4 Haziran 2015 Perşembe

TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ BÜYÜK OPERASYONDA SON PERDE - SAFLAŞMANIN MEKANİĞİ


"Yabancı sermaye sorunu, kendilerini bir kısır döngü içinde bulan Türk liderlerini düşündürmeye devam etmektedir. Bağımsızlığını ve Türklerin deyimiyle 'ulusal bütünlüğü' koruması için, ülkenin zengin doğal kaynaklarını bir an önce geliştirmesi zorunludur. Bu ise ancak yabancıların yönetsel katkısı ve mali desteği ile gerçekleşebilir. Özellikle, büyük bir dış borç altına girilmesi, ya da yabancılara geniş ayrıcalıklar tanıyan bir poltika uygulanması, hızlı bir üretim artışı sağlayabilir. Ancak her şeyden önce Cumhuriyet yönetiminin, mutlu yanlızlık ve mutlak bağımsızlık tutkularından vazgeçmesi gerekmektedir."
(The Ekonomist dergisinin 11 Nisan 1925 tarihli nüshasından)

"Yüz yıllık kapitülasyonlar rejiminin tarihe karışmasıyla birlikte, Türkiye ile iş yapan yabancı tüccar, kendisini yepyeni koşullarla karşı karşıya bumuştur. Bu yeni koşulların en önemlilerinden biri de, geçmişte ticaret alanında etkisiz görünen yerli halkın bir kesiminin, giderek yabancı tüccarla rekabet edecek durma gelmesidir. Bu yeni koşullar altında geçen iki yıla bakmak ve mali iktisadi politikasını uygulamakta ısrarlı bir çaba gösteren Hükümet'in başarı ya da başarısızlığını ve sürekli artmakta olan yerli rekabet karşısında durumlarını korumak için enerjik bir mücadele vermekte olan yabancıların çabalarını değerlendirmek ilginç olacaktır. Hemen belirtilmelim ki tecrübe, girişimcilik ve işadamlığı yönlerinden, yabancıların çok gerisinde kalan yerli tüccar, armatör ya da banker, 'Türkiye Türklerindir' ilkesi uyarınca çıkartılan yasa ve düzenlemeler sayesinde yabancılarla rekabet eder duruma geçmektedir.

Ekonomik hayatın her dalında ve hatta tıp ve hukuk gibi serbest meslek dallarında faaliyet gösteren yabancılar, türk meslekdaşlarına uygulanmayan ciddi engellemelerle karşılaşmaktadırlar. (...) Yabancı firmaların artan sayıda eğitimsiz ve hünersiz yerli eleman kullanmaya, muhasebe ve resmi yazışmaları Türkçe sürdürmeye ve cuma günleri tatil yapmaya zorlanmaları, ticaret ve iş hayatını çığırından çıkarmaktadır. Söz konusu kararname ve düzenlemelerin, yabancıları piyasadan ve ülkeden kovmak amacıyla uygulandıklarını söylemek, belki de abartmak olacaktır. Ancak hükümetin, son derece iyi düşünülmüş, kurnazca önlemlerle ticaret ve iş olanaklarını yabancılardan Müslümanlara doğru kaydırmakta olduğu bir gerçektir."
(The Ekonomist dergisinin 7 Ağustos 1929 tarihli nüshasından.)


The economist dergisinin 1925 ve 1929 yıllarında ülkemizle ilgili yayınladığı yazılardan ikisindeki söz konusu paragrafları tekrar tekrar okumak gerek. Hem genç cumhuriyetin hangi yıllara kadar tam anlamda zaptedilemediğini göstermektedir hem bugün yaşananlara ışık değil devasa bir projektör tutmaktadır.

Konu Osmanlı imparatorluğunun gerileme ve yıkılması, 1.Dünya savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluşuyla ilgili olarak, bilhassa siyasal, askeri ve iktisadi açıdan detaylıca analiz edilmelidir, ancak biz şimdilik kısa yoldan bugüne gelelim. The economist AKP iktidarının ilk yıllarında diğer ABD ve Avrupa basınının kahir çoğunluğu gibi yeni yönetime destek çıktı. AB üyeliği çerçevesinde yapılan hamleler yere göğe konamıyordu. Fakat 2008-2009'da görülmeye başlanan ve muhtemel ki miladı daha eski olan bir kırılmanın söz konusu olduğunu yine aynı dış basının haberlerinden anlamaya başladık. The economist iktidarının ilk günlerinde Avrupa'daki demokrat hristiyanların müslüman versiyonu olarak gördüğü AKP'ye ve özel olarak Erdoğan'a -padişah kıyafetli Erdoğan fotoğrafı kapak yapılmıştı- aradan bir müddet geçtikten sonra çok sert eleştiriler yöneltmeye başlarken Türkiye halkının seçimlerdeki tavrı açısından da yeni tavsiyelere başlamıştı. Dergi 2011 yılında çok açık olarak Türkiye halkının CHP'ye oy vermesini istedi. Bu kadar açık bir müdahale hemen dikkatimi çekmişti. Uluslarüstü finans oligarşisinin yayın organı AKP'nin ilk yıllarında Türkiye'nin yeni iktidarına verdiği desteği sonradan neden geri çekmiş ve AKP karşısındaki ana muhalefeti desteklemeye başlamıştı? En basit mantıkla verilecek cevap şudur: "Demek ki ülkemizi idare edenler onların işine gelmeyen şeyler yapmışlardı." Bu çatlama ülkemizde de kendisini hemen gösterdi. AKP içinde iktidar ortağı olarak yer alan fakat devlet içindeki yapılanması 12 Eylül cuntasına hatta daha da geriye giden ve gerçek gücünü sivil ve üniformalı bu bürokratik organizasyonda bulan Fethullah Gülen örgütü elinde bulunan tüm olanaklarla Tayyip Erdoğan'a ve politikalarına savaş açıyordu.

Bu savaşın elbette ana merkez üslerinden biri Zaman gazetesidir. C.Bşklığı seçimi öncesi Malatya mitinginde bir tv programında söylediği sözler sebebiyle Tayyip Erdoğan tarafından "terbiyesiz kadın" diye deşifre/afişe edilen ABD eski Erbil Başkonsolosunun eşi Amberin Zaman The Economist dergisinin Türkiye temsilcisi ve Zaman gazetesi yazarı olup, dünkü Zaman'da yayınlanan Joost Lagendijk adlı kişinin yazısı da fotoğrafa eklendiğinde bizim açımızdan tablo çok net haldedir.

Eski Hollanda Yeşiller partisi milletvekili (Aklımıza hemen Alman Yeşiller vekili Hdp'ci Claudia Roth geliyor.) olan Lagendijk dünkü (03.06.2015) yazısında The economist dergisinin 2015 seçimlerinde Hdp'ye verdiği desteğin sebeplerini izah edip bu desteğin önemine işaret ediyor. Merak eden yazıyı Zaman'ın internet sayfasından okur. Kısaca The economist, Avrupa parlementerleri, Doğan medyası ve F tipi örgüt Hdp'nin barajı geçmesi için her türlü imkanı seferber etmiş durumda. Tek Türkiye dizilerinde faşist yaklaşımlarla Kürt düşmanlığı yapanların, Kck davalarında binlerce sivil Kürt politikacıyı cezaevlerine atanların bugün Hdp'ye sınırsız destek vermesi üzerine hep birlikte dikkatlice düşünmek gerekiyor.

Lagendijk'in yazısında en ilgimi çeken cümle ve o cümleye verdiğimiz cevapla bitirelim, bakın ne diyor çevreci ve solcu Hollanda'lı:
"Burada, kendi kendini kandırmaya dayalı trajik bir körlük söz konusu: Türkiye’nin siyasette ve medyadaki istisnasız bütün eski yabancı dostlarının Türkiye’nin doğru yöne değil, yanlış ilerlediği kanaatinde oldukları görülmüyor.
İster Avrupa veya Amerika basınındaki seçim öncesi analizleri okuyun, ister uzun zamandır Türkiye yanlısı tutumuyla bilinen siyasetçilere kulak verin, hepsi The Economist ve New York Times’ın ortaya koyduğu türden makul ve olumsuz değerlendirmeleri tekrarlıyor. Seçime sayılı günler kalmışken, dışarıdan gelen ve seçimle ilgili mevcut tutuma uygun düşmeyen dostane tavsiyelerin bir kenara itilmesi veya alaya alınması kaçınılmaz. Korkarım ki bu retçi tutum, kendisini mevcut AKP liderliğinin attığı bütün adımları savunmaya tümüyle adamış olanlar varken, değişmeyecek. Aynısı Erdoğan’a ve onun Yeni Türkiye’sine hâlâ inanan yaklaşık yüzde 35’lik seçmen kitlesi için de geçerli."

Biz de Batıdaki kapitalist yayılmacı güçlerin bizlere olan sevdasına (!!!) Gazi Mustafa Kemal'in 1922'de mecliste yaptığı bir konuşmadan satırlarla cevap veriyoruz ve bu cevabımız hiç değişmeyecek:
"Efendiler!
"... Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri, Türkiye'nin zararıyla, Türkiye'nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran en güçlü gelişmeler, Türkiye'nin zararıyla gerçekleşmiştir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana'dan sonra Buda-Peşte’de ve Belgrat'ta yenilmeseydi, Avusturya/Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya'da, ayni kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir...."

"... Bir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette, o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye'yi yok etmeye girişenler, Türkiye'nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak, birleşmiş ve ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekalar, duygular, fikirler, Türkiye'nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Ve bu geleneğin, Türkiye'nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye'yi ıslah etmek, Türkiye'yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye'nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir…"

"...Oysa güç ve kuvvet, Türkiye'de ve Türkiye halkında olan gelişme cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün isleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı.
Oysa hangi istiklâl vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların plânlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karsılaşmışlardır. İste Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür…"

"...Bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki Türkiye ve Türk halkı, ahlâk bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu 'maneviyatı’yla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğu’yla Batı’nın birleştiği yerde bulunduğumuz, Batı’ya yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde, asil mayamız olan Doğu 'maneviyatı’ndan tamamıyla soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka, bir sonuç beklenemez ..."

"... Bu düşüsün çıkış noktası korkuyla, acizle başlamıştır. Türkiye'nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkûmmuş gibi, Türkiye'yi âtıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye'de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki "Biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur..." Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. “…Onlar bizi idare etsin…” diyorlardı."
“...Bilelim ki, ulusal benliğini bilmeyen uluslar, başka uluslara yem olurlar…"

Mustafa Kemal Atatürk -1922 (Meclis Konuşması)"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder