? Herşeyi geçtik, Miroslav'ın suçu neydi?

Mostar'da Hırvatlarla Boşnaklar hala beraber yaşıyorlar. Selamlaşıyorlar, sohbet ediyorlar, birlikte is yapıyorlar. Arkadaşlar... Ama gördüm ki hepsinin içinde bir şüphe var. Yarın her şey değişebilir ve dün birlikte kahve içtiği Hırvat Josip'i öldürmek zorunda kalabilir Boşnak olan Ali. Ya da tam tersi...

Anlatabileceğim bir sürü olay-anı var zihnimden çıkmayan. Bütün bunları yazmak ve iletmek isteyişimin nedeni Ortadoğu'da kaynayan suyun altına odun atanları deşifre etmek...Ve elbette tarihsel-sosyolojik sebepleri de...

Yugoslavya iç savaşına baktığımızda gözümüze çarpan birinci sonuç dinsel farklılıkların büyük kapışmalardaki en büyük kavga sebebi olarak kullanılıyor olması. Aynı dile, dine ve etnik kökene mensup iki toplum olan Sırplar ve Hırvatlar mezhepsel farklılıkları ve buna bağlı aidiyetleri sebebiyle birbirilerinin geleceğini mahvettiler. Birbirlerini yerlerken Müslüman Boşnaklara da saldırdılar ve onulmaz acılar yarattılar.

Son İran-Suud gerginliğinde de benzer şeyler yaşanmaktadır. Arap olan Şii din adamı Şeyh Nemr'i asan Arap Selefilerin derdi onlarca parçaya bölünmüş Arap halkının yüz yıldır Rus, ABD ve Avrupa egemenliği altında uğradığı haksızlıkla savaşmak değildir. Aynı şekilde İran'ın derdinin de bu olmadığı çok açık. Zira İran yıllardır büyük şeytan dediği ABD ile Viyana'da kritik bir anlaşma yapmıştır. Öncesindeyse İran dış işleri bakan yrd. Abdullahiyan'ın gözden kaçan bir açıklaması vardır; Ahmedinejat döneminde İsrail devletine karşı hiç taviz vermeyen İran değişen denklemler çerçevesinde İsrail'e de dost eli uzatmış olup, Işid terör örgütüne karşı İsrail'le dayanışma içine girilebileceğini söylemiştir. Suud rejimiyse Aramko şirketi ve bağlı işbirlikleri çerçevesinde eskiden beri ABD güdümündedir. Ortadoğu'da ABD'nin en önemli üssü konumundadır. Darbeci General Sisi'yi meşru kabul edip ardından Sisi yönetimine mali yardımda bulunmuşlardır.

ABD'nin Irak müdahalesiyle birlikte Irak'ta yaşanan Şii-Sünni kapışmasının sonucu olarak ortaya çıkan Işid de mezhep ayrışmasının motive ve domine ettiği bir yapıdır. İçinde her büyük gücün istihabari etkisi altında hareket eden gruplar olduğunu düşünüyorum.

Görüyoruz ki Ortadoğu'da yaşanan tüm gerginliklerin görünür tarafında tarihsel/sosyolojik ve dini/ideolojik gerçekler bulunuyor, aynen Yugoslavya iç savaşının görünür tarafında olduğu gibi. Peki ya görünmeyen tarafında ne var? İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır.

Yugoslavya örneğinden bakacak olursak; iç savaş sonrası oluşan Hırvat devleti bugün AB üyesidir. Katolik Avrupa Yugoslavya iç savaşından böyle bir karla çıkmış ve katolik Hırvatistan üzerinden burnunu Balkan'lara sokmuştur. Sırbistan tam anlamıyla Moskova'nın denetimine girmiştir, bugün Belgrad Rus şirketlerinin ve Rus ordusunun konumlandığı en önemli Balkan başkentidir. Bosna-Hersek devleti ise Balkanlardaki en büyük ABD Büyükelçiliği ve üssünün olduğu ülke konumundadır. Ülkede Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ın bir çok iktisadi ve kültürel kuruluşu mevcuttur ancak Bosna'lılar Türkiye'ye herkesten çok yakındır.

Ortadoğu'daki ayrımlar da bu üç güç merkezinin planları üzerinden hayat buluyor. İran 1979 devrimi sonrası Almanya-Fransa desteğiyle kuvvet bulmuş bir ülkedir. Bu ülkedeki Alman ve Fransız yatırımları Şia mollarının iktidarı ele geçirisi sonrası devam etmiştir.

Ancak ikinci körfez müdahalesi sonrası ABD'nin Irak Şii'leri üzerinden bir oyuna giriştikleri de gözlerimizin önünde. Kısaca ABD Irak Şiileri üzerinden İran'a göz kırparken Suud İmparatorluğuyla bağlarını da hiç zayıflatmadı. Öte yandan Rus'lar da Ortadoğu'daki BAAS ittifakını yitirdikten sonra oyununu İran üzerine dizayn etti ve İran ile Rusya'nın Esad rejimine desteği bunu teyit ediyor. Peki ya Avrupa? Avrupa Ortadoğu denkleminde Şii, Sünni ve Selefi güçler üzerindeki etkisini kaybetti diyebiliriz. AB'nin 2016'da Türkiye'ye vize uygulamasını kaldıracağını ilan etmesi bu güç yitiminin bir sonucu olarak tezahür etmiştir. Avrupa göçmen istilası tehlikesine karşı Türkiye'ye daha fazla tavizi de verecektir. AB'nin tutunduğu tek dal Pkk'dır. Ancak biliyoruz ki Suriye PKK'sı olan PYD üzerinden ABD ve Rus'lar da PKK ile oynaşmaktadır. Kandil üst yönetiminin Apo yakalandığından beri Tahran'dan destek gördüğünü bizzat Pkk şefi Murat Karayılan 'Bir savaşın anatomisi' adlı kitabında itiraf etmiştir. Bu halde PKK tüm güçler açısından kilit bir yerde duruyor. Bu güçler Balkanlar'da ve Ortadoğu'da çatışma politikalarına alet/araç olarak kullandıkları dinsel/mezhepsel farkları Türkiye'de Alevi-Sünni ayrımı üzerinden bulmaya çalışmış olsalar da bunu başaramadıklarını biliyoruz. Maraş ve Çorum'da alevi yurttaşlara yönelik vahşi kıyımlar 12 Eylül 1980 Askeri darbesine haklı gerekçe olması maksadıyla hayata geçirilen Nato güdümlü kontrgerilla operasyonlarıydı.

Bu sebeplerle Dünya güçlerinin çıkarları doğrultusunda kullanabilecekleri tek vakıa Kürt meselesi üzerinden yaratılacak bir iç savaştır. Cizre, Sur, Nusaybin gibi ilçelerimizdeki 'hendekler ve mayınlar sayesinde kurtarılmış bölgeler yaratma' politikasıyla çatışmanın toplumun dibine indirilmesinin amaçlandığı çok açıktır. Her gün gelen şehit haberlerinin Batı'da, İç Anadolu'da, Akdeniz'de yaşayan Kürt'lere yönelik bir toplumsal infiale yol açmamasının tek sebebinin de dinsel/mezhepsel/kültürel birlik olduğunu düşünmek abes olmaz.

Bu yazıyla derin uluslararası politika tahlillerine girmeyi amaçlamadığımı hatırlatırım. Büyük dünya güçlerinin menfaatleri doğrultusunda diğer ülkelerdeki tarihsel/sosyolojik problemleri nasıl kanırttığını ve hazıladıkları planlara-tuzaklara nasıl düşüldüğünü izah etmek istedim. Türkiye dinsel/mezhepsel bir çatışmanın yaşanamayacağı bir ülke olmakla aslında bütün bu denklemler içindeki en kuvvetli yerde durmaktadır. Sebebi de elbette Anadolu müslümanlığının silinemez mirasıdır. Orta Asya'dan gelen göçebe Türk kültürünün aleviliği de sünniliği de Ortadoğu'daki tarihsel-mezhepsel problemlere dayanmamaktadır. Belirttiğim üzere 'gerçek bir iç savaş' yaşamayışımızın en önemli nedeni söz konusu ortak kültürdür ve yüzleşmek gerekir ki hem Türkiye hem Irak hem de Suriye Kürtleri bu kültürün parçalarıdır. İran Kürtleri hakkında çok bilgim yok fakat sanıyorum onlar da farklı değiller. Gelecek ancak en geniş anlamıyla tesis edilecek bir Türk-Kürt birlikteliğiyle örülürse bu coğrafya cennet olabilir. Aksi takdirde Ortadoğu cehenneminin ateşinden herkesin nasibi alması çok muhtemeldir.

Bugün sert bir biçimde ifade ettiğimiz HDP'ye yönelik eleştirilerimizin sebebi HDP aklının bırakın Türkleri, Kürtler aleyhine hareket ediyor oluşundan kaynaklanmaktadır. Selahattin Demirtaş'ın 'Kürtlerin ileride Ulus devleti de olacak' mealindeki açıklamasının talihsizliği izah ettiğim tarihsel ve sosyolojik örnekler çerçevesinde değerlendirildiğinde, bu açıklama safiyane romantik bir özlemden ziyade, Ortadoğu'daki Dünya devlerinin çatışmacı planlarına altlık olacak bir mahiyet taşıyor. Ortak hedef halkların özgürlüğü ve bölgedeki yer altı-yer üstü kaynaklarının yerel toplumlarca kullanılması meselesiyse izlenmesi gereken yol sadece ve sadece 'birlik yoludur.'

1 Ocak 2016 Cuma

TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNİN ÇEKİRDEĞİNDEKİ BİR ADAM: SELİM SARPER



Aşağıdaki videoda Selim Sarper Türkiye'nin Birleşmiş Milletler daimi temsilcisi sıfatıyla Amerikan CBS Tv'sinin misafiri...Yıl 1951...Yer New York...

"Selim Sarper neler yapmış, nerelerde bulunmuş" sorusuna vereceğimiz birinci cevap 1939-1944 yılları arasında yürüttüğü 'Matbuat Umum Müdürlüğü görevi'...Bugünkü adıyla Basın Yayın Genel Müdürlüğü...Anadolu Ajansı'nın da kendisine bağlı olması sayesinde savaş yıllarında üstlendiği görevin ehemmiyeti hemen anlaşılıyor: "TC'nin savaş esnasında izlediği politikaya uygun basın-yayın işlerinin düzenlenmesi." Kısaca toplumun algısını oluşturma ve yönetme işi Sarper'e tevdi edilmiş...

Sonraki göreviyse 1944-1946 arasında üstlendiği TC'nin Moskova Büyükelçiliği...İkinci Dünya savaşının bittiği ve Sovyetlerin Almanlar karşısındaki zaferi esnasında Moskova'da.

Peki bu tarih neden önemli...Anlatalım...

Selim Sarper Moskova Büyükelçiliği görevini sürdürürken Ankara'ya o meşhur talebi ileten kişidir: "Moskova Boğazlarda ve Kars'ta üs istiyor."

İşte bizim NATO üyeliğimizin sebebi Sarper'in Ankara'ya ilettiği bu kriptoya dayanıyor. Yıllar geçtikten sonra açılan Sovyet arşivinde yapılan araştırmalar da Moskova'nın Türk tarafına bu konuyu havi resmi bir talep iletmediği ortaya çıktı. (Tarihimizin nasıl dizayn edildiğine daha güzel örnek olur mu?)

Yani...1899 doğumlu, liseyi Birinci Dünya savaşı esnasında Almanya'da okumuş ve bitirmiş bu zatın 'iletisi' üzerine İsmet İnönü'nün NATO başvurusu gerçekleşiyor....

Türk diplomat Selim Sarper 1957'den itibaren Bilderberg toplantılarına Türkiye temsilcisi olarak katılanlardan biri aynı zamanda. (Zannımca Muharrem Nuri Birgi, Selahattin Beyazıt gibilerden daha kıdemli değildi.)

Bir diğer özelliği 27 mayıs 1960 ihtilali gecesi dönemin Amerika'nın Türkiye Büyükelçisi Fletcher ile aynı arabada Genelkurmay Başkanlığı binasına giden kişi olması. Darbenin gerçekleştiği anlarda Cemal Gürsel, ABD elçisi Fletcherve Selim Sarper aynı odada iki saate yakın bir görüşme yapmışlar.

Peki sonra? Evet en ilginç anekdot bu sanırım...Selim Sarper 25 temmuz 1960'da yani 27 Mayıs ihtilalinden iki ay sonra Washington'dan Ankara'ya çok önemli bir misafirle geliyor, o misafir NATO'nun ilk Başkomutanı olan Amerika'lı general Lauris Norstad... Norstad'la o kadar samimi ki Amerikalı general Selim Sarper'in evinde kalıyor.

Sonrasında 27 Mayıs cuntasının Dış işleri bakanı oluyor. Ancak burada da enteresan bir olay var...Darbeden iki gün sonra, 29 Mayıs'ta Albay Alpaslan Türkeş cuntanın kabinesini radyodan duyururken Dış işleri bakanı olarak sonradan TC'nin 6.Cumhurbaşkanı olan Fahri Korutürk'ün adını zikrediyor. Ertesi gün kabine radyodan tekrar ilan edildiğindeyse bir değişiklik var...Dış İşleri Bakanı bir önceki günün aksine Selim Sarper...İsmet İnönü'nün damadı Metin Toker'in anılarına göre Sarper bu görevi İsmet Paşa'ya danışarak kabul etmiş...

27 Mayıs darbesinden sonraki ilk seçimler olan 1961 seçimlerinde Chp milletvekili olarak meclise girip darbe sonrasındaki ilk sivil hükümet olan İsmet İnönü kabinesinde de Dış işleri Bakanlığı yapıyor Selim Sarper.

Peki Sarper'den önceki Dış İşleri bakanımız kimdi: "Cuntanın astığı Fatin Rüştü Zorlu."

Darbe öncesi bir anıyla bitirelim...28.04.1960 günü Cento toplantısı için Tahran'a giden Türk heyeti toplantı sonrası Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu Başkanlığında Tahran Büyükelçiliği'ne gider. Yolculuk esnasında o anda TC'nin NATO Daimi delegesi olan Selim Sarper heyetten ayrılır, heyetteki bazı askerlerle Tahran Hilton oteline gider ve Tahran seyahati boyunca Dış İşleri Bakanı Zorlu'dan uzak durur. Bu olayı o heyette bulunan diplomatlardan Semih Günver'in anılarından öğreniyoruz.

Sonuç:

Bize anlatılan tarih içinde doğrularla yalanlar savaşmaktadır. Anlattığım bütün olayları farklı kaynaklardan teyit ederek yazdım. Peki Selim Sarper ve onun gibileri neden öğrenemedik? Neden bilmemizi istemediler? "Uyanmayalım ve çarklarına çomak sokmayalım." diye...Hiç bir yalan sonsuza dek gizli kalamaz...Ve bunu en iyi o yalanları üreten şeytanlar bilir.

Selim Sarper hakkında bir itham, suçlama ya da spekülatif cümleler sarfetmeyeceğim. Her şey ortadadır.

Araştırma ve üzerine derinine düşünme '1899'da İstanbul'da doğmuş olan Selim Sarper'in çocuk haliyle Almanya'ya nasıl gittiği, orada kendisini kimlerin okuttuğu ve Türkiye'ye gönderdiği' sualiyle başlamadıkça yukarıda anlattığım gerçekler birer hikayeden ibaret kalır.


https://www.youtube.com/watch?v=qqb-u7FT7Oo