Aklı ve muhakeme kabiliyetine rağmen tabiattaki diğer canlılar gibi güdü ve içgüdüleri doğrultusunda yaşamaya, hayatı devam ettirmeye, çabalamaya endeksli bir varlık olması en ilginç yanıdır insanın.
Bu muhteşem yaşam çabasına bakıp insanın keşke aklı da olmasaydı demek gerekiyor yeryüzünde olanları düşününce. Maalesef insan sahip olduğu tarifsiz güzellikleriyle değil, aklı sayesinde yarattığı çirkinliklerin dayanılmaz yükü altında yürütüyor bu güdüsel-içgüdüsel yaşamak gayesini. Bu halde onbinlerce yıllık insanlık mirası da gelinen nokta itibariyle pek bir şey ifade etmiyor. Zira Dünya'nın bugünkü hali her şeyi, her değeri ya da güzel dediklerimizi anlamsız kılıyor. Aklımızla ürettiğimiz bilgisayar, aspirin, penisilin, başka mucizevi buluşlar ve karşısında yine aklımızla ürettiğimiz silahlar, nükleer teknoloji, dogmalar, kör inançlar teraziye konunca, yani iyilikle kötülük teraziye konunca dürüst olmak gerekir ki kötülük sokaklardaki, köylerdeki, fabrikalardaki, okullardaki, evde ailemizdeki güzel insanların yere göğe konamayacak envai çeşit güzelliğinden ağır basıyor.
Desek 'uzak duralım melanetten, şerden, kötülükten'; yine dürüst olalım, uzak kalabilmek mümkün değil. Kötülüğün bankalarından, endüstriyel suni yiyeceklerinden, fabrikalarda üretilmiş kimyasal gübrelerinden, asit yağmurlarından, uymamızı mecbur eden zorunlu görevlerinden, dogmalarından, ayrımcılığından, beyin yıkama araçlarından, kölecilik düzeninden nasıl uzak kalabiliriz? Bireysel olarak, tek tek belki mümkündür; ya geri kalanlarımız?
Burada toplumsal kurtuluş için elbette reçete arayışı başlıyor, ideolojiler, dinler, inançlar, fikir akımları çıkıyor karşımıza. Herkes mensubu olduğu düşüncenin, ideolojinin, dinin en iyisi olduğunu hem de dürüst bir biçimde savunuyor; bir adım ilerisinde fiilen mücadelesini veriyor. Bir adım sonrasında söz konusu mücadele dinamiği içindeki çok taraflı çekişme 'zor' denen belayı, 'yani mensubu olduğun dini, düşünceyi, inancı şiddetle kabul ettirmek hastalığını' çıkarıyor ortaya. Böylece başa dönülmüş oluyor, kurtuluş reçetesi kurtulmak istenilen malum kötülüğün araçlarıyla techiz ediliyor ve labirentten çıkış imkanı doğmadan ölüyor. İşin en enterasan yanı ölmüş olmasına rağmen o çıkış imkanına canlı kanlı muamelesi yapmaya devam eden insanlığın trajikomik ve içler acısı durumu. Kendini kandırıyor insanlık, zira söyleneceklerin söylendiğini ve uzun zamandır yeni bir şeyin söylenmediğini aslında çok iyi biliyor. Ben, sen, biz, hepimiz biliyoruz gerçeği. İtiraf edemiyoruz. İtiraf etmemiz bizi tek sonuca iter çünkü, hiçliğe ve intihara iter. Yaşam çabasının anlamını bir anda yıkar geçer o itiraf. İşte tam da burada tutunulan, yine güdü ve içgüdüyle tutunulan bir umut kalıyor geriye: çocuklar, çocuklarımız.
Kurtuluştur diyebilmem mümkün olmasa da hayran olunası o yaşam çabasını ayakta tutabilecek yegane varlığın çocuk olduğunu söylemek sanırım abes olmaz. Bilhassa kadınlar için. Erkek kadın tarafından güdülendiğinden o da kadının çocuk sahibi olması üzerinden dolaylı bir kazanım sağlamış oluyor bu yolda. Son olarak şunu diyeyim, ürememiz ve buna bağlı olarak insanlığın yaşama tutunma çabası terazinin kefesindeki kötülüğün hafiflemesine yardımcı olmuyor. En azından şimdilik. Allah'tan sanat var. Şiir, resim, heykel, müzik, sinema vb ile uğraşıp bu alanlarda üretim yapanlar da olmasa çocuk sahibi olmayanlar delirirdi herhalde. Ya da alkolik veya uyuşturucu bağımlısı olurlardı. Bu bakımdan sanatın bilim ve buluş havuzundan çok daha önemli olduğunu sanıyorum.
Alain Resnais
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder