Politikanın teori ve pratiğinde yer alanlar içinde sinirimizi en çok bozanlar her gelişmede, her olayda, her konakta sadece karşıtlarını suçlayanlardır. Kendileri yanında olup da farklı sesler verenleri de ya işbirlikçilik ya ajanlıkla suçlamak soğuk savaş döneminde yedikleri morfinin doğal bir sonucu oluyor tabiatıyla.
Kendi başarısızlıklarını geçmişte ve bugün yaptıkları hatalarda, dayattıkları yanlış tespitlerde aramayanların bu 'kronik suçlama' alışkanlığı bir müddet sonra tedavisi olmayan bir hastalık halini alıyor. (ör: Türkiye solu ve mensupları.)
Esas olarak izah etmek istediğimiz husus tarih boyu büyük iddiaları dile getirenlerin bugün 'kendi çalıp, kendi oynayan zavallılardan' farklı olmadıkları ve gerçek bir özeleştiriyi yapıp yapamayacakları meselesidir. Trajedilerini üzülerek izliyoruz.
Toplumsal ve bölgesel çelişkilerin en üst düzeyde yaşandığı son süreçte 'müzmin şikayetçi ve toptan itirazcı davranış' dışında bir aksiyonlarının olmaması yanında, hiç olmazsa bu şikayet ve itirazlarının toplumda az da olsa karşılık görmemesi bile 'bizatihi sarsıcı bir gerekçe olarak' bu hastalıklı atmosferde nefes alanların kafalarını bulundukları yerden dışarıya çıkartmalarına sebep olamıyorsa durum vahimin de ötesindedir. Sonuç : "Ya köşelerine çekilip seyretmektedirler ya da kendi akıllarından çok daha büyük akılların oyuncağı olmaktadırlar."
Biz yiğidin düştüğü yerden kalkacağına inanırız her daim. Tabii düşen yiğit değilse kalkılacak bir zeminin varlığından da bahsedilemez.
Kapitalist Batı toplumlarının kendilerine hediye ettikleri, hediyeyi kabul edenlerin de kendilerince 'şanla, şerefle' taktıkları buraya/bize ait olmayan gözlüklerden bakanlar geçmişlerindeki yiğit öncüllerinin ve tecrübelerinin farkına varabilirler mi? Varamazlarsa şamar oğlanına döndükleri kör, karanlık, tozlu kaldırımlardan nasıl kalkacaklar ayağa?
Bu cümleleri yine şikayetler ve itirazlara maruz kalacağımızı bilerek yazdığımızı da belirtelim. Sosyal medya adlı uçucu parfümlü, alacalı-bulacalı bu zeminde ilk günden şimdiye amaçladığımız hedeflerin en önemlisi şu yazıda yaptığımız uyarıları iletmekti. Maalesef bir kaç dostun anlayışı ve ferasetini görmek dışında olumlu bir sonuç elde edemedik; üstüne geçmişte güzel günleri paylaştığımız bir çok dostun da tecriti ve bulunduğumuz yerden dört nala kaçışıyla karşı karşıya kaldık. Bu hali bir şikayet olarak değil, durumun tespiti amacıyla belirtiyorum.
Özce; dünya ne kadar küresel hale gelirse gelsin, teknolojinin baş döndüren ilerlemesi hücrelerimize ne kadar sirayet ederse etsin "bu toprakları, geçmişimizi ve insanımızı başka toplumların ve deneylerin 'tarihe bakış metoduyla' analiz edenler, ettiklerini sananlar" ayaklarını Anadolu'ya, Asya'ya ve Ortadoğu'ya basmadıkça iyileşmeleri mümkün değildir.
Biz görev addettiğimiz üzere, 'Sizi rahatsız etmeye geldim.' diyen İran'ın büyük devrimcisi Ali Şeriati'nin yapmaya çabaladığını kenarından köşesinden de olsa başarabilirsek, Stalin'in Sibirya zindanlarında katlettiği Müslüman Türk devrimci Mirsait Sultan Galiyev'in üzerine atılmış toprağı avuçlayıp kaldırmaya omuz verebilirsek, Pakistan'dan doğan güneş 'Muhammed İkbal'in sesinin duyulmasına bir yol, Afrika'nın sönmez yıldızları Frantz Fanon ve Patrice Lumumba'nın kavgalarında düşünce veya davranış bakımından birer siper olabilirsek bu Dünya'daki varlığımız anlamını bulmuş olur.
Büyük haksızlık ve büyük zulümlere karşı izlenecek yol bellidir: "Ayağa kalkmak ve birleşmek!" Yeter ki 'körleşmekten kurtulalım!'
Elias Canetti 'Körleşme' adlı baş yapıtında kahramanına şu cümleleri kurdurtuyor:
"Körlük, zamanı ve mekanı alt etmeye yarayan bir silahtır; varlığımız tek dayanağını duyularımızla, gerek yapıları, gerekse kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız bir kaç kırıntının dışında, sonsuzluğa dek uzanıp giden bir körlükte bulur. Evrende egemen olan kuram körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek nesnelerin ve yaratıkların yanyana bulunabilmelerine olanak tanır. Zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada koparılabilmesi, ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir. Bu konuda en canlı örnek, çiçeksiz bitkilerin üreme organlarıdır. Elverişsiz yaşama koşullarının içinde bulundukları sürece bu organlar kalın zarlara sarınır, körlüğün koruyucu örtüsüne bürünür; ta ki elverişsiz koşullar ortadan kalkana dek. Ondan sonra organ, kendini savunabilmek amacıyla körlüğün karanlıklarına sığınmış organ, örtüsünü atar ve bir avuç yaşam niteliğiyle ortaya çıkar. Süreklilik niteliğini özünde taşıyan zamandan kaçabilmenin bir tek yolu vardır insanoğlu için: arada sırada zamanın akışına gözlerini kapamak ve böylece görüldüğünde bize yabancı itici gelmemesi için onu taşınabilir parçalarına bölmek."
Kim üzerine alınırsa alınsın; Canetti'nin bahsettiği 'körlüğün karanlıklarına sığınmış olanlar' için o örtüyü atmak vakti gelmiş ve geçmektedir. Zaman 'kapanan gözlerin açılması' zamanıdır! Çünkü körleşerek böldüğümüz parçalar dahi taşınamayacak hale geliyor gitgide.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder