4 Ağustos 2014 Pazartesi

BU ÜLKE'NİN "AYDIN"-LIK YARINLARI GERÇEKTEN AYDINLIK OLUR MU ? YA DA NASIL OLUR ? (2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi ışığında.)


Aydın kimdir, fonksiyonu nedir?
Bizim aydınımız aydın mıdır?
Okuyanımız; yeryüzüne, insanlığın ve ülkenin problemlerine kafa yorup, kendine göre sonuçlar çıkaran, hele hele soldan vuran kitaplı bilenlerimiz bu ülkeyi ve hem iç hem dış politik süreçleri objektif analiz edebilmekte midir?
Koca bir HAYIR!
Kitapları, romanları, tarihi ve ideolojik cümle fikri yalamış yutmuş kitaplı bilenimiz maalesef bu ülkeyi tanımamaktadır. Çoktan kopmuş, ayakları uzun zaman önce bu memleketin kadim toprağından kesilmiş, aydın siluetindeki kafası ishal olmuş sarhoş bilenlerimiz "kitapsız bilen" halkı hiç anlamadığı gibi, oluşturduğu fikir ve sonuçlarla maalesef gülünç durumdadır aslında.
Aydın diye, daha da darlaştırırsak halkın çıkarlarını savunan geniş anlamıyla sol aydınlarımız, doğru ifadeyle kendini aydın ve bu ülkedeki açmazları en iyi bilen sananlarımız Osmanlı'dan başlamak suretiyle taktığı renkli ithal gözlüklerin arkasından gördüklerini söyleyip, sözde kurtuluş yolları gösterdikçe halkımız bu zümreden olabildiğince uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Kumaşlar, tenler uymamaktadır çünkü.
Çünkü kendini aydın zanneden bu zümrenin dili, düşünce sistematiği ve sorunlarımıza bulduğu çözümlerin toplumumuzda yeri yoktur.
Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı seçimini %55 veya üzeri bir oyla kazanacağını göremeyen bu bilmiş zümre, "kendisine muhalifim" dediği bu en güçlü aday karşısında Ekmeleddin İhsanoğlu denen ilginç zatı desteklemeyi kurtuluş yollarından biri olarak dile getirmekte ve tahminimce %35'i geçmeyen bir oyla hüsrana uğrayacak Ekmeleddin İhsanoğlu'nun seçilmesine bel bağlayarak hayal dünyalarında yarattıkları toplumsal huzursuzluğun son bulacağına inanmaktadırlar. Bu kendini çok bilmiş zanneden zümre toplumun en az %70'inde zannettikleri gibi mevcut iktidar ve liderine karşı bir itirazın olmadığını görememektedir. Çünkü toplumun içinde değiller. İçinde olduklarına inanıyorlar. Diyeceksiniz ki toplumun en az %70'i mevcut iktidardan memnunsa neden yerel seçimlerde bu oran oya yansımadı. Şu yüzden; AKP'ye oy veren kitle dışındaki %15-20 civarındaki nüfusumuz AKP'nin yarattığı düzenle ekonomik ve sosyolojik açıdan bir sorunu olmamasına rağmen, yaşam tercihleri ve tarihteki olayların getirdiği saptırılmış inanç ve din hassasiyeti sebebiyle büyük ölçüde istemeye istemeye AKP karşısındaki diğer kitle partilerine oy vermektedir.
Yani oyunu AKP dışındaki diğer partilere veren %15-20 civarındaki halkımız AKP'nin yaşam tercihlerine müdahale etmeyeceğine inansa ve tarihten gelen korkularını saf dışı bıraksa aslında AKP'ye oy verecek.
Fakat kendini çok bilmiş gören sözde aydınımız bu durumu okuyamadığı gibi AKP'ye oy veren kitlenin çok büyük bir kesiminin gözü boyandığı, kandırıldığı için oyunu AKP'ye verdiğini düşünmektedir. Ahmakça... (Selahattin Demirtaş'ın adaylığı Türkiyelileşme açısından tarifsiz önemdedir, fakat C.Başkanlığı seçiminden üçüncü olarak çıkacağı kesindir ve alacağı oy %8-9'u geçmeyecektir. Bu sebeple hiç değinmeyeceğiz.)
Halkın AKP'den ve bilhassa liderinden neden memnun olduğunu görmelerini sağlayacak yetiyi on yıllar önce yitirmiş bu sözde aydın zümrenin Tayyip Erdoğan karşısında desteklediği aday ABD kucağından ülkedeki iktidara operasyonlara yeltenmeye devam eden Fetullah Gülen ve İstanbul Burjuvazisi dediğimiz klasik cumhuriyet sermayesinin ortaklaşa tespit ettiği bir adaydır. Bu adayın cumhuriyet burjuvazisinin medya ayağını tutmuş Aydın Doğan tarafından 2011 yılında önümüzdeki seçime aday olarak ikna edildiği -eğer takip edilmişse- 2011 ve 2012 yıllarında bazı ulusal gazetelerde haberleştirilmişti. Sayın İhsanoğlu'nun geçmişi, kariyeri, Mısır'daki general Sisi darbesine ses çıkarmak bir yana desteklemesi, başkanlığını yaptığı İKÖ'nü ABD ve uydusu Suud paralelinde idare etmesi, hepimizin malumu olduğu operasyonel F.Gülen'in ILIMLI İSLAM görüşleriyle örtüşmekte, üst üste gelmektedir.
Peki nedir bu ılımlı islam? Tayyip Erdoğan'ın, MİT başkanı Hakan Fidan'ın PKK temsilcileri ile gerçekleştirdiği Oslo görüşmelerinin sızmasıyla sıkıştırılmaya başlandığı bu operasyonlar silsilesinin anlam ve amacı nedir?
Tayyip Erdoğan'ın -eğer koşulları oluşmuşsa- sınıf çelişkisi ve bu çelişki altındaki ezilen kitlelerce indirilmek istenmesini anlarız. Ki Gezi olayları dahil şimdiye kadar böyle bir toplumsal homurdanma hiç gerçekleşmedi.(Gezi olayları işçi, memur, işsiz ve köylülerin katıldığı ve kabarttığı olaylar değildi, orta sınıfa mensup gençliğin ve belki bir miktar da üstünün kent duyarlılığı ve otoriter söylemlere itirazıydı Gezi kalkışması.)
Ancak Türkiye'nin ortadoğu politikası ve bölgeyi tümden etkileyen Kürt meselesine ilişkin yürüttüğü kamuoyundaki yerleşik adıyla çözüm sürecinin ülke dışı merkezlerce sekteye uğratılmak istendiği çok açıktı, anlayana hala çok açık. Ayrıntılarına şimdilik girmek istemediğimiz Oslo deşifrasyonu, Deniz Baykal aleyhine kaset komplosu, Reyhanlı bombalaması, Ordu birliklerince gerçekleştirilen Roboski olayı, KCK davası, Hakan Fidan'ın bu dava kapsamında göz altına alınmak hatta tutuklanmak istenmesi, İlker Başbuğ'un cezaevine atılması olayı ve bu yolla toplumun hükümet aleyhine hareketlendirilmeye çalışılması, Davos'ta İsrail C.Başkanı Peres'le Tayyip Erdoğan arasında yaşanan sarsıcı tartışma, Tayyip Erdoğan'ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda ana meseleler ve yaptırımlarla ilgili karar vermeye yetkili beş büyük ülkenin bu faşizan hak ve yetkisine itiraz eden tarihi konuşması, Mavi Marmara olayı, Batılı kapitalist ülkelerin Suriye'deki Esad rejimini devirme kararlarından vazgeçmeleri ve Türkiye'yi bu bataklığa sokup yüz üstü bırakmaları, Ahmedinejat liderliğindeki ambargo uygulanan İran'ın petrolünün satışının Türkiye üzerinden sağlanması, Ahmedinejat'ın İran C.Başkanlığından indirilmesi ve aday olmasına izin verilmeyerek uranyum zenginleştirme konusunda ABD ve İsrail'in taleplerini kabul eden bir yönetimin İran devletinin başına geçirilmesi, bu yönetim değişikliği çerçevesinde İran'a uygulanan ambargonun kaldırılması ve İran'ın ülkemize olan ihtiyacının sonlandırılması, Erdoğan hükümetinin Batılı ülkeler açısından önemi tükenmiş ÖSO, Hamas ve Mısır'daki Mursi güçlerine para ve silah yardımı yapması ve bu yardımı kesmemesi, hatta belki de şiddeti çok daha fazla kullanan bazı gruplarlara da el altından destek çıkması, Gezi olayları, bu olaylarda ölen gençlerimizin hemen hepsinin Alevi olması, Milli Savunma Sanayiindeki çok mühim gelişmeler (Yüzde yüz yerli silahların ihracına başlanması), THY'nın Dünya'nın en büyük havayolu şirketi olmaya doğru gidişi, Dünya'nın en büyük havalimanının İstanbul'a yapılıyor oluşu, Türkiye'den başka çıkışı olmayan Barzani'nin ABD'nin resmi yollarla yaptığı tüm açık ihtarlarına rağmen K.Irak petrolünü ülkemiz üzerinden geçirilerek satışına karar vermesi, bu satıştan ülkemiz kasasına satılan petrolün %23'ünün giriyor olması, Kıbrıs meselesinde Kıbrıs halkına Annan planına evet dedirtilmesi suretiyle AB'nin köşeye sıkıştırılması ve TC'nin elinin güçlenmesi, hem mart ayındaki yerel seçimlerde hem önümüzdeki C.Başkanlığı seçimlerinde ana eksen olarak CHP-MHP ikilisinin tam uyum içinde ortak hareket etmesi, ABD büyükelçisi Riccardone'nin Tayyip Erdoğan aleyhine yaptığı açıklamalar ve operasyonla CHP'nin başına geçirilmiş K.Kılıçdaroğlu ile yaptığı görüşmeler, başbakanın ofisinde dinlemeye yönelik böcek bulunması, 17 ve 25 Aralık operasyonları, devletin en üst katının şifreli telefonlarının dahi dinlenmiş olması, özerk statüye sahip Merkez Bankasının hükümetin talep ettiği para politikalarına uygun davranışta bulunmaması, Suriye'ye giden istihbarat kurumunun organize ettiği tırların jandarma teşkilatı içinde bir grup tarafından durdurulup Türkiye'nin komşusu olan Suriye'deki iç savaşı kışkırttığının uluslararası kamuoyu nezdinde belgelenmek istenmesi, yargı erkinde ve HSYK'da F.Gülen cemaati üyesi hakim ve savcıların bu tür operasyonların başarıya ulaşması için cansiperane çalışmaları, yine Gülen'ci polislerin İHH vakfına baskınlar düzenleyerek MİT'in bu kuruluş üzerinden gerçekleştirdiği bazı milli politikaların açığa çıkartılıp yok edilmeye çalışılması, İstanbul emniyetinin terörle mücadele ve istihabarat şubelerinin Selam Tevhid soruşturması kapsamında konuyla ilgisiz binlerce kişiyi dinlediğinin tespiti ve son olarak Emniyet teşkilatındaki F.Gülen cemaatine mensup polislere yapılan yabancı devlet lehine ajanlık yapma ve özel hayatın gizliliğini ihlal soruşturması... hep birlikte düşünüldüğünde Tayyip Erdoğan'ın başbakanlıktan düşürülmek için ABD tarafından çok çeşitli faaliyetlerin yürütüldüğü, bu faaliyetlerde büyük ölçüde devlet kadrolarında mevzilenmiş uyuyan F.Gülen hücrelerinin rol aldığı, parlemento içi-parlemento dışı muhalefetin ulusal çıkarlar aleyhine olsa dahi bu faaliyetlerde ortaklaştığı, klasik cumhuriyet burjuvazisi dediğimiz ülkemizin ana sermaye ve bankacılık merkezinin de bu faaliyetleri açık olarak desteklediği gün gibi ortadadır.
Tüm bu meselelere dikkat çekmek istememizin nedeni asla kuru bir Tayyip Erdoğan ve AKP destekçiliği değildir. Amaç ABD ve batının neden Tayyip Erdoğan'dan vazgeçtiğini anlamaya ve gelecek günleri iyi hesap edebilmeye yöneliktir.
Burada çok uzunca iki kutuplu dünya dönemini izah etmemiz gerekirdi. Ancak konu bütünlüğü bozulacağından girmemeyi uygun buluyoruz.
Kısaca şunu söyleyebiliriz; ABD ve Batı Avrupa'nın etrafında Sovyetlere yönelik desteklenen İslam ideolojisi ve buna bağlı akımlar doğu blokunun çökmesiyle kendi içinde bir iç bunalım ve tartışma sürecini yaşadıktan sonra sömürücü, talancı olarak gördükleri gelişmiş kapitalist Dünya'yı düşman cephe olarak tayin etmeye başlamışlardır.
İşte ılımlı islam projesi ABD ve Batı Avrupa'yı şer cephesi olarak tespit eden müslüman toplumların sertliğini ve gazını almak amacıyla CIA tarafından (CIA eski ortadoğu şefi Graham Fuller ve Morton Abromowitz tarafından) yaratılmış bir proje olup, bu iş için yetiştirilmiş kişi de malum olduğu üzere F.Gülen'dir. Nitekim önce Özbekistan ardından Kırgızistan ve Rusya -ki ilk gidilen ve okul açılan ülkeler bunlardır- F.Gülen okullarını CIA istasyonu oldukları iddiasıyla kapatmışlardır.
Belirtmeden geçmeyelim Graham Fuller yirmi sene Türkiye, Lübnan, Suudi Arabistan, Kuzey Yemen, Afganistan'da görev yapmış 1982'den 1986'ya kadar CIA ortadoğu şefliği görevini yürütmüş, 1986'da CIA başkan yardımcılığına getirilmiş bir kişi olup Fetullah Gülen'in ABD'de ikamet şartlarını bizzat hazırlamış bir kişidir.
Morton Abromowitz ise 1985 ve 1989 tarihleri arasında Ronald Reagan başkanlığı döneminde ABD Haberalma Araştırma Dairesi direktörlüğünü (İngilizce: Bureau of Intelligence and Research) yaptı. 1991 yılında Türkiye'nin Ankara Büyükelçiliği görevinden ayrıldı ve ABD dışişleri Bakanlığı'ndan emekli oldu. 1991- 1997 yılları arasında Carnegie Vakfı'na bağlı uluslararası çatışma ve krizlerin önlenmesi için çalışan Carnegie Uluslararası Barış için Bağış komitesinin (İngilizce: Carnegie Endowment for International Peace) Başkanlığını yaptı. 1997-1998 yıllarında Uluslararası Kriz Grubu (İngilizce: İnternational Crisis Group) Başkanlığında bulundu. Dış İlişkiler Konseyi (İngilizce:Council on Foreign Relations (CFR)) kıdemli üyesidir.[1] CFR'nin yayını olan dış İlişkiler (İngilizce:Foreing Affairs) dergisinde yazmaktadır.
Foreign Affairs dergisi yarı publik bir yayındır. Bu dergiyi ABD Maliye Bakanlığı raportörü Dr.Jonathan Schanzer'in AKP ve Tayyip Erdoğan aleyhine yazdığı yazıyla da hatırlıyoruz. Schanzer bu yazısında 17 ve 25 Aralık operasyonlarının ana hedefi olan Halkbank'ın TC hükümetince terör örgütlerinin desteklenmesinde kullanıldığını yazmıştır ve TC hükümetini Halkbank'ın idaresi konusunda uyarmıştır. Oysa Halkbank gibi hesapları resmi ve açık olan bir kamu bankasının bu iddialara konu olmasına imkan yoktur. Aynı kişi ABD devletine sunduğu raporunda ise Halkbank'ın ambargo uygulanan İran'ın TC tarafından gizlice satılan petrolünün parasını tahsil eden banka olduğunu ve faaliyetin bir an evel durdurulması gerektiğini belirtmiştir. 17 Aralık'ta başlayan operasyonun bir ya da iki gün sonrası bir başka ABD'li resmi yetkili ile Türkiye'ye gelmiş olan Dr.Jonathan Schanzer ile Morton Abrowitz'in aynı -sözde- sivil kuruluşta birlikte çalışıyor olmaları da aklı evel temiz siyaset aşığı solcu aydınlarımızca her halde tesadüf olarak değerlendirilir.
Meselemize geri dönersek; ılımlı islam projesinin doğudaki müslüman ülkelerde gelişmiş batı ülkelerine karşı gelişen sert muhalefetin önünü kesmek için yaratıldığını tekrar etmeliyiz.
Peki BOP ne idi ve Tayyip Erdoğan'ın eşbaşkanıyım dediği bu proje ne oldu?
BOP yani büyük ortadoğu projesi adı üstünde ABD önderliğindeki batı kampının ortadoğu ülkelerinin hem coğrafi hem idari olarak yeniden şekillendirilmesini öngören bir projeydi ve Tayyip Erdoğan bu projede ABD ile birlikte hareket etme sözü vermiş, bu sebeple de dışta ABD içte de F.Gülen'in devlet içindeki kadrolarının desteğini almıştı.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da neler olduğunu hep beraber izledik ve izlemeye de devam ediyoruz. Ayrıntı vermeye lüzum yok.
İşte bu süreçte eşbaşkan Tayyip Erdoğan büyük abi ABD'nin hoşuna gitmeyen şeyler yapmaya başladı. Türkiye'yle devamlı çatışan bir PKK isteyen ABD'nin bu politikasını bozarak APO üzerinden gelişen çatışmasızlık süreci başlatıldı. Kamuoyuna çok uzun yıllardır öcü diye gösterilen Barzani'yle resmi ilişkiye geçti ve Bağdat hükümetini hem diplomatik olarak hem ticari açıdan by-pass etti. Kürdistan petrolünün taşınması için boru hattı döşeme işi biter bitmez Erbil yönetimi Bağdat'ın itirazlarını dinlemeyerek petrolü pompalamaya başladı. Mesut Barzani'nin başkanlık saray ve Kürdistan parlemento binasının Türk şirketlerince yapıldığı düşünüldüğünde ortaya çıkan gerçeklik şudur: "Ortadoğu coğrafyasında Kürt'lerin Dünya ile tek bağlantısı ve gerçek dostu Türkiye'dir, Türk'lerdir. Bunu bozmaya çalışan her operasyona karşı uyanık olmak gerekir." İşıd denen ne idüğü belirsiz yapının yarattığı karmaşayla Kerkük'ü de ele geçiren K.Irak Kürt yönetimi bu Kerkük işini bence Türkiye'yle sımsıkı bir işbirliği içinde gerçekleştirmiştir. Önümüzdeki günlerde daha net göreceğiz.
Tarihimizde bugünkü hükümetle aynı şeyleri yapmaya çalışan iki yönetim daha var.
İlki Adnan Menderes yönetimidir. 1958 yılında Irak ordusu içindeki Türk subay Albay Nazmi Tabakçalı ve emrindeki yedi bin Türk askeri Musul ve Kerkük'te özerk bir yönetim kurmak için organize etmeye çalışan Menderes'in ipinin ABD tarafından çekilmesinin sebeplerinden biridir bu durum. ABD'nin kendisini düşürmeye çalışacağını tahmin eden A.Menderes Sovyetler'e yanaşmak istemiş ve 1960'ın temmuz ayında Sovyet devlet başkanıyla görüşmek üzere randevulaşmıştır. Ancak Mayıs'ta gerçekleşen darbe ile tutuklanmış Menderes, Kıbrıs meselesi için canını dişine takan, bugünkü Kıbrıs'taki Türk'lerin haklarını o günlerde görevdeyken verdiği mücadele ile perçinleyen dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan yapılan yargılamalar sonunda idam edildiler.
İkinci kişi Turgut Özal'dır. O da başbakanlığının son günlerine doğru ülke içi, ülke dışı Kürt meselesini el altından halletmeye çalışmış, fakat yaratılmış terör örgütü algısı ve çatışmaların durdurulamaması açıktan bir çözümü devreye sokamamıştır. T.Özal Cumhurbaşkanlığı esnasında da Cengiz Çandar ve bir iki gazeteciyi daha aracı kılarak Talabani ve Barzani ile iletişimi canlı tutmaya çalıştı. Aynı dönemde başka bir kaç gazeteci de röportaj için Bekaa'ya gitti ve PKK önderi APO ile uzun konuşmalar yapıldı. Eşref Bitlis'in ordu içindeki komuta seviyesinde Turgut Özal'ın fikirlerini ve çözüme yönelik girişimlerini desteklediği bilinmektedir. Hatta özel olarak helikopteriyle gidip Kuzey Irak'ta Barzani ve Talabani ile toplantılar yaptığını, PKK'ya da emri altındaki Jitem görevlilerince ulaştığı, ancak her bir araya gelme çabasında ülke içinde çok ciddi ses getiren vahşi eylemlerin meydana geldiğini ve sürecin her aşamada provake edilmesiyle meselenin toplumsal olgunluğa erişmesinin önüne geçildiği de çok açıktır.
Olaylar hakkında çok gizli bazı bilgilere erişen Uğur Mumcu'nun öldürülmesi, Eşref Bitlis'in uçağının düşürülmesi bu sürecin ülkemize yaşattığı acılardandır.
İlk evvela ABD Irak'a girdiğinde Irak'a aynı dönemde girmeye teşebüs edip, hem ordu yönetimine söz geçiremeyeceğini anlaması hem de toplumda yaratılmış savaş karşıtlığı ve "Yurtta sulh, cihanda sulh" anlayışının şiddetine maruz kalması, -kamuoyunda bir verip üç almak diye yer almıştı- sonra da Abdullah Öcalan'a silahları indirtip iletişime geçtiği her dönemde ülke içinde çok ağır eylemlerin yapılmış olması Turgut Özal'ın ilerlemesini durduran etkenlerden en önemlileriydi. Ancak Cumhurbaşkanı Özal yine de ülkede tabu olan meselelerin tartışılmaya başlanmasının önünü açtı. Başkanlık sistemi tartışmasını gündeme soktu? Eyalet sisteminden bahsetti, yerinden yönetimlerin güçlendirildiği yönetim şeklinin demokrasiye daha çok uyduğunu dile getirdi. Belli ki tüm hedef Ortadoğu'da Baas zulmü altındaki Kürt nüfus ve coğrafya ile alakalıydı. Ancak kart kurt sesinden gelen Kürt kelimesini bile askeri ve sivil bürokrasiye kabul ettirememiş bir Cumhurbaşkanı olarak öldü, büyük ihtimal öldürüldü.
Her halde o dönem ya da daha erken vakitlerde bu meselenin üzerine gidilebilseydi bugün Ortadoğu'da daha egemen bir Türkiye söz konusu olacaktı. Ancak yaptırtmadılar.
Ya bugün? İşte bir kaç paragraf üstte saydığımız günümüzün sansasyonel olayları Menderes ve Özal'dan sonra bu işlere el atan Tayyip Erdoğan'ı ve hükümetini hedefe koyup, amaçtan saptırmaya çalışıyor. Bu çok açıktır.
Ancak İran'da hangi metotlarla indirildiğini bilmediğimiz -bazı şayialar vardır ama net değil- Ahmedinejat'ın yerine geçen ılımlı hükümetin bir anda Dünya'yla arası düzelmiştir. Peki İran ulusal çıkarlarından ne kadar vazgeçmiştir? Neden vazgeçmiştir. İlerde belli olur.
Bizde de CHP-MHP çizgisine kadar gerileyen sözde aydınlarımız, görevli kalemşörler, bunu devrimci mücadelenin bir parçası olarak görenler Tayyip Erdoğan'ın indirilmesiyle ülkedeki sözde faşizmin son bulacağını, Dünya ve Batıyla ilişkilerimizin düzeleceğini, aksi takdirde tamamen tek adam düzenine mahkum olacağımız korkusunu hakim kılmaya çalışıyorlar ve bu fikirler üzerinden toplum hareketlendirilmek isteniyor. Fakat Tayyip Erdoğan'ın halk üzerindeki büyük etkisi bu amacı başarısız kılıyor.
Ernesto Che Guevara'nın Birleşmiş Milletler toplantısında yaptığı meşhur konuşmada sarf ettiği bir cümleyi hatırlamakta fayda var: "Batı uygarlığı zarif kürkünün altında yatan çakal ve sırtlan sürüsünden başka bir şey değildir."
Bu cümle ülkemiz ve gelişmiş kapitalist ülkeler dışındaki memleketler açısından en aydınlatıcı cümlelerden biridir. Fakat bizim aydınımız, solumuz, sosyal demokratımız, devrimcimiz böyle temel şeyleri hep unutur. Unutmasa da gereğini yerine getirecek mahalde değildir. O mahalde olduğu sanısı betonlaşmıştır. Döner dolaşır aç kuşlar gibi ağzını Batı güçlerinin ellerine doğru açar, son hayat lokmasını ordan başka bir yerde bulamaz. Oysa bu tercüme aydınlığından, bu hastalıklı ezbercilikten vazgeçilebilse, yüzler biraz bu ülkenin içine çevrilse, ışığın doğudan yükseldiğini görebilmek o kadar kolaydır ki.

Yani görmek için gözün perdesiz, at gözlüksüz, gölgesiz olması lazımdır. Peki bu gözler hem beyinde hem kalpte ideolojik ve kültürel olarak yüz yıllara yayılı bir saldırı altına alınıp, sonra işlevsiz bırakılmış yahut her an kontrol altında tutulacak hale getirildikten sonra o gölge o perde kalkar mı? Söylemek istediğim şu; memleket için iyiniyetlice düşünen aydınlar, düşündükleri mecrayı inşa eden gücün yaptıklarıyla aslında bilmeden karşıt oldukları koalisyonların çıkarlarına faaliyet gösteriyorlar. Bu husustaki sorunun çözülmesi hayati bir meseledir. Ayrı bir makalede değerlendirmek icap eder. (Bu ülke aydınının Dr.Hikmet Kıvılcımlı, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Zeki Velidi Togan, Burhan Oğuz, Sultan Galiyef gibi müellifler ve mücadele adamlarından uzak kalması meselesi.)
Ezcümle bu ülke için, bu coğrafya yararına ıslahat-tanzimat süreçlerinden bu yana frankofon ve anglo sakson rüzgarlarla uçup, ardından bir de hiç bir zaman bilmediği, anlamadığı ve hatta sorgulamadığı şekliyle ileri marksizme terfi eden, marksizmi din marks'ı da peygamber haline getiren aklı evvellerimizden bir şey beklemek; geniş anlamıyla bu ülkeye ait olmayan soldan bu ülke için medet ummak yapılabilecek hataların en büyüklerinden biridir. Kendilerini tedavi ettirmeyi kabul etmelidirler. Biz nasıl yerel seçimlerde M.Sarıgül-M.Yavaş konusunda çevremizi uyardıysak, C.Başkanlığı seçimlerinde de her fırsatta aynı uyarıyı yaptık. Bunu neden yaptığımızı bütün fikir baskılarından ari düşünebilseler, kalıplarını kırsalar tedavi yolları açılacak. Ancak buna dahi müsaade etmiyorlar, inançlarının yıkılma tehlikesi karşısındaki çaresizlik çok ağırdır, kabul ediyoruz. Ama artık yüzleşilmelidir. Halkla, halkın hassasiyeti, isteği ve amaçlarıyla yüzleşilmelidir. Türkiye'nin 360 derece etrafında olanlara perdesiz ve gölgesiz bakma zamanı geçti gitti, belki arkasından yakalamak mümükün olur.

Eğer iktidara yürüyüş süreci gelişmiş batılı ülkelerce desteklenmiş Tayyip Erdoğan'ın politik sıfat ve anlamı bir an gelip Ekmeleddin İhsanoğlu için yaratılması arzulananla değiştirilmek isteniyorsa, Tayyip Erdoğan belli ki geniş halk kesimlerinde tabanı olmayanların ve dış odakların tasarrufuyla siyaset sahnesinden silinmek isteniyorsa bu operasyonun sebepleri ve sonuçlarını elbette görecek göz var bizde. Biz hiç ön yargısız Türkiye'de, Ortadoğu'da ve Dünya'da yaşananların yarattığı faydaların ve zararların ne anlama geldiğini anlayacak tecrübe, bilgi ve hisse sahibiz. İçimizdeki özgür ülke ve özgür insan ülküsü herkes gibi maruz kaldığımız malum saldırıdan kendimizi korumamızı sağlamıştır çünkü. Çünkü ağacımızın kökü koparılıp parçalanamayacak kadar dibindedir bu ülkenin ve suyumuzu o en dipten almaktayız.

Saygın Bedri Gider

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder