6 Ocak 2016 Çarşamba

YUGOSLAVYA İÇ SAVAŞINDAN ORTADOĞU KAZANINA VE CİZRE, SUR, NUSAYBİN HENDEKLERİNE

YUGOSLAVYA İÇ SAVAŞINDAN ORTADOĞU KAZANINA VE CİZRE, SUR, NUSAYBİN HENDEKLERİNE

Eski Yugoslavya'nın Kosova ve Makedonya da dahil dağılan her parçasını görmüş, o ülkelerin bir çok şehrinde kasabasında kalmış, onlarca insanla yaşadıkları iç savaşın sohbetini yapmış biriyim.

Savaş Hırvatlarla Sırplar arasında başladı ilk olarak. Bir grup giğer bir grubun düğün alayına saldırdı bir akşam. O kasabada başlayan olaylar kısa sürede tüm Yugoslavya'yı sardı.

Düşmanlık tarihi bazı olaylardan kaynaklıydı. Hırvatlar katolik, Sırplar ortodoks ve Boşnaklar müslümandır bilindiği üzere. Hırvatlar 1.Dünya savaşından önce dindaş/mezhepdaşı oldukları katolik Avusturya-Macaristan imparatorluğunun parçasıydı. Sırplar 18.yy'dan sonra ortodoks Rus imparatorluğu koruması altındaydılar. Boşnaklar ve müslüman Arnavutlar ise Osmanlı'nın bakiyesi idiler ve gözleri, gönülleriyle hep Anadolu'ya dönüklerdi.

1.Dünya Savaşı sonunda yenilen Almanya ve Avusturya-Macaristan Hırvatlar üzerindeki askeri-idari güçlerini yitirdiler. 1917 Bolşevik devrimi Balkanlara hemen eğilemedi. Yugoslavya 2.Dünya Savaşına dek 1.Dünya Savaşının etkilerinden kurtulamadı ve 2.Dünya Savaşı patlar patlamaz Hırvatlar mezhepdaşları olan Almanlarla hareket etmeye başladılar, Sırplarsa tarihi müttefikleri Ruslarla...Boşnakların bir kısmı komünizmin din politikası sebebiyle Almanlara destek verirken diğer kısmı genelde taraf olmamaya çalıştı, küçük ölçekte de olsa Sırplarla beraber hareket eden gruplar da çıktı.

Hırvatların 2.Dünya Savaşı esnasında kurdukları Ustaşa adlı örgüt Hitler ordularına karşı direnmeye çalışan Sovyet destekli Partizan'lara çok büyük zayiatlar verdi. Balkanlardaki dostlarımın anlattıkları kadarıyla kelle kesme, kadınlara tecavüz, çocuk kaçırmadan tutun her türlü vahşetin yaşandığı bir kapışma yaşandı. Ustaşa Hitler'in desteğiyle Sırplara büyük mezalim yapmıştı.

Ve Hitler kaybetti. 2.Dünya Savaşı sonrası kurulan Yugoslavya'nın efsanevi lideri Tito içeriye 'yaşananlar yaşandı ve bitti' diyerek kan davası güdülmeyeceğini söyledi ve bunu savaş yorgunu Yugoslavya'ya biraz da halkın takatsiz olmasi sebebiyle kabul ettirebildi. Tito'nun annesi sloven bir katolik babasıysa Hırvat'tı. Ama o gençliğinden beri komünistlerleydi ve Rus-ortodoks bir kadınla evlenmişti. Yugoslavya'yı Churchill ve Stalin'in desteğiyle federatif bir yapıya kavuşturdu. Tam bir denge adamıydı. 1950 sonrası 3.yolcular-bağlantısızlar hareketinin merkezinde yer almakla tarihin en önemli politik figürlerinden biri olmayı başardı. Avrupa'ya Rus'larla birlikte olmadığı imajını çok kuvvetli verdi. Ruslara ise tam tersini gösteriyordu, Avrupa'ya mesafeliydi ve asla Avrupa'dan destek almayacaktı. Bu denge politikası içinde kendi toplumunu kısa sürede bayağı ileriye zıplattı. Sanayiide hizli bir gelisim yasaniyordu. Yerli otomobil olan meşhur Yugo (Jugo) ülkenin her yerinde halkın kullanımına sunulmuştu. Yugoslav parası ülke dağılana kadar çok değerliydi. Kültür ve sanatta kısa zamanda çok önemli ilerlemeler sağlandı. Yugoslav pasaportu olan Dünya'nın her yerinde vizesiz giriş hakkına sahipti. Buna Amerika, Sovyetler ve tüm Avrupa dahil...Hepimiz eski Yugoslavya'nın efsane futbol ve basketbol takımlarını hatırlarız. Hatta çocukluğumuzda ABD basketbol takımına karşı hepimiz Yugoslavya'yı desteklerdik...Bize yakın oldukları için, buralı oldukları için...

İşte o Yugoslavya Tito'nun ölümüyle çok hızlı şekilde iç tartışmalara boğuldu ve eski defterler açılmaya başlandı. Unutulan düşmanlıklar heybelerden bir bir çıkarılıyordu. Aslında geçmişte yaşananlar hiç unutulmamıştı. Tito birleştirici baba rolünü başarmıştı belki, ama baba ölünce kardeşler unutmadıkları eski günleri hemen hatırlayacaklardı ve yukarıda bahsettiğim düğün konvoyuna saldırı iç savaşın kıvılcımı oldu. Sırplar Macaristan sınırındaki ormanlarda dedelerinin kafalarını kesen Ustaşa'ların torunlarından intikam için yeminler ediyorlar, paramiliter çeteler kuruyorlardı. İlk günlerde müslümanlara yönelik bir hadise yoktu. Ancak iş savaş öyle bir yayıldı ki, iç savaş sonunda müslüman Boşnaklar en ağır zaiyatı veren toplum olarak kaldı geriye. Bugün Bosna-Hersek'in neresine giderseniz gidin her yer sehitliklerle doludur. Mezar başlarında anaları, bacıları, eşleri görürsünüz ellerinde su şişelerle. Özenle sularlar şehitlerinin üstünde biten çiçekleri.

İnsan hakları şampiyonu modern Avrupa'nin gözleri önünde yaşanan Srebrenitsa katliamını kitaplardan okumakla o utanç beldesini yerinde teneffüs etmenin farkını ancak Srebrenitsa'ya gidenler bilir. Orayı gördüğümde içime kan oturmuştu. Bugün Sırplar ve Boşnaklar Srebrenitsa'da hala beraber yaşıyorlar, eğer adına yaşamak denirse. Birbirlerinin yüzlerine bakamayan yaşayan ölülerin kasabası dersem Srebrenitsa için, abartmış olmam. Öyle köyler gördüm ki, aradan yıllar geçmesine rağmen cenaze evi ruhundan çıkamayan yerlerdi çoğu. Yirmi yıl geçmesine rağmen gülmeyen insanların yaşadığı bir kısır ülke haline getirmişlerdi geçmişte bizim gıptayla baktığımız büyük Yugoslavya'yı.

Belgrad'da gece üçte masaya kapanıp hıçkırarak ağlayan Sırp Miroslav'ın Dubrovnik'teki doğduğu köye dönemeyiş hikayesini içim sızlayarak dinlemiştim. Annesi Hırvat'tı Miroslav'ın ve Sırp olan babasını çok sevdiğinden onunla Sırpların yaşadığı yere göç etmişti. Gittiği yerde Hırvat olduğu için Sırplardan eziyet gören bu kadının ve oğlunun acısını tahmin edebilir misiniz? Öte yanda Miroslav'ın babası dayılarına karşı savaşıyordu...Peki ne için? Delilik değil miydi bu? Herşeyi geçtik, Miroslav'ın suçu neydi?

Mostar'da Hırvatlarla Boşnaklar hala beraber yaşıyorlar. Selamlaşıyorlar, sohbet ediyorlar, birlikte is yapıyorlar. Arkadaşlar... Ama gördüm ki hepsinin içinde bir şüphe var. Yarın her şey değişebilir ve dün birlikte kahve içtiği Hırvat Josip'i öldürmek zorunda kalabilir Boşnak olan Ali. Ya da tam tersi...

Anlatabileceğim bir sürü olay-anı var zihnimden çıkmayan. Bütün bunları yazmak ve iletmek isteyişimin nedeni Ortadoğu'da kaynayan suyun altına odun atanları deşifre etmek...Ve elbette tarihsel-sosyolojik sebepleri de...

Yugoslavya iç savaşına baktığımızda gözümüze çarpan birinci sonuç dinsel farklılıkların büyük kapışmalardaki en büyük kavga sebebi olarak kullanılıyor olması. Aynı dile, dine ve etnik kökene mensup iki toplum olan Sırplar ve Hırvatlar mezhepsel farklılıkları ve buna bağlı aidiyetleri sebebiyle birbirilerinin geleceğini mahvettiler. Birbirlerini yerlerken Müslüman Boşnaklara da saldırdılar ve onulmaz acılar yarattılar.

Son İran-Suud gerginliğinde de benzer şeyler yaşanmaktadır. Arap olan Şii din adamı Şeyh Nemr'i asan Arap Selefilerin derdi onlarca parçaya bölünmüş Arap halkının yüz yıldır Rus, ABD ve Avrupa egemenliği altında uğradığı haksızlıkla savaşmak değildir. Aynı şekilde İran'ın derdinin de bu olmadığı çok açık. Zira İran yıllardır büyük şeytan dediği ABD ile Viyana'da kritik bir anlaşma yapmıştır. Öncesindeyse İran dış işleri bakan yrd. Abdullahiyan'ın gözden kaçan bir açıklaması vardır; Ahmedinejat döneminde İsrail devletine karşı hiç taviz vermeyen İran değişen denklemler çerçevesinde İsrail'e de dost eli uzatmış olup, Işid terör örgütüne karşı İsrail'le dayanışma içine girilebileceğini söylemiştir. Suud rejimiyse Aramko şirketi ve bağlı işbirlikleri çerçevesinde eskiden beri ABD güdümündedir. Ortadoğu'da ABD'nin en önemli üssü konumundadır. Darbeci General Sisi'yi meşru kabul edip ardından Sisi yönetimine mali yardımda bulunmuşlardır.

ABD'nin Irak müdahalesiyle birlikte Irak'ta yaşanan Şii-Sünni kapışmasının sonucu olarak ortaya çıkan Işid de mezhep ayrışmasının motive ve domine ettiği bir yapıdır. İçinde her büyük gücün istihabari etkisi altında hareket eden gruplar olduğunu düşünüyorum.

Görüyoruz ki Ortadoğu'da yaşanan tüm gerginliklerin görünür tarafında tarihsel/sosyolojik ve dini/ideolojik gerçekler bulunuyor, aynen Yugoslavya iç savaşının görünür tarafında olduğu gibi. Peki ya görünmeyen tarafında ne var? İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır.

Yugoslavya örneğinden bakacak olursak; iç savaş sonrası oluşan Hırvat devleti bugün AB üyesidir. Katolik Avrupa Yugoslavya iç savaşından böyle bir karla çıkmış ve katolik Hırvatistan üzerinden burnunu Balkan'lara sokmuştur. Sırbistan tam anlamıyla Moskova'nın denetimine girmiştir, bugün Belgrad Rus şirketlerinin ve Rus ordusunun konumlandığı en önemli Balkan başkentidir. Bosna-Hersek devleti ise Balkanlardaki en büyük ABD Büyükelçiliği ve üssünün olduğu ülke konumundadır. Ülkede Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ın bir çok iktisadi ve kültürel kuruluşu mevcuttur ancak Bosna'lılar Türkiye'ye herkesten çok yakındır.

Ortadoğu'daki ayrımlar da bu üç güç merkezinin planları üzerinden hayat buluyor. İran 1979 devrimi sonrası Almanya-Fransa desteğiyle kuvvet bulmuş bir ülkedir. Bu ülkedeki Alman ve Fransız yatırımları Şia mollarının iktidarı ele geçirisi sonrası devam etmiştir.

Ancak ikinci körfez müdahalesi sonrası ABD'nin Irak Şii'leri üzerinden bir oyuna giriştikleri de gözlerimizin önünde. Kısaca ABD Irak Şiileri üzerinden İran'a göz kırparken Suud İmparatorluğuyla bağlarını da hiç zayıflatmadı. Öte yandan Rus'lar da Ortadoğu'daki BAAS ittifakını yitirdikten sonra oyununu İran üzerine dizayn etti ve İran ile Rusya'nın Esad rejimine desteği bunu teyit ediyor. Peki ya Avrupa? Avrupa Ortadoğu denkleminde Şii, Sünni ve Selefi güçler üzerindeki etkisini kaybetti diyebiliriz. AB'nin 2016'da Türkiye'ye vize uygulamasını kaldıracağını ilan etmesi bu güç yitiminin bir sonucu olarak tezahür etmiştir. Avrupa göçmen istilası tehlikesine karşı Türkiye'ye daha fazla tavizi de verecektir. AB'nin tutunduğu tek dal Pkk'dır. Ancak biliyoruz ki Suriye PKK'sı olan PYD üzerinden ABD ve Rus'lar da PKK ile oynaşmaktadır. Kandil üst yönetiminin Apo yakalandığından beri Tahran'dan destek gördüğünü bizzat Pkk şefi Murat Karayılan 'Bir savaşın anatomisi' adlı kitabında itiraf etmiştir. Bu halde PKK tüm güçler açısından kilit bir yerde duruyor. Bu güçler Balkanlar'da ve Ortadoğu'da çatışma politikalarına alet/araç olarak kullandıkları dinsel/mezhepsel farkları Türkiye'de Alevi-Sünni ayrımı üzerinden bulmaya çalışmış olsalar da bunu başaramadıklarını biliyoruz. Maraş ve Çorum'da alevi yurttaşlara yönelik vahşi kıyımlar 12 Eylül 1980 Askeri darbesine haklı gerekçe olması maksadıyla hayata geçirilen Nato güdümlü kontrgerilla operasyonlarıydı.

Bu sebeplerle Dünya güçlerinin çıkarları doğrultusunda kullanabilecekleri tek vakıa Kürt meselesi üzerinden yaratılacak bir iç savaştır. Cizre, Sur, Nusaybin gibi ilçelerimizdeki 'hendekler ve mayınlar sayesinde kurtarılmış bölgeler yaratma' politikasıyla çatışmanın toplumun dibine indirilmesinin amaçlandığı çok açıktır. Her gün gelen şehit haberlerinin Batı'da, İç Anadolu'da, Akdeniz'de yaşayan Kürt'lere yönelik bir toplumsal infiale yol açmamasının tek sebebinin de dinsel/mezhepsel/kültürel birlik olduğunu düşünmek abes olmaz.

Bu yazıyla derin uluslararası politika tahlillerine girmeyi amaçlamadığımı hatırlatırım. Büyük dünya güçlerinin menfaatleri doğrultusunda diğer ülkelerdeki tarihsel/sosyolojik problemleri nasıl kanırttığını ve hazıladıkları planlara-tuzaklara nasıl düşüldüğünü izah etmek istedim. Türkiye dinsel/mezhepsel bir çatışmanın yaşanamayacağı bir ülke olmakla aslında bütün bu denklemler içindeki en kuvvetli yerde durmaktadır. Sebebi de elbette Anadolu müslümanlığının silinemez mirasıdır. Orta Asya'dan gelen göçebe Türk kültürünün aleviliği de sünniliği de Ortadoğu'daki tarihsel-mezhepsel problemlere dayanmamaktadır. Belirttiğim üzere 'gerçek bir iç savaş' yaşamayışımızın en önemli nedeni söz konusu ortak kültürdür ve yüzleşmek gerekir ki hem Türkiye hem Irak hem de Suriye Kürtleri bu kültürün parçalarıdır. İran Kürtleri hakkında çok bilgim yok fakat sanıyorum onlar da farklı değiller. Gelecek ancak en geniş anlamıyla tesis edilecek bir Türk-Kürt birlikteliğiyle örülürse bu coğrafya cennet olabilir. Aksi takdirde Ortadoğu cehenneminin ateşinden herkesin nasibi alması çok muhtemeldir.

Bugün sert bir biçimde ifade ettiğimiz HDP'ye yönelik eleştirilerimizin sebebi HDP aklının bırakın Türkleri, Kürtler aleyhine hareket ediyor oluşundan kaynaklanmaktadır. Selahattin Demirtaş'ın 'Kürtlerin ileride Ulus devleti de olacak' mealindeki açıklamasının talihsizliği izah ettiğim tarihsel ve sosyolojik örnekler çerçevesinde değerlendirildiğinde, bu açıklama safiyane romantik bir özlemden ziyade, Ortadoğu'daki Dünya devlerinin çatışmacı planlarına altlık olacak bir mahiyet taşıyor. Ortak hedef halkların özgürlüğü ve bölgedeki yer altı-yer üstü kaynaklarının yerel toplumlarca kullanılması meselesiyse izlenmesi gereken yol sadece ve sadece 'birlik yoludur.'

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder