Marks ve Marksizm adaletsizliğe ve sömürüye karşı çok büyük laflar söyledi. İki şeye dokunmadı. Sorunları sadece sosyal devrimler üzerinden ele alarak tarihsel devrimlere bakmadı. Detaylı incelemedi bu meseleyi, belki ömrü kafi gelmedi.
İkinci olarak; insanın varoluşsal temel iki sıkıntısına, iki sorusuna eğilmedi. Aşka ve ölüme...
Sonuç olarak marksizm Avrupa modernitesinin bir ürünü, Descartes'çı rasyonelizmin başlattığı sürecin devamı olarak hayat buldu, her ne kadar kapitalizme muhalefet edip itirazı ciddi biçimde yükseltse de. Bu noktalara temas etmek Marksizm tarafından eleştirilir, çünkü böyle bir düşünce geliştirmenin insanı yaşanılan reel hayatın çelişkilerinden uzaklaştırdığını ve sömürülen işçi sınıfının isyanını durdurduğunu düşünür marksizm.
Aslında yer yüzünün en büyük acıları da buradan çıkmıştır bir tarafıyla. Eduardo Galeano'nun Latin Amerika'nın kesik damarlarında anlattığı ve başkaca bir çok kitapta da bahsedildiği gibi Avrupalı medeniyet Amerika kıtasında altın, gümüş, bakır ve demir için koca dağları eritmiş, akarsuların yatağını değiştirmişti. 1800'lerden itibaren balta girmemiş ormanlar ve en yüksek dağların doruklarında yaşayanlar dışındaki yerliler artık kendi dillerini konuşmaz olmuşlardı. Milyonlarca insanın öldürülmesi bir yana, üç yüz yıl içinde bir topluma binlerce yıldır konuştuğu dilini unutturmak... Vahşetin daniskası.
Kenya Kurucu Devlet Başkanı Jomo Kenyatta'nın cümlesi aklımızdan çıkmıyor (1894-1978) : "Batılılar geldiklerinde ellerinde incil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda, bizim elimizde incil, onların elinde topraklarımız vardı."
Tüfek, mikrop ve çelik adlı sarsıcı kitapta anlatılanlar büyük acı ve şaşkınlık vericidir; O zamana kadar atı binek hayvanı olarak kullanmayan yerli Peru halkı at üstündeki tüfekli batı avrupalıları gördüklerinde, onların at-insan olarak tanrı tarafından gönderildiğine inanmışlar ve kutsal olduğunu sanısıyla kendilerini öldüren bu yaratıklara el bile kaldırmamışlardı, tanrılar bizi sonsuzluğuna alıyor inancıyla ölmeye gönüllü olmuşlardı. Katillerini inanılmaz bir şaşkınlığa düşüren bu saf toplumun yok oluşunu hayal ettikçe fena olmamak, nefretle dolmamak mümkün mü?
Ya Kuzey Amerika yerlileri, kızıl derili dediklerimiz... Bugün bu insanlar ABD toplumunda alkolizmin en yoğun yaşandığı ve oranlandığında depresyon ve akıl hastalıklarına en çok yakalanan zümreyi oluşturuyorlar.
Amerika kıtasına ilk hücumun yapıldığı döneme geri gidip çok ilginç ve yürek burkan bir olayı hatırlayalım; Amerika kıtasında çiçek hastalığının mikrobu bulunmuyordu ve eski kıta Avrupa'dan gelenlerin taşıdığı çiçek hastalığı mikrobu yine yüz binleri öldürüp yok etmişti. Buna sebep olanlarsa sadece seyretmişti. Çelikse Eduardo Galeano'nun da dediği gibi dağların eritilmesi, ovaların kirlenmesi, suyun tadının değişmesi kısaca kirlenmiş değiştirilmiş bir doğa demekti. Seri üretim ve makinalaşmanın mimarı olan modern kapitalizmin sahibi Avrupa'nın Dünya'ya verdiği büyük acılar saymakla biter mi? 1. ve 2. Dünya Savaşında toplam ölü sayısı seksen milyon civarında. Sakat kalanlar, ruhsal problemlerden kurtulamayan yüz milyonlar cabası.
Afyon savaşları, Hindistan, Kuzey Afrika, Hiroşima, Nagazaki, Vietnam tecrübeleri...
Afrika'daki diğer katliamlar, Ortadoğu'nun bitmeyen acıları, Avustralya ve Yeni Zelanda'nın, yani uzak dünyanın ele geçirilişi ve bu süreçte yaşanan insanlık dışı muameleler...
O kadar ki nereye ne için gittiğini bilmeyen Anzakları, Hint'lileri Çanakkale'de üzerimize salmaları yaşanan korkunçluğu anlamak açısından önemli bir örnektir.
Ülkemizde Mustafa Kemal'in kafatası ölçtürdüğü konusu hep eleştiri konusu yapılır. İlk bakışta berbat bir şey olduğu kesin olan bu gerçeğin arkasında ne olduğunu Zafer Toprak'ın Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet adlı kitabından öğreniyoruz.
Bakın sayın Toprak bu kitapla ilgili kendisiyle yapılan bir söyleşide neler diyor:
" -Yeni insan olgusu yaratırken Mustafa Kemal Atatürk'ün antropolojiye bu denli ilgisinin sebebi ne?
Türkiye Milli Mücadele’yi kazanıyor ama Batı’nın gözünde hâlâ ikinci sınıf toplum. Batı ders kitaplarında Anadolu insanı sarı ırka mensup, Mongoloid olarak tarif ediliyor. Yani Batı’nın dışladığı bir insan tipi. Atatürk’ün antropolojiyi gündeme getirmesindeki birinci sebep, Batı’ya ‘Biz de sizler gibiyiz’ diyebilmek.
-Ve bunun için insanların kafataslarını ölçen fizik antropolojiye yöneliyor değil mi?
Bakın, Atatürk’ün ilgilendiği ve Türk tarih ve dil tezini tetikleyen fizik antropoloji aslında Nazi antropolojisine alternatiftir. Antropolojiye göre insan tipolojisinde iki tür kafa şekli var: Dolikosefal ve brakisefal. İddia şu: Avrupa’da uygarlığı temsil eden ari ırktır ve ari ırk dolikosefal kafa yapılarından oluşur. Nazi antropolojisi bu doğrultuda gelişiyor. Fakat Fransa ve İsviçre’de buna ırkların saflığından değil, birbirine karışmış olmasından söz eden bir alternatif teori oluşturuluyor. Avrupa’ya neolitik evreyi getirenler Orta Asya’dan göç eden brakisefaller. Ve bunlar dolikosefallerle karışıyor. Anadolu insanı da Batı literatüründe brakisefal olarak tarif ediliyor. Atatürk de bu tezi geliştirip Türk tarih tezine dönüştürüyor. Anadolu’dan geçip Avrupa’ya giden brakisefaller Türk’tü diyor. Bunu diyebilmek için de derin antropoloji araştırmaları yapılıyor Anadolu’da.
O günlerde kafatası fizik antropolojinin temel girdisi… Bugün üniversitelerdeki biyolojik antropolojinin ilk evresini kafatası oluşturuyor. Amerika dahil birçok ülkede kafatası ölçüyorlar. Atatürk kafatasıyla değil bilimle uğraşıyor…"
Yani Avrupa faşizmine karşı Asyalı insanı savunmaya uğraşmış bir Mustafa Kemal.
Fatih Sultan Mehmet'in Çanakkale bölgesi fethedildiğinde Truva bölgesi'ne gidip söyledikleriyle Mustafa Kemal'in Çanakkale savaşı kazanıldıktan sonra dediklerine gidiyor aklım.
Bakın Fatih Sultan Mehmet ne demiş (tarihçi Erhan Afyoncu'yla yapılan bir söyleşiden) :
" -Türkler arasında da son yıllarda Türklerin Truvalı olduğunu ispatlamaya çalışan isimler olması dikkat çekici?
Bizim Türk tarihçiler arasında Truva'dan geldiğimize dair yaygın bir inanış yok. Bu fikre kapılanları destekleyen de aslında Fatih Sultan Mehmed'in sözleridir. Batı dünyasını şehzâdeliği döneminden itibaren yakından takip eden Sultan Mehmed, Truva’yı biliyordu. Manisa sarayında şehzade iken yanında İtalyan nedimeleri vardı ve İstanbul’un fethi sırasında yanında olan Anconalı Ciriaco, Truva mitolojisinin yardımıyla Türkler’i izah ederek İtalya’daki birçok toplantıya katılmıştı. Ciriaco, sultana Eski Yunan felsefesinin tarihini yazan Yunanlı Diyojen (Diogenes) Laërtius’u, Herodot’u, Romalı tarihçi Titus Livius’u (Livy), Romalı tarihçi Quintus Curtius Rufus’u, Büyük İskender’in, papaların, imparatorların, Fransa krallarının ve Lombardlar’ın vekayinâmelerini okumuştu. Bunlar arasında Türklerin de Truvadan geldiği yönünde telkinde bulunmuş olanlar olabilir.
Truvalı olduğumuz iddalarını söylem olarak kullanan sadece Fatih Sultan Mehmet'tir. Bunun dışında Osmanlı tarihçilerinde Türklerin kökenin Truvalılar olduğu tezini kullanan bir başka sultan ya da tarihçi bulamazsınız.
-Peki Fatih gerçekten "Ben Truva'nın intikamını aldım" dedi mi?
Fatih Sultan Mehmed, 1462’de Midilli’nin fethi sırasında Çanakkale’de Truva’nın kalıntılarının bulunduğu yere gele-rek şehirden geriye kalanları ve Truva’nın mevkiini inceleyerek, burada Aşil ve diğer kahramanların mezarlarını araştırmıştı. Homeros’un eserinde övgüyle bahsettiği Truva Savaşı kahramanları hakkında takdirkâr hislerini belirterek, onları methetmişti.
Fatih Sultan Mehmed, 1462’de Midilli’nin fethi sırasında Çanakkale’de Truva’nın kalıntılarının bulunduğu yere gele-rek şehirden geriye kalanları ve Truva’nın mevkiini inceleyerek, burada Aşil ve diğer kahramanların mezarlarını araştırmıştı. Homeros’un eserinde övgüyle bahsettiği Truva Savaşı kahramanları hakkında takdirkâr hislerini belirterek, onları methetmişti.
Fatih’in tarihçisi Kritovulos Tukidides’in üslubunu esas aldığı eserinde, sultanın Truva harabelerindeyken başını sallayarak, “Allah, beni bu şehrin ve halkının müttefiki olarak bu zamana kadar sakladı. Biz bu şehrin düşmanlarına galip geldik ve onların vatanlarını aldık. Burayı Yunanlılar, Makedonyalılar, Teselyalılar ve Moralılar almışlardı. Bunla-rın biz Asyalılar’a karşı defalarca yaptıkları kötü davranışla-rın intikamını, aradan birçok devirler ve yıllar geçmesine rağmen onların torunlarından aldık” dediğini yazar.
II. Mehmed Manisa'da şehzade iken yanında İtalyan nedimleri var. Onlar kendisine eski Roma'yı, İskender'i ve Truva'yı anlatıyorlar.
Kendisi 1462'de Midilli'yi fethederken, Çanakkale'ye gelip o zaman durmakta olan 3. Truva'nın harabelerine bakarak, "Ben Truva'nın intikamını aldım" demiştir."
Truva'nın Mustafa Kemal'le alakasını ÇANAKKALE Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi ve İnkılap Tarihi Bölüm Başkanı Yrd.Doç.Dr. Mithat Atabay'dan okuyalım :
" Yrd.Doç.Dr. Mithat Atabay Mustafa Kemal Atatürk’ün 26 Mart 1913 tarihinde çıktığı askeri inceleme gezisi sırasında Truva Antik Kentini de gezdiğini söyledi.
Mustafa Kemal’in, tuttuğu küçük not defterlerinden birinde, Truva’yı ziyaretinden bahsettiğini anlattı. Bu bilgiyi, 2010 yılı içinde ‘Çanakkale 1915 Mustafa Kemal Atatürk ve Modern Türkiye’ konulu sempozyumda tebliğ olarak da sunduklarını hatırlatan Yrd.Doç.Dr. Atabay, yaptığı incelemelerde, Mustafa Kemal Atatürk’ün Gelibolu Yarımadası’na karadan ve denizden yapılacak genel bir saldırı için 26 Mart 1913 yılında askeri inceleme gezisine çıktığının anlaşıldığını belirtti. Atatürk’ün 32 tane küçük not defteri bulunduğunu aktaran Yrd. Doç. Dr. Atabay şöyle dedi:
“Mustafa Kemal, bu defterleri Harp Okulundan başlamak üzere 1932 yılına kadar tutmuştur. Bu defterlerin 14 tanesi yayınlandı. 23 tanesi ise ATESE Başkanlığında, 8 tanesi Anıtkabir Müzesi’nde, 1 tanesi de Cumhurbaşkanlığı arşivinde bulunmaktadır. Şu ana kadar henüz açıklanmayan bir not defterindeki kısa yazıda, Mustafa Kemal 1913 yılında Truva’yı ziyaret ettiğinden bahsediyor.”
‘İSKENDER'İN ORDULARINI GEÇİRDİĞİ YERİ İNCELEMİŞ’
Bu gezide, Mustafa Kemal’in yaveriyle birlikte önce Gelibolu Yarımadası’na geldiğini belirten Yrd. Doç. Atabay, şöyle devam etti:
“Mustafa Kemal ilk olarak Bolayır’a gelmiş. Ortaköy Tayfur üzerinden Karainebeyli, Kumköy, Yalova, Akbaş ve Sestos’a geçmiştir. Güzergah üzerinde Büyük İskender’in ordusunu geçirdiği yeri incelemiş ve notlar almıştır. Sonra Bigalı Kalesi’nde öğle yemeğini yemiş ve Maydos’a (Eceabat) geçmiştir. Kilitbahir Köyü’ndeki Namazgah Tabyasının durumunu inceledikten sonra 26 Mart 1913 tarihinde akşam Kirte’de kaldı. Ertesi gün Seddülbahir Kalesine geldi. Bir tekne ile Anadolu yakasına geçti. Büyük İskender de buradan geçmişti zaten. Orhaniye Tabyasına uğradı. Yel değirmenlerini geçerek Yenişehir’e geldi. Aşil’in mezarı olarak bilinen yere baktı. Ardından Truva’ya gelmiş ve harabeleri gezmiş. Küçük not defterine notlar almış. Mustafa Kemal, bu askeri inceleme gezisi sırasında Büyük İskender’in savaşı nasıl gerçekleştirdiğini ve nasıl başarıya ulaştığını, coğrafi açıdan nasıl bir konuma sahip olduğunu çok iyi bildiği görülmekte ve Kolordusu’nun da harekat tarzı ve planlamasını bu örneği dikkate alarak sonuçlandırmak istediği görülmektedir. Mustafa Kemal 28 Mart 1913 tarihinde yeniden Gelibolu Yarımadası’na geçmiştir. Ziyaretten anlaşılan, Mustafa Kemal’in, 1915 yalında Çanakkale Kara Savaşları başladığı sırada Gelibolu Yarımadası’nın savunma sistemiyle ilgili ortaya koyduğu düşüncelerin daha 1913 yılında şekillendiğine bir örnek teşkil eder. Bu konu şimdiye kadar hiç dikkate alınmamıştı.”
HEKTOR VE ATATÜRK KIYASLAMASI
ÇOMÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi ve Truva kazı Başkan Yardımcısı Doç.Dr. Rüstem Aslan da, Truva Savaşı ile Çanakkale Savaşı arasında büyük benzerlikler olduğunu belirterek şunları söyledi:
“Truva Savaşı’na baktığımızda, Truva’yı Akhalılara karşı savunmak için Anadolu’dan gelen güçleri görüyoruz. Anadolu birliği var. Aynı savunma tarzını ve dayanışmayı Çanakkale Savaşları’nda da görüyoruz. Anadolu’nun her köşesinden insanlar bu bölgeyi savunmaya geliyorlar. Truva Savaşı’nın, Anadolu Birliği’nin sembolü, komutanı Hektor, Gelibolu’daki dayanışmanın, savunmanın en önemli ismi de Atatürk.”
Bir çok kaynak Çanakkale zaferinden sonra Mustafa Kemal'in arkadaşlarına 'Truva'nın intikamını ikinci kez aldık.' dediğini belirtiyor.
Truva, Haçlı seferlerinin öncesindeki Doğu-Batı mücadelesinin mihenk taşıdır.
Haçlı seferlerine ve tarihteki diğer dönüm noktalarına lafı uzatmamak için girmiyoruz.
Anlamak istediğimiz şey Batı Avrupa'da Roma İmparatorluğu'yla başlayıp -buna aslında Roma düşüncesi de denmelidir- bugüne kadar gelen saymakla bitmeyen bir zulüm ve sömürü düzeninin yer yüzüne verdikleri... İnsanın makineleştirilmesi, doğa kanunlarının dışına çıkarılması, bir birine yabancılaştırılması, köleleştirilmesi yani aslında yok edilişi...Yer altı yer üstü kaynaklarına, insan emeğine küçücük bir azınlıkça ipotek koyulmuş bir Dünya...
Bugüne gelirsek endüstrileşmenin ve devamında teknolojinin bizi aslında kendi doğamızdan nasıl da kopardığı ve suni bir hayatın öğüttüğü insan haline gelmemizi sağladığı gerçeğiyle yüzleşmemiz icap eder. Elbette insanlığın geldiği bu noktadan geriye gidiş mümkün değil. Peki bu imkansızlık içindeki kurtuluş nedir?
Bizim topraklarımız da dahil olmak üzere Batı Avrupa ve ABD'nin Dünya'nın geri kalanında yaşatmaya devam ettiği büyük acılar nasıl sonlandırılır?
Ve en kıymetli iki kavram; eşitlik ve özgürlük aynı anda yaşanabilir mi, bunun mümkünü var mıdır?
Can alıcı sorular bunlardır. Cevaplar hiç te kolay değil.
İşte hepimizin hiç bir fikre kendimizi hapsetmeden düşünmesi gerekenler bunlardır. Ancak düşüncemizin kaynaklarının dahi şüphelerle dolu manipülatif dayanaklara yaslandırılması halledilmesi gereken koca bir sıkıntı olarak öyle sağlam inşa edilmiş ki. Halletmenin adı aslında büyük bir insanlık savaşına başlamakla eş değer sayılmalı.
Saygın Bedri Gider
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder