28 Aralık 2015 Pazartesi

KÖRLEŞME'YE İSYAN


Politikanın teori ve pratiğinde yer alanlar içinde sinirimizi en çok bozanlar her gelişmede, her olayda, her konakta sadece karşıtlarını suçlayanlardır. Kendileri yanında olup da farklı sesler verenleri de ya işbirlikçilik ya ajanlıkla suçlamak soğuk savaş döneminde yedikleri morfinin doğal bir sonucu oluyor tabiatıyla.
Kendi başarısızlıklarını geçmişte ve bugün yaptıkları hatalarda, dayattıkları yanlış tespitlerde aramayanların bu 'kronik suçlama' alışkanlığı bir müddet sonra tedavisi olmayan bir hastalık halini alıyor. (ör: Türkiye solu ve mensupları.)
Esas olarak izah etmek istediğimiz husus tarih boyu büyük iddiaları dile getirenlerin bugün 'kendi çalıp, kendi oynayan zavallılardan' farklı olmadıkları ve gerçek bir özeleştiriyi yapıp yapamayacakları meselesidir. Trajedilerini üzülerek izliyoruz.
Toplumsal ve bölgesel çelişkilerin en üst düzeyde yaşandığı son süreçte 'müzmin şikayetçi ve toptan itirazcı davranış' dışında bir aksiyonlarının olmaması yanında, hiç olmazsa bu şikayet ve itirazlarının toplumda az da olsa karşılık görmemesi bile 'bizatihi sarsıcı bir gerekçe olarak' bu hastalıklı atmosferde nefes alanların kafalarını bulundukları yerden dışarıya çıkartmalarına sebep olamıyorsa durum vahimin de ötesindedir. Sonuç : "Ya köşelerine çekilip seyretmektedirler ya da kendi akıllarından çok daha büyük akılların oyuncağı olmaktadırlar."
Biz yiğidin düştüğü yerden kalkacağına inanırız her daim. Tabii düşen yiğit değilse kalkılacak bir zeminin varlığından da bahsedilemez.
Kapitalist Batı toplumlarının kendilerine hediye ettikleri, hediyeyi kabul edenlerin de kendilerince 'şanla, şerefle' taktıkları buraya/bize ait olmayan gözlüklerden bakanlar geçmişlerindeki yiğit öncüllerinin ve tecrübelerinin farkına varabilirler mi? Varamazlarsa şamar oğlanına döndükleri kör, karanlık, tozlu kaldırımlardan nasıl kalkacaklar ayağa?
Bu cümleleri yine şikayetler ve itirazlara maruz kalacağımızı bilerek yazdığımızı da belirtelim. Sosyal medya adlı uçucu parfümlü, alacalı-bulacalı bu zeminde ilk günden şimdiye amaçladığımız hedeflerin en önemlisi şu yazıda yaptığımız uyarıları iletmekti. Maalesef bir kaç dostun anlayışı ve ferasetini görmek dışında olumlu bir sonuç elde edemedik; üstüne geçmişte güzel günleri paylaştığımız bir çok dostun da tecriti ve bulunduğumuz yerden dört nala kaçışıyla karşı karşıya kaldık. Bu hali bir şikayet olarak değil, durumun tespiti amacıyla belirtiyorum.
Özce; dünya ne kadar küresel hale gelirse gelsin, teknolojinin baş döndüren ilerlemesi hücrelerimize ne kadar sirayet ederse etsin "bu toprakları, geçmişimizi ve insanımızı başka toplumların ve deneylerin 'tarihe bakış metoduyla' analiz edenler, ettiklerini sananlar" ayaklarını Anadolu'ya, Asya'ya ve Ortadoğu'ya basmadıkça iyileşmeleri mümkün değildir.
Biz görev addettiğimiz üzere, 'Sizi rahatsız etmeye geldim.' diyen İran'ın büyük devrimcisi Ali Şeriati'nin yapmaya çabaladığını kenarından köşesinden de olsa başarabilirsek, Stalin'in Sibirya zindanlarında katlettiği Müslüman Türk devrimci Mirsait Sultan Galiyev'in üzerine atılmış toprağı avuçlayıp kaldırmaya omuz verebilirsek, Pakistan'dan doğan güneş 'Muhammed İkbal'in sesinin duyulmasına bir yol, Afrika'nın sönmez yıldızları Frantz Fanon ve Patrice Lumumba'nın kavgalarında düşünce veya davranış bakımından birer siper olabilirsek bu Dünya'daki varlığımız anlamını bulmuş olur.
Büyük haksızlık ve büyük zulümlere karşı izlenecek yol bellidir: "Ayağa kalkmak ve birleşmek!" Yeter ki 'körleşmekten kurtulalım!'
Elias Canetti 'Körleşme' adlı baş yapıtında kahramanına şu cümleleri kurdurtuyor:
"Körlük, zamanı ve mekanı alt etmeye yarayan bir silahtır; varlığımız tek dayanağını duyularımızla, gerek yapıları, gerekse kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız bir kaç kırıntının dışında, sonsuzluğa dek uzanıp giden bir körlükte bulur. Evrende egemen olan kuram körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek nesnelerin ve yaratıkların yanyana bulunabilmelerine olanak tanır. Zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada koparılabilmesi, ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir. Bu konuda en canlı örnek, çiçeksiz bitkilerin üreme organlarıdır. Elverişsiz yaşama koşullarının içinde bulundukları sürece bu organlar kalın zarlara sarınır, körlüğün koruyucu örtüsüne bürünür; ta ki elverişsiz koşullar ortadan kalkana dek. Ondan sonra organ, kendini savunabilmek amacıyla körlüğün karanlıklarına sığınmış organ, örtüsünü atar ve bir avuç yaşam niteliğiyle ortaya çıkar. Süreklilik niteliğini özünde taşıyan zamandan kaçabilmenin bir tek yolu vardır insanoğlu için: arada sırada zamanın akışına gözlerini kapamak ve böylece görüldüğünde bize yabancı itici gelmemesi için onu taşınabilir parçalarına bölmek."
Kim üzerine alınırsa alınsın; Canetti'nin bahsettiği 'körlüğün karanlıklarına sığınmış olanlar' için o örtüyü atmak vakti gelmiş ve geçmektedir. Zaman 'kapanan gözlerin açılması' zamanıdır! Çünkü körleşerek böldüğümüz parçalar dahi taşınamayacak hale geliyor gitgide.

11 Aralık 2015 Cuma

AKLI İLE 'AKLI' ARASINDA SIKIŞAN İNSANLIK VE ÇARE YA DA ÇARESİZLİK

Aklı ve muhakeme kabiliyetine rağmen tabiattaki diğer canlılar gibi güdü ve içgüdüleri doğrultusunda yaşamaya, hayatı devam ettirmeye, çabalamaya endeksli bir varlık olması en ilginç yanıdır insanın.
Bu muhteşem yaşam çabasına bakıp insanın keşke aklı da olmasaydı demek gerekiyor yeryüzünde olanları düşününce. Maalesef insan sahip olduğu tarifsiz güzellikleriyle değil, aklı sayesinde yarattığı çirkinliklerin dayanılmaz yükü altında yürütüyor bu güdüsel-içgüdüsel yaşamak gayesini. Bu halde onbinlerce yıllık insanlık mirası da gelinen nokta itibariyle pek bir şey ifade etmiyor. Zira Dünya'nın bugünkü hali her şeyi, her değeri ya da güzel dediklerimizi anlamsız kılıyor. Aklımızla ürettiğimiz bilgisayar, aspirin, penisilin, başka mucizevi buluşlar ve karşısında yine aklımızla ürettiğimiz silahlar, nükleer teknoloji, dogmalar, kör inançlar teraziye konunca, yani iyilikle kötülük teraziye konunca dürüst olmak gerekir ki kötülük sokaklardaki, köylerdeki, fabrikalardaki, okullardaki, evde ailemizdeki güzel insanların yere göğe konamayacak envai çeşit güzelliğinden ağır basıyor.
Desek 'uzak duralım melanetten, şerden, kötülükten'; yine dürüst olalım, uzak kalabilmek mümkün değil. Kötülüğün bankalarından, endüstriyel suni yiyeceklerinden, fabrikalarda üretilmiş kimyasal gübrelerinden, asit yağmurlarından, uymamızı mecbur eden zorunlu görevlerinden, dogmalarından, ayrımcılığından, beyin yıkama araçlarından, kölecilik düzeninden nasıl uzak kalabiliriz? Bireysel olarak, tek tek belki mümkündür; ya geri kalanlarımız?
Burada toplumsal kurtuluş için elbette reçete arayışı başlıyor, ideolojiler, dinler, inançlar, fikir akımları çıkıyor karşımıza. Herkes mensubu olduğu düşüncenin, ideolojinin, dinin en iyisi olduğunu hem de dürüst bir biçimde savunuyor; bir adım ilerisinde fiilen mücadelesini veriyor. Bir adım sonrasında söz konusu mücadele dinamiği içindeki çok taraflı çekişme 'zor' denen belayı, 'yani mensubu olduğun dini, düşünceyi, inancı şiddetle kabul ettirmek hastalığını' çıkarıyor ortaya. Böylece başa dönülmüş oluyor, kurtuluş reçetesi kurtulmak istenilen malum kötülüğün araçlarıyla techiz ediliyor ve labirentten çıkış imkanı doğmadan ölüyor. İşin en enterasan yanı ölmüş olmasına rağmen o çıkış imkanına canlı kanlı muamelesi yapmaya devam eden insanlığın trajikomik ve içler acısı durumu. Kendini kandırıyor insanlık, zira söyleneceklerin söylendiğini ve uzun zamandır yeni bir şeyin söylenmediğini aslında çok iyi biliyor. Ben, sen, biz, hepimiz biliyoruz gerçeği. İtiraf edemiyoruz. İtiraf etmemiz bizi tek sonuca iter çünkü, hiçliğe ve intihara iter. Yaşam çabasının anlamını bir anda yıkar geçer o itiraf. İşte tam da burada tutunulan, yine güdü ve içgüdüyle tutunulan bir umut kalıyor geriye: çocuklar, çocuklarımız.
Kurtuluştur diyebilmem mümkün olmasa da hayran olunası o yaşam çabasını ayakta tutabilecek yegane varlığın çocuk olduğunu söylemek sanırım abes olmaz. Bilhassa kadınlar için. Erkek kadın tarafından güdülendiğinden o da kadının çocuk sahibi olması üzerinden dolaylı bir kazanım sağlamış oluyor bu yolda. Son olarak şunu diyeyim, ürememiz ve buna bağlı olarak insanlığın yaşama tutunma çabası terazinin kefesindeki kötülüğün hafiflemesine yardımcı olmuyor. En azından şimdilik. Allah'tan sanat var. Şiir, resim, heykel, müzik, sinema vb ile uğraşıp bu alanlarda üretim yapanlar da olmasa çocuk sahibi olmayanlar delirirdi herhalde. Ya da alkolik veya uyuşturucu bağımlısı olurlardı. Bu bakımdan sanatın bilim ve buluş havuzundan çok daha önemli olduğunu sanıyorum.
Alain Resnais

9 Aralık 2015 Çarşamba

HRANT DİNK İDDİANAMESİ VE "HRANT'IN YALANDAN ARKADAŞLARI"



"Hrant Dink cinayetine ilişkin iddianamede, eski Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, dönemin İstihbarat Daire Başkanlığı Personel Şube Müdürü Coşgun Çakar ve eski İstihbarat Daire Başkanlığı C Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer'in "silahlı örgüt kurmak" suçundan 22,5 yıl, "tasarlayarak kasten öldürmek" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılması istendi."

Hrant Dink'in neden katledildiği 01.10.2004 günü yayınlanan yazısı okununca anlaşılabilir. Elbette "Hrant'ın arkadaşları" , "Kardeşimsin Hrant" diye yeri göğü inletip F tipi çeteyle iş tutanlar ne dün kabul edilen iddianame hakkında bir şey derler ne de rahmetlinin aşağıda paylaşacağım yazısını hatırlatırlar. Çünkü onlar ezelden beri Hrant'ın yazısında çok sert biçimde karşı çıkarak anlattığı Avrupalar'la, Amerikalar'la, F tipi çetenin amirleriyle el ele kol kolalar...

Bakalım Hrant abimiz ne yazmış bundan on bir sene önce:

"Türkiyeliyim...
Ermeniyim...
İliklerime kadar da Anadoluluyum.

Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi "Batı" denilen o “Hazır özgürlükler” cennetinde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken, ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken, boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşledim. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum.

Ama artık...

Birilerinin "Bizim Ermenilerimiz" pohpohlamalarından da, "İçimizdeki hainler" kışkırtmasından da bıktım. Normal ya da sıradan yurttaş olduğumu unutturan dışlanmışlıktan da, boğarcasına kucaklanılmaktan da usandım... Ne 24 Nisanlarda yürüyebildim, ne de atalarımın anısına anıtlar dikebildim. Ama ne onları o günlerde bıraktım, ne de bugünlerde taşlaştırdım. "Onları yaşamımda yaşamayı" sırtladım... Gücümün yettiğince de yaşatarak taşıdım. Bu taşımama sekte vurmaya "Ne?" ya da "Kim?" yeltendiyse onlarla amansızca boğuştum. Tabi ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kimileri "Katliam", kimileri "Soykırım", kimileri "Tehcir", kimileri de "Trajedi" diyor. Atalarım Anadolu diliyle "Kıyım" derdi... Ben ise "Yıkım" diyorum. Ve biliyorum ki eğer bu yıkımlar olmasaydı, bugün benim ülkem çok daha yaşanılır, çok da imrenilir olurdu. Yıkıma sebep olanlara da, maşa olanlara da lanetim bundandır. Lakin lanetim geçmişedir.

Elbette tarihte olan biten her şeyi öğrenmek istiyorum ama o nefret, ne menem bir rezillikse o... Onu tarihteki karanlık inine bırakıyor, "Olduğu yerde kalsın, onu tanımak istemiyorum" diyorum.

Benim geçmiş tarihimin ya da bugünkü sorunlarımın, Avrupalar'da, Amerikalar'da, sermaye yapılması zoruma gidiyor. Bu öpmelerin ardında bir taciz, bir tecavüz seziyorum. Geleceğimi geçmişimin içinde boğmaya çabalayan emperyalizmin, alçak hakemliğini kabul etmiyorum artık.
O hakemler geçmiş çağlarda arenalarda köle gladyatörleri birbiriyle vuruşturan, onların vuruşmasını büyük bir iştahla seyreden, sonunda da kazanana, yaralının işini bitirmesi için başparmaklarıyla işaret veren diktatörlerin ta kendileridir.

Bunun için de, bu çağda, ne bir parlamentonun hakemliğe soyunmasını kabul ediyorum, ne de bir devletin. Gerçek hakem halklar ve onların vicdanlarıdır. Benim vicdanımda ise hiçbir devlet erkinin vicdanı, hiçbir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez.

Benim tek isteğim canım Türkiyeli arkadaşlarımla ortak geçmişimi alabildiğine etraflıca ve de o tarihten hiç de husumet çıkarmamacasına özgürce konuşabilmek. Bunu bir gün tüm Türklerle Ermenilerin de kendi aralarında konuşabileceklerine yürekten inanıyorum. Özellikle de Türkiye ile Ermenistan'ın kendi aralarında da her bir şeyi rahatlıkla konuşabilecekleri ve düzeltebilecekleri ve onlar konuşurken, benim ilgisiz üçüncülere dönüp, "Size de artık üç nokta düşer" diyeceğim günleri iple çekiyorum. Dünya Ermenileri 1915'in 90. yılını anmaya hazırlanıyor. Ansınlar... Haklarıdır. Yukarıdaki satırlar da bendenizin ruh halidir... Arz ederim."

Hrant Dink,
Birgün Gazetesi,
1 Kasım 2004

Şimdi anladınız mı Mehmet Baransu gibi F tipinin ucuz tetikçilerine özgürlük kampanyaları düzenleyenlerin numaradan "kardeşimsin Hrant" vaveylasıyla oynadıkları tiyatroyu....Anlayınız, teşhis ediniz, ifşa ediniz...

“Kendisinden açıkça intikam alınmakta olan Baransu ilk planda hemen tahliye edilmeli ve adalet derhal yerine getirilmelidir.” cümleleriyle Mehmet Baransu'ya özgürlük isteyenleri bilelim:

"A. Hicri İzgören, A. Serdar Koçman, Abud Can, Adam Sarkis, Adnan Challma Kulhan, Ahmet İnsel, Ahmet İsvan, Akın Birdal, Alev Er, Ali Arsin, Ali Gökkaya, Ali Kılıç, Allen Malhas, Anjel Dikme, Anjel Hacikoğlu, Armağan Kargılı, Atilla Dirim, Attila Tuygan, Baskın Oran, Bozkurt Kemal Yücel, Bülent Atamer, Bülent Tekin, Celal İnal, David Vergili, Derya Yetişgen, Dicle Akar Bilgin, Dikran Egoo, Doğan Özgüden, Ercan İpekçi, Erdal Doğan, Erdem Özgül, Ergun Kuzenk, Erkan Metin, Fatime Akalın, Fatma Dikmen, Ferdan Ergut, Ferit Banipal, Fikret Başkaya, Garo Kaprielyan, Gül Gökbulut, Güngör Şenkal, Gürhan Ertür, Hacı Salih Yıldıran, Haldun Açıksözlü, Hanna Bet- Şawoce, Hasan Aksu, Hasan Burgucuoğlu, Hasan Gürelliler, Hasan Kaya, Hasan Zeydan, Hayko Muradyan, Hulusi Zeybel, Hüriye Şahin, Hüseyin Alataş, İbrahim Seven, İnan Gedik, İnci Tuğsavul, İsmail Beşikçi, Kadir Cangızbay, Kamil Aksoylu, Kazım Genç, Koray Düzgören, Mahmut Cantekin, Mehmet Can, Mehmet Demirok, Mehmet Erkek, Mesut Tufan, Mihail Vasiliadis, Murat Kuseyri, Mustafa Yetişgen, Muzaffer Erdoğdu, Nadya Uygun, Nail beth-Kinne, Necati Abay, Nivart Bakırcıoğlu, Nureddin Gürman, Nurettin Değirmenci, Oktay Etiman, Özcan Metin, Özcan Soysal, Pınar Ömeroğlu, Raço Donef, Ramazan Gezgin, Sait Çetinoğlu, Sennur Baybuğa, Serhat Demirhan, Shabo Boyacı, Şanar Yurdatapan, Temel İskit, Tuma Çelik, Ufuk Uras, Ünal Ünsal, Yalçın Ergündoğan, Yasin Yetişgen, Yener Orkunoğlu, Yılmaz Demir, Zagıp Zarakolu, Zeynep Tanbay, Kemal Akkurt, Ahmet Aykaç, Zeynep Tozduman, Fusun Erdoğan, Abdullah Demirbaş, Babür Pınar, Hasan Cemal, Cengiz Aktar."

Bu isimlerin dışında; Hayko Bağdat (Taraf) ve Nazlı Ilıcak (Bugün) adlı hainler F tipi çetenin kayyuma devredilen Bugün Tv'sinde program yapmaktaydılar. Koray Çalışkan adlı akademisyen bozması Chp'ye danışman olmuştu, hala da öyle sanırım. Ve daha bir çok kimse....

Bunlar Türkiye'nin sözde aydınlık yüzlü okumuş,bilmiş,görmüş-geçirmişleri...

Bunlar Hrant'ın katillerine gözlerini kapayıp, sahnede "Kardeşimizsin Hrant" diye sahte gözyaşı döken, Hrant'ın cenazesini "dünya güçlerinin Türkiye'ye karşı elverişli bir kullanım aracı halinde" tutmaya çalışan ahlaksızlardır sevgili dostlar. Bu kişilerin peşlerini bırakmayın. Gördüğünüz yerde çarpın suratlarına gerçeği...Bizi nasıl aldattıklarını anlatın herkese...

6 Aralık 2015 Pazar

SON YÜZ YIL TARİHİMİZİN EN ÖNEMLİ VİRAJINA GİRERKEN...



"Kimsenin bilmediği bir şeyi biliyorum ve onu açıklayacağım." demiyorum.

Sadece şöyle bir üzerinden geçelim diyorum...

A - Yıllarca "sinsi yapı, en tehlikelisi bunlar" diyen kamuoyunun yönlendirilmesinde etkin olan bir kısım kemalist, solcu, sosyal demokrat, Kürtçü, Türkçü, liberal, sol liberal vb'den mürekkep ortaya karışık bir zevat an gelir en sinsi dediği F tipi çeteyle ittifak eder:

1) Benleri alınarak yüzü parlatılmış, eşi ve ailesiyle örnek bir baba, Ramazan'da annesiyle gözleme pişiren iyi bir evlat fotoğrafları eşliğinde siyaset piyasamıza  yeni özgürlükçü sol proje olarak sunulan Selahattin Demirtaş'ı F tipinin Bugün tvsinde çokça çıkardılar. Hayko Bağdat ve Nazlı Ilıcak gibi tipler elbette bu programlarda Selahattin Demirtaş'a "sizin partinizin dört bine yakın mensubu İdris Naim Şahin adlı F tipi çetenin iç işleri bakanı olduğu dönemde Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer adlı F tipi çete mensubu emniyet istihbarat şeflerinin organize ettiği KCK davasıyla cezaevlerine atıldı, ne diyorsunuz?" sorusunu sormadılar. Demirtaş da bu programlarda kendi sivil mensuplarını cezaevine yollayan F tipi yapıya bu programlarda tek laf etmedi. Aynı Demirtaş sempatik tavırları ve güler yüzüyle "yıllarca Kürtlere küfreden Aydın Doğan medyası tarafından Tv ve gazetelerde her gün allanıp pullanıp halkın önüne konuldu. Ahmet Hakan, Şirin Payzın, Mirgün Cabas, Cüneyt Özdemir gibi Doğan medya çalışanlarının son iki senelik programlarına bakmak yeterlidir. (Not: Doğan medyası Tüsiad demektir, yani Koç, Eczacıbaşı, Boyner demektir.)

2) Terörist örgütün propaganda sorumlusu yazar görünümlü ajanı Ekrem Dumanlı Diyarbakır Belediye Bşk Gülten Kışanak'ı arka kapıdan gizli gizli ziyaret etti. Gülten Hanım da bu ajan-militan yazara "sizler aylarca bizi ve partimizi linç eden yalana varan haberler yaptınız, manşetler attınız, sivil üyelerimizin tutuklanmasını meşru gösterdiniz, şimdi ne oldu da beni ziyaret ediyorsunuz?" sorusunu sormadı.

3) Bundan bir yıl önce Cizre'de neden başladığı belli olmayan çatışmalar yaşandı ve bu catismalar bugünlere dek geldi. Cizre polisinin halka gereksiz ve hukuka aykırılık oluşturacak şekilde silah kullandığı ortaya çıktı. Çatışmalarda ondört yaşında bir çocuğa mermi isabet etti, o çocuğumuzu kaybettik. Cizre Emniyet müdürünün F tipi çete üyesi olduğu tespit edilerek bu memur görevden alındı hakkında soruşturma açıldı. Aynı ilçe ve Güneydoğudaki bir çok başka yerde de yüzlerce polis görevden alındı ve yüzlercesinin görev yeri değişti. Amaç devletin halka zulüm uyguladığı görüntüsünün oluşturulmak istenmesiydi. Böylece Pkk'nın sizde devrimci halk savaşının meşrulaştırılması amaçlanmıştı. O olaylar devletin sorumlu memurlara görevden el çektirmesine rağmen bugünlere kadar büyüyerek geldi.

4) 14/08/2014 günü Lice'de Pkk'nın kendi bünyesinde efsaneleştirdiği mensubu Mahsum Korkmaz'ın heykeli dikildi. Jandarma bölgesi olan heykelin dikildiği alanda o uzunlukta bir heykelin kaidesiyle birlikte dikilme işlemi heykel traş arkadaşlarımın söylediğine göre en az üç gün sürermiş.  Söz konusu heykel oraya gökten inmediğine ve en azından bir tırla taşındığına ve vinç kullanıldığına göre bundan bölgedeki görevli jandarma birimlerinin haberdar olmamasına imkan yoktur. Tam bu anda yüzümüzü Mit tırları olayına çevirelim. Bilindiği üzere bazı Jandarma subayları Suriye'ye giden Mit tırlarını silah kullanarak durdurmuştu ve bu olayla ilgili geçen hafta Tümgeneral ve Albay düzeyindeki sorumlulular tutuklandı. Herhalde mesele anlaşılmıştır fakat kısaca yazalım. Cizre'de Pkk'nın başlatacağı sözde halk ayaklanmasının görünürdeki meşruiyet kaynağı olan "F tipi çetenin emniyet kumpasına" ek olarak Mit tırlarını hem ülke içi muhalefete hem Türkiye karşıtı ülke dışı güç odaklarına malzeme eden Jandarma kumpası devletin içinde mevzilenen F tipi çetenin gücünü göstermesi açısından siyaset tarihimizde ibret vesikası olmuştur.

5) Fethullah Gülen örgütü ile ilgili onlarca yazı ve kitap yazan Hikmet Çetinkaya adlı Cumhuriyet yazarı adı geçen gazetenin belli bir aşamaya kadar F tipi çete karşısındaki duruşunu anlatıyordu. Fakat bir gün kendisini F tipi çetenin sivil toplum örgütü listesi altında faaliyet gösteren birimine davet ettiler. O görüşmede ne konuşulduğu, neye karar verildiği bilinmiyor. Ancak somut gerçekler şunlardır; Kemalizmin ideolojik yayın organı Cumhuriyet gazetesi -ki siyaset ve kültür hayatımıza dönem dönem çok önemli katkıları da olmuştur- antikemalist bir liberal solcu olduğu için geçmişte kovduğu Aydın Engin'i Agos gazetesinden Cumhuriyet'teki köşesine geri çağırmıştır. Eş zamanlı olarak yine antikemalist bir liberal Avrupa Birliği solcusu (!) olan Can Dündar Kemalizmin fikri bekçisi olan bu gazeteye GENEL YAYIN YÖNETMENİ yapılmıştır. Ne için? Bir üst maddede açıkladığımız F tipi çetenin Mit tırları kumpasını "teröre destek veren zalim iktidara karşı haklı muhalefet örtüsü altında" meşrulaştırmak, gazetenin yıllarca "bölücü terör örgütü" diye karşı çıktığı Pkk'yı insan, hayvan haklarına ve çevre meselelerine duyarlı, "hatta ekolojik tarım yapan bir özgürlük hareketi" olarak göstermek için...Bknz. Cumhuriyet gazetesinin 01/06/2015 ve devamı tarihli gazeteci Ayşe Yıldırım-Cemil Bayık röportajı.

6) Hrant Dink cinayetinin ilk gününden itibaren "Kardeşimizsin Hrant" adı altında bir araya gelen gelen ve genel itibariyle sol, sosyal demokrat, liberal sol, liberal, Kürtçü, Ermeni soykırımcısı yazar-çizer, edebiyatçı, sanatçı vb bir taife "cinayeti işleyen devlettir" propagandasını ağızlarına pelesenk ederek bu olayı da iktidara yönelik bir muhalefet argümanı olarak kullanmışlardır. Ancak her nasılsa kovuşturulmanın genişletilmesiyle birlikte tutuklanan F tipi çetenin emniyet istihbarat içindeki ajanları Ramazan Akyürek, Ali Fuat Yılmazer ve diğer resmi görevlilerle ilgili tek kelime etmedikleri gibi cinayeti organize edenleri bulmaya yönelik bu yargı girişimini destekleyen de BİR TEK AÇIKLAMA yapmamışlardır. Asla hedef göstermek maksadım yoktur, sadece bilinmesi amacıyla birazdan isimlerini yazacağım "Hrant'ın yalandan kardeşleri olan" SÖZDE AYDIN bir ekip F tipi çetenin basın yayın kolunda kendini heder edercesine faaliyet gösteren "Mehmet Baransu'ya özgürlük" kampanyası başlatmışlardır. Kimdir bu "Mehmet Baransu'ya özgürlük isteyen Hrant'ın yalandan kardeşleri" : Ahmet İnsel, Akın Birdal, Baskın Oran, Erdal Doğan, Fikret Başkaya, İsmail Beşikçi, Mihail Vasiliadis, Şanar Yurdatapan, Temel İskit, Ufuk Uras, Ragıp Zarakolu, Zeynep Tanbay, Hicri İzgören, Alev Er, Ferdan Ergut, Koray Düzgören, Ercan İpekçi, Necati Abay. Bknz. 23/06/2015 tarihli Zaman Gazetesi.

(Bu isimlerin yanında Koray Çalışkan, Nuray Mert, Amberin Zaman, Yasemin Çongar, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu -bakmayın Yeni Şafak'ta olduğuna- Fehmi Koru gibi kişiliklerin yazıp çizdikleri, ifade ettikleri ve savundukları konular yaratılmak istenen sonuçlar göz önüne alındığında belli ki aynı merkezden filiz salmaktadır.)

7) Söz konusu ittifakın yukarıdaki altı bentte izah edilenle sınırlı olmadığını takdir edersiniz. Bu saydıklarım gibi onlarca belki de yüzlerce örnek vardır. Lafı uzatmadan başka bir mecraya geçelim.

B - Bu maddeyi kısa yazacağız. Yukarıda isimlerini saydığımız veya saymadığımız kişilikler solcusu, liberali, Atatürkçüsü, kemalisti, sol liberali, Kürtçüsü, Türkçüsü, İslamcısı Rusya'nın Suriye'de fiili askeri faaliyetleri başlatmasını müteakiben hep bir ağızdan geçmişlerindeki "SÖZDE DEMOKRAT" tavrın aksine bir anda "DİKTATORYEL BİR YÖNETİMİN BAŞI OLAN" Putin'e methiyeler  düzmeye başlamışlardır. Meşruiyet kaynakları Işid'in meşruiyeti olmayan konum ve eylemleridir. Zaten Işid de bunun için vardı, Dünya güçlerinin Ortadoğu'ya yeni büyük akınını meşru kılmak için...

     Malum olduğu üzere TSK'nın sınır ihlali yapan Rus uçağını düşürmesiyle Rusya'dan Türkiye'ye yönelik yapılan açıklamalar ve yaptırımlar aynı zevat tarafından sevinçle karşılanmış hatta mealen "Rusya'nın Türkiye'ye yönelik söz konusu tavrının Erdoğan'ı -aslında TC'yi-  ADAM EDECEĞİ " yönünde savunularda bulunulmuştur.

     Bütün bunları yazmamıza neden olan dört olayı da dikkatlerinize sunarsak taşlar sanıyorum yerine oturur:

1) Selahattin Demirtaş 01/12/2015 günü Abd'ye uçtu. Abd'de bulunduğu esnada Amerikan Dış politikasına yön veren yarı resmi (half-public) Foreign Policy dergisi 2015 yılının en önemli yüz düşünürü listesine Türkiye'den Selahattin Demirtaş'ı seçtiğini duyurdu ve listeye ''meydan okuyucular'' kategorisinde ve ''Erdoğan'ın hayalini yıkan'' tanımlamasıyla girdi. Bknz. 01/12/2015 tarihli Evrensel gazetesi.

2) Demirtaş Abd'den dönmeden evvel bir basın toplantısı düzenledi ve çok ilginç bir açıklama yaptı. Açıklama basına şu şekilde yansıdı : "Demirtaş’tan çarpıcı iddia: MGK’da ‘Türk yurdu Kürtler tarafından ele geçirilecek, engellememiz lazım’ dendi."

     Aynı açıklamada Demirtaş "Kemal Bey’le (Kılıçdaroğlu) daha önceki bir araya gelişlerimizde bu konuyla ilgili görüş alışverişi yapmıştık. İttifaktan bahsetmiyorum ama Kemal Bey’le bir çok konuda hemfikiriz." gibi bir cümleyi de sarfetti. (Hatırlanacağı üzere Kemal Kılıçdaroğlu Tahir Elçi cinayeti sonrası Diyarbakır'da yapmış olduğu basın toplantısında Güneydoğu'da Pkk'nın kazdığı hendeklerle ilgili olarak "umuyorum arkadaşlarımız hendek kazmayı, barikat kurmayı bırakırlar." demişti. Bknz.03/12/2015 tarihli gazeteler.)

3) Abd'de bu olaylar yaşanırken TSK Musul'a yirmibeş adet tank ve dörtyüzü özel komando toplam altı yüz asker sevkediyordu. Yükselen seslerin sahipleri Irak Kürt Federe hükümeti sözcüsü Dizayi'nin açıklamasıyla bir şok yaşadı: "Türkiye buralarda askeri noktada gerekli desteği sundu. Musul'daki askeri kampın genişletilmesi amacıyla bugünlerde Türkiye'den gönderilen askeri uzmanlar ve gerekli askeri malzemeler bölgeye intikal etmiştir." Bknz. 05/12/2015 tarihli ajans haberleri.

4) Türkiye'nin Musul'a asker göndermesine Irak'tan art arda tepkiler gelirken, Irak Meclisi Güvenlik ve Savunma Komitesi Balkanı Hakim el Zamili, Türkiye'nin Irak'ın egemenliğini ihlal ettiğini ve Türkiye'ye karşı Rusya’dan yardım isteyebileceklerini söyledi.Bknz. 06/12/2015 tarihli Sputniknews.com haberi.

5) Irak Başbakanı Ebadi, Türkiye'nin 48 saat içinde askerlerini geri çekmemesi halinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne gitmek de dahil olmak üzere mümkün olan tüm seçeneklerin kullanılacağını açıkladı.Bknz.06/12/2015 tarihli ajans haberleri.

6) Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ndeki Kandil Dağları'nda BBC Türkçe'nin sorularını yanıtlayan PKK lideri ve KCK Eş Başkanı Cemil Bayık, Türkiye'nin Cerablus'a olası müdahalesi durumunda, Türkiye'ye yönelik şiddeti tırmandıracaklarını söyledi. Yani demiş oldu ki; Türkiye Suriye'ye yönelik askeri bir girişimde bulunursa Pkk Türkiye içindeki eylemlerini savaş boyutuna çıkaracaktır. Bknz. 06/12/2015

(Ülkemiz içinde Pkk'yı destekleyenler, hendek kazıp, mayın tuzaklayanlara arkadaş diyenler, Mit tırları deşifrasyonu üzerinden Türkiye'yi zaafa düşürmek isteyenler "Sana ne bundan Cemil Bayık?" diye bir soru sordu mu bilemiyorum. Sormadıkları ve eleştirmedikleri müddetçe bizim gözümüzde TAŞERON'durlar.)

SONUÇ : Ortadoğu yüz yıl sonra Dünya devlerince yeniden paylaşılırken Türkiye Cumhuriyeti ilk kez -geçmişte de defaatle dile getirdiğimiz üzere- hem masada hem de alandadır. Ancak maalesef esas büyük yarayı içeriden alma tehlikesiyle de hala karşı karşıyadır. Yurtsever tavrın galip gelmesi İÇERİMİZDEN YARA VERMEYE ÇALIŞANLARLA MÜCADELE ETMEK'le mümkündür. 1919'larda 1920'lerde mandacılık talebiyle faaliyet gösterenler, ülkesini sırtından vurmaya çabalayanlar o gün nasıl hüsrana uğradılarsa bugün de hüsrana uğrayacaklar ve hala bunun farkında değiller.