28 Aralık 2015 Pazartesi

KÖRLEŞME'YE İSYAN


Politikanın teori ve pratiğinde yer alanlar içinde sinirimizi en çok bozanlar her gelişmede, her olayda, her konakta sadece karşıtlarını suçlayanlardır. Kendileri yanında olup da farklı sesler verenleri de ya işbirlikçilik ya ajanlıkla suçlamak soğuk savaş döneminde yedikleri morfinin doğal bir sonucu oluyor tabiatıyla.
Kendi başarısızlıklarını geçmişte ve bugün yaptıkları hatalarda, dayattıkları yanlış tespitlerde aramayanların bu 'kronik suçlama' alışkanlığı bir müddet sonra tedavisi olmayan bir hastalık halini alıyor. (ör: Türkiye solu ve mensupları.)
Esas olarak izah etmek istediğimiz husus tarih boyu büyük iddiaları dile getirenlerin bugün 'kendi çalıp, kendi oynayan zavallılardan' farklı olmadıkları ve gerçek bir özeleştiriyi yapıp yapamayacakları meselesidir. Trajedilerini üzülerek izliyoruz.
Toplumsal ve bölgesel çelişkilerin en üst düzeyde yaşandığı son süreçte 'müzmin şikayetçi ve toptan itirazcı davranış' dışında bir aksiyonlarının olmaması yanında, hiç olmazsa bu şikayet ve itirazlarının toplumda az da olsa karşılık görmemesi bile 'bizatihi sarsıcı bir gerekçe olarak' bu hastalıklı atmosferde nefes alanların kafalarını bulundukları yerden dışarıya çıkartmalarına sebep olamıyorsa durum vahimin de ötesindedir. Sonuç : "Ya köşelerine çekilip seyretmektedirler ya da kendi akıllarından çok daha büyük akılların oyuncağı olmaktadırlar."
Biz yiğidin düştüğü yerden kalkacağına inanırız her daim. Tabii düşen yiğit değilse kalkılacak bir zeminin varlığından da bahsedilemez.
Kapitalist Batı toplumlarının kendilerine hediye ettikleri, hediyeyi kabul edenlerin de kendilerince 'şanla, şerefle' taktıkları buraya/bize ait olmayan gözlüklerden bakanlar geçmişlerindeki yiğit öncüllerinin ve tecrübelerinin farkına varabilirler mi? Varamazlarsa şamar oğlanına döndükleri kör, karanlık, tozlu kaldırımlardan nasıl kalkacaklar ayağa?
Bu cümleleri yine şikayetler ve itirazlara maruz kalacağımızı bilerek yazdığımızı da belirtelim. Sosyal medya adlı uçucu parfümlü, alacalı-bulacalı bu zeminde ilk günden şimdiye amaçladığımız hedeflerin en önemlisi şu yazıda yaptığımız uyarıları iletmekti. Maalesef bir kaç dostun anlayışı ve ferasetini görmek dışında olumlu bir sonuç elde edemedik; üstüne geçmişte güzel günleri paylaştığımız bir çok dostun da tecriti ve bulunduğumuz yerden dört nala kaçışıyla karşı karşıya kaldık. Bu hali bir şikayet olarak değil, durumun tespiti amacıyla belirtiyorum.
Özce; dünya ne kadar küresel hale gelirse gelsin, teknolojinin baş döndüren ilerlemesi hücrelerimize ne kadar sirayet ederse etsin "bu toprakları, geçmişimizi ve insanımızı başka toplumların ve deneylerin 'tarihe bakış metoduyla' analiz edenler, ettiklerini sananlar" ayaklarını Anadolu'ya, Asya'ya ve Ortadoğu'ya basmadıkça iyileşmeleri mümkün değildir.
Biz görev addettiğimiz üzere, 'Sizi rahatsız etmeye geldim.' diyen İran'ın büyük devrimcisi Ali Şeriati'nin yapmaya çabaladığını kenarından köşesinden de olsa başarabilirsek, Stalin'in Sibirya zindanlarında katlettiği Müslüman Türk devrimci Mirsait Sultan Galiyev'in üzerine atılmış toprağı avuçlayıp kaldırmaya omuz verebilirsek, Pakistan'dan doğan güneş 'Muhammed İkbal'in sesinin duyulmasına bir yol, Afrika'nın sönmez yıldızları Frantz Fanon ve Patrice Lumumba'nın kavgalarında düşünce veya davranış bakımından birer siper olabilirsek bu Dünya'daki varlığımız anlamını bulmuş olur.
Büyük haksızlık ve büyük zulümlere karşı izlenecek yol bellidir: "Ayağa kalkmak ve birleşmek!" Yeter ki 'körleşmekten kurtulalım!'
Elias Canetti 'Körleşme' adlı baş yapıtında kahramanına şu cümleleri kurdurtuyor:
"Körlük, zamanı ve mekanı alt etmeye yarayan bir silahtır; varlığımız tek dayanağını duyularımızla, gerek yapıları, gerekse kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız bir kaç kırıntının dışında, sonsuzluğa dek uzanıp giden bir körlükte bulur. Evrende egemen olan kuram körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek nesnelerin ve yaratıkların yanyana bulunabilmelerine olanak tanır. Zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada koparılabilmesi, ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir. Bu konuda en canlı örnek, çiçeksiz bitkilerin üreme organlarıdır. Elverişsiz yaşama koşullarının içinde bulundukları sürece bu organlar kalın zarlara sarınır, körlüğün koruyucu örtüsüne bürünür; ta ki elverişsiz koşullar ortadan kalkana dek. Ondan sonra organ, kendini savunabilmek amacıyla körlüğün karanlıklarına sığınmış organ, örtüsünü atar ve bir avuç yaşam niteliğiyle ortaya çıkar. Süreklilik niteliğini özünde taşıyan zamandan kaçabilmenin bir tek yolu vardır insanoğlu için: arada sırada zamanın akışına gözlerini kapamak ve böylece görüldüğünde bize yabancı itici gelmemesi için onu taşınabilir parçalarına bölmek."
Kim üzerine alınırsa alınsın; Canetti'nin bahsettiği 'körlüğün karanlıklarına sığınmış olanlar' için o örtüyü atmak vakti gelmiş ve geçmektedir. Zaman 'kapanan gözlerin açılması' zamanıdır! Çünkü körleşerek böldüğümüz parçalar dahi taşınamayacak hale geliyor gitgide.

11 Aralık 2015 Cuma

AKLI İLE 'AKLI' ARASINDA SIKIŞAN İNSANLIK VE ÇARE YA DA ÇARESİZLİK

Aklı ve muhakeme kabiliyetine rağmen tabiattaki diğer canlılar gibi güdü ve içgüdüleri doğrultusunda yaşamaya, hayatı devam ettirmeye, çabalamaya endeksli bir varlık olması en ilginç yanıdır insanın.
Bu muhteşem yaşam çabasına bakıp insanın keşke aklı da olmasaydı demek gerekiyor yeryüzünde olanları düşününce. Maalesef insan sahip olduğu tarifsiz güzellikleriyle değil, aklı sayesinde yarattığı çirkinliklerin dayanılmaz yükü altında yürütüyor bu güdüsel-içgüdüsel yaşamak gayesini. Bu halde onbinlerce yıllık insanlık mirası da gelinen nokta itibariyle pek bir şey ifade etmiyor. Zira Dünya'nın bugünkü hali her şeyi, her değeri ya da güzel dediklerimizi anlamsız kılıyor. Aklımızla ürettiğimiz bilgisayar, aspirin, penisilin, başka mucizevi buluşlar ve karşısında yine aklımızla ürettiğimiz silahlar, nükleer teknoloji, dogmalar, kör inançlar teraziye konunca, yani iyilikle kötülük teraziye konunca dürüst olmak gerekir ki kötülük sokaklardaki, köylerdeki, fabrikalardaki, okullardaki, evde ailemizdeki güzel insanların yere göğe konamayacak envai çeşit güzelliğinden ağır basıyor.
Desek 'uzak duralım melanetten, şerden, kötülükten'; yine dürüst olalım, uzak kalabilmek mümkün değil. Kötülüğün bankalarından, endüstriyel suni yiyeceklerinden, fabrikalarda üretilmiş kimyasal gübrelerinden, asit yağmurlarından, uymamızı mecbur eden zorunlu görevlerinden, dogmalarından, ayrımcılığından, beyin yıkama araçlarından, kölecilik düzeninden nasıl uzak kalabiliriz? Bireysel olarak, tek tek belki mümkündür; ya geri kalanlarımız?
Burada toplumsal kurtuluş için elbette reçete arayışı başlıyor, ideolojiler, dinler, inançlar, fikir akımları çıkıyor karşımıza. Herkes mensubu olduğu düşüncenin, ideolojinin, dinin en iyisi olduğunu hem de dürüst bir biçimde savunuyor; bir adım ilerisinde fiilen mücadelesini veriyor. Bir adım sonrasında söz konusu mücadele dinamiği içindeki çok taraflı çekişme 'zor' denen belayı, 'yani mensubu olduğun dini, düşünceyi, inancı şiddetle kabul ettirmek hastalığını' çıkarıyor ortaya. Böylece başa dönülmüş oluyor, kurtuluş reçetesi kurtulmak istenilen malum kötülüğün araçlarıyla techiz ediliyor ve labirentten çıkış imkanı doğmadan ölüyor. İşin en enterasan yanı ölmüş olmasına rağmen o çıkış imkanına canlı kanlı muamelesi yapmaya devam eden insanlığın trajikomik ve içler acısı durumu. Kendini kandırıyor insanlık, zira söyleneceklerin söylendiğini ve uzun zamandır yeni bir şeyin söylenmediğini aslında çok iyi biliyor. Ben, sen, biz, hepimiz biliyoruz gerçeği. İtiraf edemiyoruz. İtiraf etmemiz bizi tek sonuca iter çünkü, hiçliğe ve intihara iter. Yaşam çabasının anlamını bir anda yıkar geçer o itiraf. İşte tam da burada tutunulan, yine güdü ve içgüdüyle tutunulan bir umut kalıyor geriye: çocuklar, çocuklarımız.
Kurtuluştur diyebilmem mümkün olmasa da hayran olunası o yaşam çabasını ayakta tutabilecek yegane varlığın çocuk olduğunu söylemek sanırım abes olmaz. Bilhassa kadınlar için. Erkek kadın tarafından güdülendiğinden o da kadının çocuk sahibi olması üzerinden dolaylı bir kazanım sağlamış oluyor bu yolda. Son olarak şunu diyeyim, ürememiz ve buna bağlı olarak insanlığın yaşama tutunma çabası terazinin kefesindeki kötülüğün hafiflemesine yardımcı olmuyor. En azından şimdilik. Allah'tan sanat var. Şiir, resim, heykel, müzik, sinema vb ile uğraşıp bu alanlarda üretim yapanlar da olmasa çocuk sahibi olmayanlar delirirdi herhalde. Ya da alkolik veya uyuşturucu bağımlısı olurlardı. Bu bakımdan sanatın bilim ve buluş havuzundan çok daha önemli olduğunu sanıyorum.
Alain Resnais

9 Aralık 2015 Çarşamba

HRANT DİNK İDDİANAMESİ VE "HRANT'IN YALANDAN ARKADAŞLARI"



"Hrant Dink cinayetine ilişkin iddianamede, eski Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, dönemin İstihbarat Daire Başkanlığı Personel Şube Müdürü Coşgun Çakar ve eski İstihbarat Daire Başkanlığı C Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer'in "silahlı örgüt kurmak" suçundan 22,5 yıl, "tasarlayarak kasten öldürmek" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılması istendi."

Hrant Dink'in neden katledildiği 01.10.2004 günü yayınlanan yazısı okununca anlaşılabilir. Elbette "Hrant'ın arkadaşları" , "Kardeşimsin Hrant" diye yeri göğü inletip F tipi çeteyle iş tutanlar ne dün kabul edilen iddianame hakkında bir şey derler ne de rahmetlinin aşağıda paylaşacağım yazısını hatırlatırlar. Çünkü onlar ezelden beri Hrant'ın yazısında çok sert biçimde karşı çıkarak anlattığı Avrupalar'la, Amerikalar'la, F tipi çetenin amirleriyle el ele kol kolalar...

Bakalım Hrant abimiz ne yazmış bundan on bir sene önce:

"Türkiyeliyim...
Ermeniyim...
İliklerime kadar da Anadoluluyum.

Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi "Batı" denilen o “Hazır özgürlükler” cennetinde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken, ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken, boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşledim. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum.

Ama artık...

Birilerinin "Bizim Ermenilerimiz" pohpohlamalarından da, "İçimizdeki hainler" kışkırtmasından da bıktım. Normal ya da sıradan yurttaş olduğumu unutturan dışlanmışlıktan da, boğarcasına kucaklanılmaktan da usandım... Ne 24 Nisanlarda yürüyebildim, ne de atalarımın anısına anıtlar dikebildim. Ama ne onları o günlerde bıraktım, ne de bugünlerde taşlaştırdım. "Onları yaşamımda yaşamayı" sırtladım... Gücümün yettiğince de yaşatarak taşıdım. Bu taşımama sekte vurmaya "Ne?" ya da "Kim?" yeltendiyse onlarla amansızca boğuştum. Tabi ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kimileri "Katliam", kimileri "Soykırım", kimileri "Tehcir", kimileri de "Trajedi" diyor. Atalarım Anadolu diliyle "Kıyım" derdi... Ben ise "Yıkım" diyorum. Ve biliyorum ki eğer bu yıkımlar olmasaydı, bugün benim ülkem çok daha yaşanılır, çok da imrenilir olurdu. Yıkıma sebep olanlara da, maşa olanlara da lanetim bundandır. Lakin lanetim geçmişedir.

Elbette tarihte olan biten her şeyi öğrenmek istiyorum ama o nefret, ne menem bir rezillikse o... Onu tarihteki karanlık inine bırakıyor, "Olduğu yerde kalsın, onu tanımak istemiyorum" diyorum.

Benim geçmiş tarihimin ya da bugünkü sorunlarımın, Avrupalar'da, Amerikalar'da, sermaye yapılması zoruma gidiyor. Bu öpmelerin ardında bir taciz, bir tecavüz seziyorum. Geleceğimi geçmişimin içinde boğmaya çabalayan emperyalizmin, alçak hakemliğini kabul etmiyorum artık.
O hakemler geçmiş çağlarda arenalarda köle gladyatörleri birbiriyle vuruşturan, onların vuruşmasını büyük bir iştahla seyreden, sonunda da kazanana, yaralının işini bitirmesi için başparmaklarıyla işaret veren diktatörlerin ta kendileridir.

Bunun için de, bu çağda, ne bir parlamentonun hakemliğe soyunmasını kabul ediyorum, ne de bir devletin. Gerçek hakem halklar ve onların vicdanlarıdır. Benim vicdanımda ise hiçbir devlet erkinin vicdanı, hiçbir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez.

Benim tek isteğim canım Türkiyeli arkadaşlarımla ortak geçmişimi alabildiğine etraflıca ve de o tarihten hiç de husumet çıkarmamacasına özgürce konuşabilmek. Bunu bir gün tüm Türklerle Ermenilerin de kendi aralarında konuşabileceklerine yürekten inanıyorum. Özellikle de Türkiye ile Ermenistan'ın kendi aralarında da her bir şeyi rahatlıkla konuşabilecekleri ve düzeltebilecekleri ve onlar konuşurken, benim ilgisiz üçüncülere dönüp, "Size de artık üç nokta düşer" diyeceğim günleri iple çekiyorum. Dünya Ermenileri 1915'in 90. yılını anmaya hazırlanıyor. Ansınlar... Haklarıdır. Yukarıdaki satırlar da bendenizin ruh halidir... Arz ederim."

Hrant Dink,
Birgün Gazetesi,
1 Kasım 2004

Şimdi anladınız mı Mehmet Baransu gibi F tipinin ucuz tetikçilerine özgürlük kampanyaları düzenleyenlerin numaradan "kardeşimsin Hrant" vaveylasıyla oynadıkları tiyatroyu....Anlayınız, teşhis ediniz, ifşa ediniz...

“Kendisinden açıkça intikam alınmakta olan Baransu ilk planda hemen tahliye edilmeli ve adalet derhal yerine getirilmelidir.” cümleleriyle Mehmet Baransu'ya özgürlük isteyenleri bilelim:

"A. Hicri İzgören, A. Serdar Koçman, Abud Can, Adam Sarkis, Adnan Challma Kulhan, Ahmet İnsel, Ahmet İsvan, Akın Birdal, Alev Er, Ali Arsin, Ali Gökkaya, Ali Kılıç, Allen Malhas, Anjel Dikme, Anjel Hacikoğlu, Armağan Kargılı, Atilla Dirim, Attila Tuygan, Baskın Oran, Bozkurt Kemal Yücel, Bülent Atamer, Bülent Tekin, Celal İnal, David Vergili, Derya Yetişgen, Dicle Akar Bilgin, Dikran Egoo, Doğan Özgüden, Ercan İpekçi, Erdal Doğan, Erdem Özgül, Ergun Kuzenk, Erkan Metin, Fatime Akalın, Fatma Dikmen, Ferdan Ergut, Ferit Banipal, Fikret Başkaya, Garo Kaprielyan, Gül Gökbulut, Güngör Şenkal, Gürhan Ertür, Hacı Salih Yıldıran, Haldun Açıksözlü, Hanna Bet- Şawoce, Hasan Aksu, Hasan Burgucuoğlu, Hasan Gürelliler, Hasan Kaya, Hasan Zeydan, Hayko Muradyan, Hulusi Zeybel, Hüriye Şahin, Hüseyin Alataş, İbrahim Seven, İnan Gedik, İnci Tuğsavul, İsmail Beşikçi, Kadir Cangızbay, Kamil Aksoylu, Kazım Genç, Koray Düzgören, Mahmut Cantekin, Mehmet Can, Mehmet Demirok, Mehmet Erkek, Mesut Tufan, Mihail Vasiliadis, Murat Kuseyri, Mustafa Yetişgen, Muzaffer Erdoğdu, Nadya Uygun, Nail beth-Kinne, Necati Abay, Nivart Bakırcıoğlu, Nureddin Gürman, Nurettin Değirmenci, Oktay Etiman, Özcan Metin, Özcan Soysal, Pınar Ömeroğlu, Raço Donef, Ramazan Gezgin, Sait Çetinoğlu, Sennur Baybuğa, Serhat Demirhan, Shabo Boyacı, Şanar Yurdatapan, Temel İskit, Tuma Çelik, Ufuk Uras, Ünal Ünsal, Yalçın Ergündoğan, Yasin Yetişgen, Yener Orkunoğlu, Yılmaz Demir, Zagıp Zarakolu, Zeynep Tanbay, Kemal Akkurt, Ahmet Aykaç, Zeynep Tozduman, Fusun Erdoğan, Abdullah Demirbaş, Babür Pınar, Hasan Cemal, Cengiz Aktar."

Bu isimlerin dışında; Hayko Bağdat (Taraf) ve Nazlı Ilıcak (Bugün) adlı hainler F tipi çetenin kayyuma devredilen Bugün Tv'sinde program yapmaktaydılar. Koray Çalışkan adlı akademisyen bozması Chp'ye danışman olmuştu, hala da öyle sanırım. Ve daha bir çok kimse....

Bunlar Türkiye'nin sözde aydınlık yüzlü okumuş,bilmiş,görmüş-geçirmişleri...

Bunlar Hrant'ın katillerine gözlerini kapayıp, sahnede "Kardeşimizsin Hrant" diye sahte gözyaşı döken, Hrant'ın cenazesini "dünya güçlerinin Türkiye'ye karşı elverişli bir kullanım aracı halinde" tutmaya çalışan ahlaksızlardır sevgili dostlar. Bu kişilerin peşlerini bırakmayın. Gördüğünüz yerde çarpın suratlarına gerçeği...Bizi nasıl aldattıklarını anlatın herkese...

6 Aralık 2015 Pazar

SON YÜZ YIL TARİHİMİZİN EN ÖNEMLİ VİRAJINA GİRERKEN...



"Kimsenin bilmediği bir şeyi biliyorum ve onu açıklayacağım." demiyorum.

Sadece şöyle bir üzerinden geçelim diyorum...

A - Yıllarca "sinsi yapı, en tehlikelisi bunlar" diyen kamuoyunun yönlendirilmesinde etkin olan bir kısım kemalist, solcu, sosyal demokrat, Kürtçü, Türkçü, liberal, sol liberal vb'den mürekkep ortaya karışık bir zevat an gelir en sinsi dediği F tipi çeteyle ittifak eder:

1) Benleri alınarak yüzü parlatılmış, eşi ve ailesiyle örnek bir baba, Ramazan'da annesiyle gözleme pişiren iyi bir evlat fotoğrafları eşliğinde siyaset piyasamıza  yeni özgürlükçü sol proje olarak sunulan Selahattin Demirtaş'ı F tipinin Bugün tvsinde çokça çıkardılar. Hayko Bağdat ve Nazlı Ilıcak gibi tipler elbette bu programlarda Selahattin Demirtaş'a "sizin partinizin dört bine yakın mensubu İdris Naim Şahin adlı F tipi çetenin iç işleri bakanı olduğu dönemde Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer adlı F tipi çete mensubu emniyet istihbarat şeflerinin organize ettiği KCK davasıyla cezaevlerine atıldı, ne diyorsunuz?" sorusunu sormadılar. Demirtaş da bu programlarda kendi sivil mensuplarını cezaevine yollayan F tipi yapıya bu programlarda tek laf etmedi. Aynı Demirtaş sempatik tavırları ve güler yüzüyle "yıllarca Kürtlere küfreden Aydın Doğan medyası tarafından Tv ve gazetelerde her gün allanıp pullanıp halkın önüne konuldu. Ahmet Hakan, Şirin Payzın, Mirgün Cabas, Cüneyt Özdemir gibi Doğan medya çalışanlarının son iki senelik programlarına bakmak yeterlidir. (Not: Doğan medyası Tüsiad demektir, yani Koç, Eczacıbaşı, Boyner demektir.)

2) Terörist örgütün propaganda sorumlusu yazar görünümlü ajanı Ekrem Dumanlı Diyarbakır Belediye Bşk Gülten Kışanak'ı arka kapıdan gizli gizli ziyaret etti. Gülten Hanım da bu ajan-militan yazara "sizler aylarca bizi ve partimizi linç eden yalana varan haberler yaptınız, manşetler attınız, sivil üyelerimizin tutuklanmasını meşru gösterdiniz, şimdi ne oldu da beni ziyaret ediyorsunuz?" sorusunu sormadı.

3) Bundan bir yıl önce Cizre'de neden başladığı belli olmayan çatışmalar yaşandı ve bu catismalar bugünlere dek geldi. Cizre polisinin halka gereksiz ve hukuka aykırılık oluşturacak şekilde silah kullandığı ortaya çıktı. Çatışmalarda ondört yaşında bir çocuğa mermi isabet etti, o çocuğumuzu kaybettik. Cizre Emniyet müdürünün F tipi çete üyesi olduğu tespit edilerek bu memur görevden alındı hakkında soruşturma açıldı. Aynı ilçe ve Güneydoğudaki bir çok başka yerde de yüzlerce polis görevden alındı ve yüzlercesinin görev yeri değişti. Amaç devletin halka zulüm uyguladığı görüntüsünün oluşturulmak istenmesiydi. Böylece Pkk'nın sizde devrimci halk savaşının meşrulaştırılması amaçlanmıştı. O olaylar devletin sorumlu memurlara görevden el çektirmesine rağmen bugünlere kadar büyüyerek geldi.

4) 14/08/2014 günü Lice'de Pkk'nın kendi bünyesinde efsaneleştirdiği mensubu Mahsum Korkmaz'ın heykeli dikildi. Jandarma bölgesi olan heykelin dikildiği alanda o uzunlukta bir heykelin kaidesiyle birlikte dikilme işlemi heykel traş arkadaşlarımın söylediğine göre en az üç gün sürermiş.  Söz konusu heykel oraya gökten inmediğine ve en azından bir tırla taşındığına ve vinç kullanıldığına göre bundan bölgedeki görevli jandarma birimlerinin haberdar olmamasına imkan yoktur. Tam bu anda yüzümüzü Mit tırları olayına çevirelim. Bilindiği üzere bazı Jandarma subayları Suriye'ye giden Mit tırlarını silah kullanarak durdurmuştu ve bu olayla ilgili geçen hafta Tümgeneral ve Albay düzeyindeki sorumlulular tutuklandı. Herhalde mesele anlaşılmıştır fakat kısaca yazalım. Cizre'de Pkk'nın başlatacağı sözde halk ayaklanmasının görünürdeki meşruiyet kaynağı olan "F tipi çetenin emniyet kumpasına" ek olarak Mit tırlarını hem ülke içi muhalefete hem Türkiye karşıtı ülke dışı güç odaklarına malzeme eden Jandarma kumpası devletin içinde mevzilenen F tipi çetenin gücünü göstermesi açısından siyaset tarihimizde ibret vesikası olmuştur.

5) Fethullah Gülen örgütü ile ilgili onlarca yazı ve kitap yazan Hikmet Çetinkaya adlı Cumhuriyet yazarı adı geçen gazetenin belli bir aşamaya kadar F tipi çete karşısındaki duruşunu anlatıyordu. Fakat bir gün kendisini F tipi çetenin sivil toplum örgütü listesi altında faaliyet gösteren birimine davet ettiler. O görüşmede ne konuşulduğu, neye karar verildiği bilinmiyor. Ancak somut gerçekler şunlardır; Kemalizmin ideolojik yayın organı Cumhuriyet gazetesi -ki siyaset ve kültür hayatımıza dönem dönem çok önemli katkıları da olmuştur- antikemalist bir liberal solcu olduğu için geçmişte kovduğu Aydın Engin'i Agos gazetesinden Cumhuriyet'teki köşesine geri çağırmıştır. Eş zamanlı olarak yine antikemalist bir liberal Avrupa Birliği solcusu (!) olan Can Dündar Kemalizmin fikri bekçisi olan bu gazeteye GENEL YAYIN YÖNETMENİ yapılmıştır. Ne için? Bir üst maddede açıkladığımız F tipi çetenin Mit tırları kumpasını "teröre destek veren zalim iktidara karşı haklı muhalefet örtüsü altında" meşrulaştırmak, gazetenin yıllarca "bölücü terör örgütü" diye karşı çıktığı Pkk'yı insan, hayvan haklarına ve çevre meselelerine duyarlı, "hatta ekolojik tarım yapan bir özgürlük hareketi" olarak göstermek için...Bknz. Cumhuriyet gazetesinin 01/06/2015 ve devamı tarihli gazeteci Ayşe Yıldırım-Cemil Bayık röportajı.

6) Hrant Dink cinayetinin ilk gününden itibaren "Kardeşimizsin Hrant" adı altında bir araya gelen gelen ve genel itibariyle sol, sosyal demokrat, liberal sol, liberal, Kürtçü, Ermeni soykırımcısı yazar-çizer, edebiyatçı, sanatçı vb bir taife "cinayeti işleyen devlettir" propagandasını ağızlarına pelesenk ederek bu olayı da iktidara yönelik bir muhalefet argümanı olarak kullanmışlardır. Ancak her nasılsa kovuşturulmanın genişletilmesiyle birlikte tutuklanan F tipi çetenin emniyet istihbarat içindeki ajanları Ramazan Akyürek, Ali Fuat Yılmazer ve diğer resmi görevlilerle ilgili tek kelime etmedikleri gibi cinayeti organize edenleri bulmaya yönelik bu yargı girişimini destekleyen de BİR TEK AÇIKLAMA yapmamışlardır. Asla hedef göstermek maksadım yoktur, sadece bilinmesi amacıyla birazdan isimlerini yazacağım "Hrant'ın yalandan kardeşleri olan" SÖZDE AYDIN bir ekip F tipi çetenin basın yayın kolunda kendini heder edercesine faaliyet gösteren "Mehmet Baransu'ya özgürlük" kampanyası başlatmışlardır. Kimdir bu "Mehmet Baransu'ya özgürlük isteyen Hrant'ın yalandan kardeşleri" : Ahmet İnsel, Akın Birdal, Baskın Oran, Erdal Doğan, Fikret Başkaya, İsmail Beşikçi, Mihail Vasiliadis, Şanar Yurdatapan, Temel İskit, Ufuk Uras, Ragıp Zarakolu, Zeynep Tanbay, Hicri İzgören, Alev Er, Ferdan Ergut, Koray Düzgören, Ercan İpekçi, Necati Abay. Bknz. 23/06/2015 tarihli Zaman Gazetesi.

(Bu isimlerin yanında Koray Çalışkan, Nuray Mert, Amberin Zaman, Yasemin Çongar, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu -bakmayın Yeni Şafak'ta olduğuna- Fehmi Koru gibi kişiliklerin yazıp çizdikleri, ifade ettikleri ve savundukları konular yaratılmak istenen sonuçlar göz önüne alındığında belli ki aynı merkezden filiz salmaktadır.)

7) Söz konusu ittifakın yukarıdaki altı bentte izah edilenle sınırlı olmadığını takdir edersiniz. Bu saydıklarım gibi onlarca belki de yüzlerce örnek vardır. Lafı uzatmadan başka bir mecraya geçelim.

B - Bu maddeyi kısa yazacağız. Yukarıda isimlerini saydığımız veya saymadığımız kişilikler solcusu, liberali, Atatürkçüsü, kemalisti, sol liberali, Kürtçüsü, Türkçüsü, İslamcısı Rusya'nın Suriye'de fiili askeri faaliyetleri başlatmasını müteakiben hep bir ağızdan geçmişlerindeki "SÖZDE DEMOKRAT" tavrın aksine bir anda "DİKTATORYEL BİR YÖNETİMİN BAŞI OLAN" Putin'e methiyeler  düzmeye başlamışlardır. Meşruiyet kaynakları Işid'in meşruiyeti olmayan konum ve eylemleridir. Zaten Işid de bunun için vardı, Dünya güçlerinin Ortadoğu'ya yeni büyük akınını meşru kılmak için...

     Malum olduğu üzere TSK'nın sınır ihlali yapan Rus uçağını düşürmesiyle Rusya'dan Türkiye'ye yönelik yapılan açıklamalar ve yaptırımlar aynı zevat tarafından sevinçle karşılanmış hatta mealen "Rusya'nın Türkiye'ye yönelik söz konusu tavrının Erdoğan'ı -aslında TC'yi-  ADAM EDECEĞİ " yönünde savunularda bulunulmuştur.

     Bütün bunları yazmamıza neden olan dört olayı da dikkatlerinize sunarsak taşlar sanıyorum yerine oturur:

1) Selahattin Demirtaş 01/12/2015 günü Abd'ye uçtu. Abd'de bulunduğu esnada Amerikan Dış politikasına yön veren yarı resmi (half-public) Foreign Policy dergisi 2015 yılının en önemli yüz düşünürü listesine Türkiye'den Selahattin Demirtaş'ı seçtiğini duyurdu ve listeye ''meydan okuyucular'' kategorisinde ve ''Erdoğan'ın hayalini yıkan'' tanımlamasıyla girdi. Bknz. 01/12/2015 tarihli Evrensel gazetesi.

2) Demirtaş Abd'den dönmeden evvel bir basın toplantısı düzenledi ve çok ilginç bir açıklama yaptı. Açıklama basına şu şekilde yansıdı : "Demirtaş’tan çarpıcı iddia: MGK’da ‘Türk yurdu Kürtler tarafından ele geçirilecek, engellememiz lazım’ dendi."

     Aynı açıklamada Demirtaş "Kemal Bey’le (Kılıçdaroğlu) daha önceki bir araya gelişlerimizde bu konuyla ilgili görüş alışverişi yapmıştık. İttifaktan bahsetmiyorum ama Kemal Bey’le bir çok konuda hemfikiriz." gibi bir cümleyi de sarfetti. (Hatırlanacağı üzere Kemal Kılıçdaroğlu Tahir Elçi cinayeti sonrası Diyarbakır'da yapmış olduğu basın toplantısında Güneydoğu'da Pkk'nın kazdığı hendeklerle ilgili olarak "umuyorum arkadaşlarımız hendek kazmayı, barikat kurmayı bırakırlar." demişti. Bknz.03/12/2015 tarihli gazeteler.)

3) Abd'de bu olaylar yaşanırken TSK Musul'a yirmibeş adet tank ve dörtyüzü özel komando toplam altı yüz asker sevkediyordu. Yükselen seslerin sahipleri Irak Kürt Federe hükümeti sözcüsü Dizayi'nin açıklamasıyla bir şok yaşadı: "Türkiye buralarda askeri noktada gerekli desteği sundu. Musul'daki askeri kampın genişletilmesi amacıyla bugünlerde Türkiye'den gönderilen askeri uzmanlar ve gerekli askeri malzemeler bölgeye intikal etmiştir." Bknz. 05/12/2015 tarihli ajans haberleri.

4) Türkiye'nin Musul'a asker göndermesine Irak'tan art arda tepkiler gelirken, Irak Meclisi Güvenlik ve Savunma Komitesi Balkanı Hakim el Zamili, Türkiye'nin Irak'ın egemenliğini ihlal ettiğini ve Türkiye'ye karşı Rusya’dan yardım isteyebileceklerini söyledi.Bknz. 06/12/2015 tarihli Sputniknews.com haberi.

5) Irak Başbakanı Ebadi, Türkiye'nin 48 saat içinde askerlerini geri çekmemesi halinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne gitmek de dahil olmak üzere mümkün olan tüm seçeneklerin kullanılacağını açıkladı.Bknz.06/12/2015 tarihli ajans haberleri.

6) Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ndeki Kandil Dağları'nda BBC Türkçe'nin sorularını yanıtlayan PKK lideri ve KCK Eş Başkanı Cemil Bayık, Türkiye'nin Cerablus'a olası müdahalesi durumunda, Türkiye'ye yönelik şiddeti tırmandıracaklarını söyledi. Yani demiş oldu ki; Türkiye Suriye'ye yönelik askeri bir girişimde bulunursa Pkk Türkiye içindeki eylemlerini savaş boyutuna çıkaracaktır. Bknz. 06/12/2015

(Ülkemiz içinde Pkk'yı destekleyenler, hendek kazıp, mayın tuzaklayanlara arkadaş diyenler, Mit tırları deşifrasyonu üzerinden Türkiye'yi zaafa düşürmek isteyenler "Sana ne bundan Cemil Bayık?" diye bir soru sordu mu bilemiyorum. Sormadıkları ve eleştirmedikleri müddetçe bizim gözümüzde TAŞERON'durlar.)

SONUÇ : Ortadoğu yüz yıl sonra Dünya devlerince yeniden paylaşılırken Türkiye Cumhuriyeti ilk kez -geçmişte de defaatle dile getirdiğimiz üzere- hem masada hem de alandadır. Ancak maalesef esas büyük yarayı içeriden alma tehlikesiyle de hala karşı karşıyadır. Yurtsever tavrın galip gelmesi İÇERİMİZDEN YARA VERMEYE ÇALIŞANLARLA MÜCADELE ETMEK'le mümkündür. 1919'larda 1920'lerde mandacılık talebiyle faaliyet gösterenler, ülkesini sırtından vurmaya çabalayanlar o gün nasıl hüsrana uğradılarsa bugün de hüsrana uğrayacaklar ve hala bunun farkında değiller.

19 Eylül 2015 Cumartesi

İNSAN: 'EN ZOR VARLIK'

İnsan zor varlık. Düşünen ve konuşan hayvan dediler ki ne eksik...Tam da Şah Hatayi'nin 'eksiklik kendi özümde' dediği ölçüde bir eksiklik var bu tanımda.
Zorluk insanın kendini maddeleştirmesinden kaynaklı biraz. 'Bizim burada ne işimiz var?' diye sormazsak kendimize, o zorluk arap saçına dönüyor.
Bu soruyu soran bir zata hak dostlarından biri şu cevabı vermiş: 'Cemali görmek kemale ermek için!' Cemal yüz güzelliği manasına gelse de zahiri ve batıni olarak iki hali betimleyen bir kelimedir. Dış ve iç güzellik yani...
Dış güzelliği herkes görür de iç güzelliği kim görür? Hayır, dış güzelliği de herkes göremez. İşte burada estetik, sanat, zerafet kavramları çıkıyor karşımıza. İdrak olunması incelmek ve seyrelmekle mümkün olan kavramlar...Her şey kelimelerin içinde saklıdır zaten. Ancak incelen ve seyrelen kişi görür zahiride cemali. Bir üst mertebeye geçen batınideki cemali görür. Ancak kamil olmayanın gözü nasıl açık olsun? Olgun olmayan, daha öz ifadeyle olmayan kişinin cemali görecek gözü yoktur ki. Yine kelimede duralım bir an için. Kamil olgun demektir dedik. Mükemmel de aynı kelimeden sadır, kusursuz anlamına gelir. İkmal de aynı kelimedendir, eksikliği tamamlamak anlamındadır. Bu kelimeden gelen en değerli bir diğer kelime ise tekamüldür. Olgunlaşmak demektir ve diğer manası da evrimdir (evrilmek).
İnsan sosyal bir 'zor varlık' olarak toplumsallastığı ölçüde daha da zor hale geliyor, Şah Hatayi'nin bahsettiği özdeki eksikliği gidermek imkansızlaşıyor. Çünkü işin içine diğer insanlarla birlikte üretmek ve tüketmek giriyor. Ölümlü olduğunu unutuyor insan, maddeleşiyor. Malik sıfatını haiz görüyor kendine. Mülke malik olmak zehrini içiyor. İçtikce de yalnızlaşıyor, hem çevreye hem kendine yabancılaşıyor. Sanayi kapitalizminin insanı için bu tespiti yapmıştı Karl Marks: 'Kapitalizm insanı yabancılaştırır.' Yani insanı bir diğerinin rakibi, düşmanı, ötekisi yapar. Şimdi can alıcı soruyu soralım, bir mülke malik olan kişi onun maliki mi oluyor yoksa mülkü mü? Meselenin diğer sorunsalı kişi mülkü olan düzende mülkiyeti olmayanın halidir. Mülkü olan (maddi zenginliği olan) mülkü olmayanın üzerinde mecburen ve doğal olarak üstün olmayacak mıdır? Işte burada kulağımızı Allah'a verelim. Leh'ul mülk diyelim bir an için. Mülk Allah'ındır diyelim.
Politika teorik ve pratik açıdan iki insanın yan yana geldiğinde menfaatlerini korumak maksadıyla kullandıkları bir araç olarak ortaya çıkmıştır. Kuramsallığı bu zemine oturur. Kısaca yeryüzünde maddi değer anlamında ne varsa onun üleştirilmesini sağlamak amacıyla yapılır. Bu üleştirmede adalet isteyenlerle aslan payını kapmak isteyenlerin tarih boyu amansız bir mücadelesi vardır. Hak ile haksızın mücadelesidir bu kavga. Mekke'deki put ve kervan sahipleri ile günümüzün modern kapitalist egemenleri aynı politik safın mensuplarıdır. Peygamber önderliğinde putları yıkan mülksüzler, köleler, gaspedilmiş haklarını arayanlarla modern kapitalist egemenlerin ücretli-ücretsiz köleleri de diğer politik safın mensupları olarak dünya egemenleriyle karşı karşıyadır. Bu gerçeklik yerleşik tarım topluma geçildiğinden beridir hiç değişmedi. İslam dini sosyolojik manasıyla ezilen, sömürülen, baskılanan mülksüzlerin baş kaldırısı ve zaferidir. İran'lı devrimci entelektüel Ali Şeriati'nin Kur'an'dan çıkardığı deyimle mustazafların yani ekonomik, sosyal, kültürel, sosyo-psikolojik açıdan zaafa düşürülüp 'Leh'ul mülk' ilkesine aykırı olarak insan olmaktan kaynaklı tabii hakları gaspedilenlerin egemen mülk sahiplerine karşı zaferidir. Burada İslam'ın sonradan putperest egemenlerce tekrar nasıl kuşatıldığı ve özünden uzaklaştırıldığı meselesine girmeyeceğim, uzun bir konudur. Varmak istediğim yer 'Leh'ul Mülk' ilkesi gereği yeryüzünde adaletli bir üleştirmeyi talep edenlerin rolüdür. Evet bu rol tarihsel devrimcilik açısından hayati önemdedir ve bu rolü layıkınca üstlenenlerin kendi var oluşlarını anlamaları için söz konusu rolün bilincine erişmeleri kesin bir mecburiyet kesbediyor.
İşte o bilinç günümüzün kapitalist tüketim sistemindeki insan olmanın zorluğunu izale etmek anlamında çok büyük önem arzediyor ki bu durum dinin teolojik tarafına dahildir aynı zamanda. Yani ancak hem cemali gören hem de kamil olan kişinin adaletli bir üleştirme talebinde bulunmasını anlamlı olmak ve devamlılığı sağlamak bakımından teşhis ve tespit etmiş oluyoruz. Güzellikleri göremeyen (maddi ve manevi açıdan incelmemiş ve seyrelmemiş olan) ve olgunlaşamamış kişi her safhada bozulma ardından da çürüme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağından onun devrimci olabilmesi de -bence- hakiki müslüman olabilmesi de namümkündür. Meselenin sosyolojik boyutu ile teolojik yani ilahi boyutu iç içedir kısaca. Cemali görüp kemale eren kişi tabiatıyla Allah'a yani hak'ka yaklaşmaktadır ve aynı zamanda bu dünyada adaletin de teminatı olmaktadır. Gerçek bir adaleti hedefleyenler maddi dünyanın egemeni olan zalimlerle savaşırken egemenlerin tabiriyle eşkiyadırlar ve bu savaşı maddede de manada da hakkın yerini bulması için gütmektedirler. Cemali görüp kemale eren bu kişilere 'zahiride eşkiya batınide evliya' demiş bizim kültürümüz. Bu çok yerinde tabiri sahipleniyor ve sonuna dek savunuyoruz.
Leh'ul mülk ilkesine aykırı olarak mülk sahibi zalim egemene karşı savaşırken kendi içinde cemali görüp kemale eren, görünende eşkiya içeride evliya olan tüm hak dostlarına yani insanlık müdafiilerine selam ediyoruz. İnsan soyunun hakikatin sırrına mazhar olma yolundaki zarif yiğitleridir onlar. Muhyi ne de güzel tercüman olmuş bu hale;
Zahid bizi tan eyleme
Hak ismin okur dilimiz,
Sakın efsane söyleme
Hazrete varır yolumuz.
Sayılmayız parmak ile,
Tükenmeyiz kırmak ile.
Taşramızdan sormak ile,
Kimse bilmez ahvalimiz.
Erenlerin çoktur yolu,
Cümlesine dedik beli.
Gören bizi sanır deli,
Usludan yeğdir delimiz.
Muhy-i sana ola himmet,
Aşık ise cana minnet.
Cümle alemlere rahmet,
Saçar şu yoksul elimiz.

9 Eylül 2015 Çarşamba

PKK VE HDP'YE GERÇEKÇİ BAKINCA GÖZÜKENLER

Bay Demirtaş konuşuyor tv'de; barış istemiş hep, öyle diyor.

6-7 Ekim'de milleti sokağa döküp elli beş insanımızın ölümüne kim sebep oldu?

'Halkımız kendi güvenlik tedbirlerini alsın' diyen, yani silahlanin diyen kimdi?

'Sırtımızı Ypg'ye dayıyoruz' diyen eş başkanınız Figen hanım aslında 'sırtımızı Pkk'ya dayıyoruz' dedi bay Demirtaş.

Çünkü Ypg PKK'nın Suriye koludur, Fehman Hüseyin adlı Suriye Kürdü PKK'nın silahlı birimlerinin başındadır, bir numarasıdır ve bu ekip hiç bir zaman barış falan istemedi. Bu ekip kendilerine sözü verilen birleşik Kürdistan için mücadele ediyor.

Selahattin Demirtaş'a sesleniyorum:

Suriye'de Abd desteğiyle püskürtülen Işid'ten ele geçen alanları, Türkiye'de yaratılmak istenen kurtarılmıs özerk bölgelerle birleştirmek istiyorsunuz Selahattin bey.

Yarattığınız vahşet karşısında Türkiye'nin batısında, ortasında, kuzeyinde, güneyinde halkımızı masum Kürt kardeşlerimiz aleyhine kışkırtanlarla perde arkasında el elesiniz. Pkk'nın kanlı eylemlerine karşı sert ve net tavır koyamamanız 'iç savaş' çıkmasını salyalı ağızlarıyla bekleyenleri çok mutlu ediyor. Farkında değil misiniz?

Barış istediğinize inanmak isterdim Selahattin bey. Fakat bu mümkün değil. Silahı karşınıza almadıkça, 'Pkk ipi bazı Dünya güçlerinin elinde olan vahşi, kanlı, katil bir yapıdır' demedikçe Türkiye size inanamaz ve dürüst olmak gerekirse, siz de bunları söyleyemezsiniz zaten.

Neden söyleyemezsiniz biliyor musunuz? 

Çünkü sizi yaratan, partinizi yaratan, geleneğinizi ve düşünme biçiminizi yaratan güç Pkk'dır. Siz deri koltuklu klimalı aracınızda seyahat ederken dağlarda yüzlerce kilometreyi yürüyerek geçen 'milliyetçilik-ulusal kurtuluşculukla kandırılmış eli silahlılara' karşı geldiğiniz anda siyaseten de başka anlamlarda da yok olursunuz bay Demirtaş. 

Dürüst olalım kısaca...
En az zararla çıkmak için her şeyi açık açık konuşup, içimizi dışımızı net biçimde ifade edelim.

Türkiye'den yana olmak nasıl bir tercihse, Türkiye'den yana olmamak da bir tercihtir. Dürüst olun, canımızı yiyin. İnsan düşmanından bile delikanlılık bekliyor, ki sizin hala bir şansınız var. Düşman olmadığınızı gösterebilirsiniz, biraz cesursanız tabii.

Son noktayı koymadan evvel gelin gerçeklere göz atalım biraz da;

1) Salih Müslim yönetmindeki PYD o zamanki Dış işleri bakanı Ahmet Davutoğlu'nun tekliflerini reddetmeyip Suriye'deki Esad muhalefetine destek verseydi ve Işid Irak ve Suriye'de Kürtlerine vahşice saldırmasaydı Pkk silah bırakacaktı, barış gelecekti.

2) Suriye'de Türkiye'nin etki ve koruması dışındaki Kürt bölgesine vahşi Işid çetelerince saldırılması sonucu Pyd ve onun silahlı kolu Ypg'ye uluslararası meşruiyet sağlanması Pkk'nın Türkiye'de süren çözüm görüşmelerinde tavır değiştirmesine neden olmuştur.

3) İşte söz konusu bu atmosferde Pkk'nın amacı ne kadar kurtarabilirse o kadar bölgeyi Suriye ve Irak ile birleştirmek olmuştur, patlayan mayınlar, kurulan pusuların arkasındaki gerçeklik budur. Hdp ve yönetimi de bu işin makyajcısıdır. Selahattin Demirtaş'ın 6-7 Ekim'de ayaklanma çağrısı bu çizgide hayata geçti. TC Abdullah Öcalan kozunu kullanarak o ayaklanma tehlikesini bertaraf etti.

4) Pkk ve sahipleri bir vakıayı hiç anlamadılar; Türkiye Lozan sınırlarından daha fazla küçülemez. Kültürel, ekonomik, siyasi ve tarihi sebepler izin vermez buna.

Ülkeyi kana bulayan Pkk'yı iyi anlamak gerek. 

Murat Karayılan 'Bir savaşın anatomisi' adlı kitabının 394.sayfasında Apo Rusya'dayken Tahran'a gittiğini ve İran'dan yardım istediğini yazıyor. Peki İran ne demiş kendisine:"Şu anda bu kozu kullanmayın.İran son mevzidir.Buna hem İran hem Pkk dikkat etmelidir."  İran'ın Esad'a verdiği destek bu işlerle ilgilidir. Pkk'nın Suriye kolu olan Pyd-Ypg'nin elli yıldır Kürtleri yok sayıp ezen Esad faşizmine tek kurşun sıkmamasının sebebi İran'ın Pkk'ya kol kanat germesiyle, kendi deyişleriyle "son mevzi" görevini icra etmesiyle izah edilebilir.

Hdp'ye egemen olan Kürt sermayesi Türkiye'nin ortadoğu ve petrol politikası karşısındaki uluslararası konsensüsün eline havuç verilmiş işbirlikçisidir. İran'ın nükleer silah konusunda Batı ülkeleri ile anlaşması Pkk'nın silahlı güç olarak söz konusu konsensüsteki yerini belirliyor. Türkiye'deki Kürt halkı yani ezilen Kürt köylü ve işçileri kendilerini Türk güvenlik güçlerinin önüne atan işbirlikçi hainlerden hesap sormazsa yaşanacaklardan sorumlu olur. Bu perspektifin Kürt halkına izah edilmesinde maalesef aksaklıklar yaşanmaktadır.

Abdullah Öcalan çok farklı zamanlarda 'Ben Tc ile savaştığımdan daha fazla Pkk içinde savaştım' demiştir. Hatta Mahir Sayın'ın 1997'de kendisiyle yaptığı ve 'Erkeği öldürmek' adlı kitapta yayınlanan röportajda 'Pkk'nın yüzde doksan kendi içinde savaştığını' dile getirmiştir. Turgut Özal'ın girişimiyle 1993'ten itibaren savaşı bitirmek istemesini şimdi daha iyi anlıyoruz. Çünkü örgüt kontrolünden çıkmış başka kontroller altına girmişti. 'Bir halkı savunmak' adlı kitabı ve İmralı savunmalarındaki satır araları da iyi okunduğunda bu durum çok net görülecektir.

Sözün özü; Türkiye ne Irak ne Suriye'dir. 

Türkiye halkı etnik ve dini kökü ne olursa olsun bir arada yaşamak zorunda olduğunu bilir. Sosyal gen denen şey yüz yıllık devasa bir operasyonla dahi değiştirilemez. Bunu en iyi kavrayanlardan biri hiç şüphesiz ortadoğu satrancında yıllarca oyuncu olmuş ve sonunda Pkk'dan tasfiye edilmiş Abdullah Öcalan'dır. 

Bu ülkeye ve insanına sonsuz güveniyoruz. Kimin şer kimin hayır olduğunu tasnif edecek büyük bir miras var arkamızda. 
İnanıyorum ki bu kara günleri de aşacağız.

3 Eylül 2015 Perşembe

FELSEFENİN DİBİNİ KONUŞUYORUZ O BEBEK CESEDİ ÜZERİNDEN


Kıyıya kuş ölüsü vursa üzülen bir toplumdur bizim toplumumuz. Yıllardır gelen mültecilerin sokaklardaki ağır acıklı durumu, savaşın katlettiği insan fotoğrafları, Pkk'nın çatışma sürecine girmesi sonucu her gün kalkan şehit cenazeleri hep birlikte ülke psikolojisini öyle ince bir köprüye getirdi ki artık "delirme" denen kuyuya düşme an meselesi ve "dalgaların üstünden geçtiği yüzüstü yatan bebek cesedi" milyonlar üzerinde bir patlama duygusu yaratabilecek kuvvette. 
Ölen bebek bir çatışmada yani sonucu az çok öngörülen bir olayda telef olmamış, hayatını savaştan kurtarmak için sonu belirsiz çıktığı yolculukta "gözlerini balıklara yem ederek" ışıklı Bodrum kumsallarına vurmuş. Hatta denebilir ki bu etki Suruç'ta bombayla katledilen gençlerimizin cesetlerinin yarattığı etkiden daha serttir. Zira bebek en temiz, en kutsal, en sevilendir. Bebek hayaldir. Geleceğe mutlu, umutlu, korkusuz bakmanın en sağlam formülüdür. Bir savaşta ölenleri karşı yanda görenler ile kendi ölülerine ağlayanların ortak ağlaşacağı bir mabettir kıyıya vuran bebek cesedi...
Daha bir kaç hafta evveli Manisa'da kamyon kasasında katledilen on üç annemizin ölümü nasıl bir yıkımsa kıyıya vuran bebek ölümü de öyledir belki daha da büyüğüdür. Orada da annelerin geride bıraktıkları al yanaklı köy bebelerine yanmamış mıydık bir yandan?
Zevklerimizin, eğlencemizin sembolü; güneşlenirken buzlu meyve kokteylimizi yudumladığımız çıplak vücutlar podyumu olan Bodrum sahillerine vuran geleceğimiz, umudumuz, cesaretimizdir aslında ve "büyük silkinişler tarihinde" milat olma değeri taşımaktadır sarstığı ruhlarda.
Felsefenin dibini konuşuyoruz güneşlenenlerin ayaklarına vuran bebek cesedi üzerinden. Bebek cesetlerini kullanmış mı oluyoruz? Çok mu pragmatik olduk? Hayır...O bebek tüm insanlığın ayaklarına vurmuştur. Demagoji mi yaptım? Ne fark eder ki...Bir bebek cesedi üzerinden "ben kimim, burada ne yapıyorum" diye kendime sorular soruyor ve bu halin bir çok insanda husule geldiğini görüyorsam burada artık felsefe vardır. Bizden önce neler söylenmiş, elbette oraya da gideriz ancak ben bizim kelimelerimizle bizim içsel çelişkilerimizi, bizi bizce konuşalım istiyorum. 

Siz şimdi kalkıp "zaten bu dünya sonlu, neyin peşindesin" derseniz bu tartışma ben kimim sorusuna vermeye çalıştığımız cevabı kolaylaştırır ve gerçeğe dönersek "nasıl olsa sonu olan, nasıl olsa yalan olan, nasıl olsa sınav alanı olan bu dünyada böyle şeylere çok da takmak gerekmez." derseniz bu felsefenin de önünü kapatır, üstüne üstlük de acılar denizinde baştan mağlubiyetin gerekçesi olur. Galibiyet mümkün mü? Değil demek bunları konuşmaya engel değil. Konuşmaya devam edelim...
Önce konuştuk, sonra mı düşündük...Önce düşündük sonra mı konuştuk...Başka tartışmalar, girmiyorum. Velhasılı mağlubiyeti baştan kabullenmek -ki adına yanlış biçimde tevekkül denmiştir, tevekkül benim nazarımda dinlenme ve dolma sürecidir- sonu 'prizmanın öbür köşesinden bakılırsa' hiççilik olur. Felsefenin cilvesi olarak görüyorum bu paradoksu. Neden, çünkü insan yaşamaya devam etmektedir. Çünkü insanın yaşamaya devam ettiği bir fanusta -bu dünya bir fanustur ve esas bunun değişmesine imkan yoktur belki de, konuşmak gerek- yani sınırlı olan zeminde sınırlı olan günlük dertlerine çözüm bulma mecburiyeti vardır. Çelişki elbette öleceğini bilmektir ama ölüm anına dek yaşamakta olan ve tamamen yaşamaya kodlu bir canlıdan bahsediyoruz. Akıllı bir canlıdan...Dinen eşrefi mahluktan...
Öze dönersek din de dinselliğin dışında olan ve ona aykırı gözüken de -aykırı gözüken ancak gözüktüğünü sanmaktır, aslında içindedir- yaşamın göbeğindeki bir zorunluluğu bize çok sarih gösteriyor: "Devrimci olmak. O devrimciliği yeri geldi mi evrimciliğe indirmeyi bilmek ve yeri geldi mi tekrar devrimcileşmek." Peygamberimiz bu yüzden devrimcidir. Hatta bencileyin en büyük devrimcidir. Ali Şeriati'nin derdi bu oldu ömrü boyunca, Resullullah'ın devrimciliğini anlatmak...Şimdi çok uzadı, ben de adliyede işleri olan nispeten daha özgür bir tutsak olarak son cümleye geleyim; bunca maddi, fiziki ve içsel çelişki karşısında -belki de hiç bir şey çelişkili değil, bilmediğimiz daha kutsal yüce bir ereğin taşı her bir şey- bilincim bana tek çarenin dayanışmadan geçtiğini anlatıyor. Dayanışmanın en içkin hem de en aşkın hali aşk oluyor ve aşık olan da her zaman devrimcidir. Arife tarif gerekmez ve okuyan, dinleyen, göreni her zaman okunandan, dinlenenden, görünenden arif olarak görmeye mütemayilim. Nimri Dede yardım etsin bana:

"ben de bir zamanlar baktım bakıldım
nice yıllar bir kemende takıldım
o aşkı mecazla yandım yakıldım
közde ben bir insan olmaya geldim."

Her dizesini mükerreren nakşedelim özümüze. Ki o nakış var olanın üstüne oturacaktır, aynını bulacaktır.

1 Ağustos 2015 Cumartesi

TARİHTEN BUGÜNE AYKIRI BAKMAK



Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı Devleti'nin devamıdır. Kimse ucuz yalanlarla birbirini kandırmasın. Bu devamlılığı doğru konuşmak gerekir.

Devamlılık bizim dışa bağımlılığımızın tarihiyle eş güdümlü, eş anlamlıdır.

3.Selim ile başlayıp 2.Mahmud ile doruk noktasına erişerek devam eden Batı tipi modernleşme çalışmalarına iyi bakılırsa, 1924 sonrasındaki tasarruflarında hepimizin eleştirecek yanlar bulduğu Mustafa Kemal Paşa'ya ve ekibine yöneltilen eleştirilerin aynı zamanda 3.Selim ve 2.Mahmud'u muhatap alması gerekir.

2.Mahmud Osmanlı Devleti'nin sınırlarını üç kıtaya yaymış orduyu tasfiye etmiştir. Yerine kurulan ordu okullarına Alman, Ingiliz, Fransız subay eğitmenler getirilmiştir. Suat Parlar "Bayraksız İstila" adlı çok önemli yapıtında bu gerçekleri alabildiğine derinlemesine inceledi. Müthiş bir kaynaktır. Fransız devriminin bir çok kurumu devlet örgütü içinde ihdas edilmeye başlandığı gibi dönemin sanat ve kültür üzerindeki etkisi yabancı hayranlığı hastalığımızı provoke etmiş ve münevverimizi de içeriksiz bir batılılaşma prosesinin öznesi haline getirmiştir. Ortaya melez ve karakterini bulamamış aydın tipi çıkmıştır. Yapılan faydalı şeyler yok mudur? Vardır elbette. Fakat olumlu şeyler var diye olumsuzlara gözümüzü kaparsak Türkiye'nin bugününü anlamakta zorluk çekeriz. Tarihçi değiliz ancak okuyup bildiklerimizi tartmak, özgür bir kafa ve bakışla yorumlamak imkanına sahibiz. Bu itibarla şunu söylersek sanırım doğru olur; devlet kurumlarımızın, bilhassa Ordumuzun, hariciyemizin, maliyemizin ve aynı zamanda münevverimizin yani aydınımızın -topluma yön verecek olanın- Batı güçlerince ele geçirilme tarihi öyle yüz yıl falan değildir. Bunu iyi tespit etmeliyiz ve oradaki mecburiyeti de görmeliyiz. (Zira Kanuni sonrası dönem gerçekten de gerileme dönemidir. Doğu Batı mücadelesinde Doğu geriye düşmüştür. Bunun sebeplerini ayrıca konuşmak gerekir.) Mecburiyet gelişmiş olanı iktibas etmektir ve 3.Selim ile başlayan süreç bu süreçtir.

Devlet şeması içinde daha az zaptedilen veya daha az sızılan kurumlar da vardır. Milli Istihbarat Teşkilatı’nın öncülü olan Teşkilatı mahsusa adlı istihbarat ve operasyon örgütü bunların başında geliyor bana göre, ki bence fedai akıncı geleneğimize dayanmaktadır. 2.Abdulhamit'in hafiye teşkilatı ile daha sonra İstanbul'un işgali esnasında efsaneleşen Karakol örgütü, Trablus, Filistin, Hicaz ve Doğu Anadolu'da inanılmaz fedakâr faaliyetler yürütmüş Teşkilatı Mahsusa teşkilatı bahsettiğimiz bozulma ve ele geçirilmeden en az payı alan yapılardır.

Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrası Libya devletinin başında bulunan yapı da eski teşkilatı mahsusa mensuplarınca kurulmuştur. Burada Senusiler'e ve onların tarihi lideri teskilatı mahsusa mensubu savaşçı halk önderi Ahmet Es-Senusi'ye değinmek yerinde olur. Hiç yorum katmadan Vikipedia'daki bilgiyi verelim:

Ahmed eş-Şerif es-Senusi (1873, el-Cegbub-10 Mart 1933, Mekke), Afrika'da sömürgeciİngiliz, Fransız ve İtalyan güçlerine karşı direnen dinsel hareket Senusiyenin önderi.

Senusiyenin kurucusu Sidi Muhammed bin Ali es-Senusi'nin torunuydu. Hareketin önderliğini yürüten amcası Muhammed el-Mehdi'nin (1844-1902) gözetiminde öğrenim gördü. Onun ölmesi üzerine Senusiyenin başına geçti. Orta Afrika'yı işgal eden Fransızlar karşı yıllarca süren bir savaş başlattı. Modern silahlarla donatılmış Fransız askerlerine yenilince Orta Afrika üzerindeki egemenliğini yitirdi (1909). İtalya, Libya topraklarını işgale başlayınca Ahmed eş şerif bu kez de İtalyanlarla savaşa girdi (1911). Bu savaş sırasında ilk kez, yayımladığı beyannameleri “el-Hükumetü's-Senusiyeti'l-Celile” adıyla imzalamaya başladı. Böylece Senusiye hareketini ilk kez bir devlet olarak ilan etmiş oluyordu. I. Dünya Savaşı'nda Mısır'ı işgal eden İngilizlere karşı başlattığı (1915) savaş Senusilerin büyük kayıplar vermesine yol açtı. 1916'da Senusiyenin fiili önderliğini Muhammed el-İdris üstlendi.

Ahmed eş-Şerif, I. Dünya Savaşı'nın sonunda V. Mehmed'in çağrısı üzerine İstanbul'a gitti. Burada İslamcı çevrelerin etkisinde kaldı.Sivas'ta düzenlenen bir İslam kongresine başkanlık etti. Senusi ailesinin en önemli üyelerinden biri olarak, Mustafa Kemal Paşa tarafından Büyük Millet Meclisi'ne davet edildi. Mustafa Kemal'in büyük bir övgüyle söz ettiği Ahmed Şerif Senusi, Anadolu'da halkın Milli Mücadele'ye katılması için vaazlar verdi.

Türkiye'den ayrıldıktan sonra Şam'a gitti. Fransızların Şam'ı terk etmesini istemeleri üzerine Filistin'e, oradan da Mekke'ye giderek dedesinin Ebu Kubays Dağında açtığı zaviyeye yerleşti ve son yıllarını burada geçirdi."

Yine birinci Dünya savaşı sonrası Suriye'de ihtilal yaparak yönetimi eline geçiren Hama'lı Türk bir baba ile Kürt bir annenin çocuğu Edip Çiçekli ve ailesi de teşkilatı mahsusa geleneğinin parçasıdır. Vikipedia'da söyle anlatılıyor:  "Edip Çiçekli (1909, Hama - 27 Eylül 1964,Brezilya), Aralık 1949'da düzenlediği bir darbeyle başa geçen ve 1954'te iktidardan düşürülünceye değin ülkeyi yöneten Suriyeli subay.

Edip Çiçekli, 1909 yılında Hama'da Kürt bir ailede dünyaya geldi. Suriye'de Fransız egemenliğine karşı sürdürülen milliyetçi mücadele içinde yer alan Çiçekli, II. Dünya Savaşı'ndan sonra Suriye ile Irak'ın siyasal birliğini savunan akımlara karşı çıktı. Aralık 1949'da birleşme olasılığı ortaya çıkınca bir darbeyle yönetimi ele geçirdi."

Irak'ta yıllarca tek adam olan Saddam Hüseyin'in subay olan bir amcası da teşkilatı mahsusa mensubudur.

Ürdün Kralı Hüseyin'in eşi yani şimdiki Kralın annesi Çerkez'dir ve Kurtulus savasşı sırasında vatan haini ilan edilen Çerkez Ethem bey ve abisi Yunanistan'a kaçtıktan sonra uzun zaman Ürdün'deki Çerkez akrabalarının yanında yaşamışlardır. Hatta dönemin Mah'ı (Mit'i) Ethem Bey'in Mustafa Kemal Pasa'ya Ürdün'de bir komplo hazırladığını, bir suikast timi oluşturulduğunu istihbar etmiştir. Hatırladığım kadarıyla o istihbarat Mah'ın Ürdün'de bulunan Çerkez ajanları tarafından Ankara'ya iletilmişti. Bu hadiseye Nurer Uğurlu'nun Çerkez Ethem beyi anlattığı kitabında yer verilmiş olup, olay kesin olarak doğrudur.

Liste uzar gider...

Geleceğim yer şurasıdır; uzunca bir süredir Türkiye'nin Katar'la ilişkisini sertçe eleştiren arkadaşlar Senusi Şeyhi Ahmet Es-Senusi'yi Ankara'daki millet meclisine davet ederek onu büyük payeyle şereflendirmiş , ülkenin çeşitli yerlerinde ona vaazlar verdirmiş Cumhuriyetin kurucu kadrolarını ve onun liderini de bu " yobaz, gerici tarikat ve halk önderi !!! "  ile münasebeti üzerinden eleştiriyorlar mı? Ben hiç rastlamadım.

Devamla, konuyu neticelendirmek istersek bir gerçeği daha vurgulamaya mecburuz. Türkiye bölgedeki en uzun ve günümüze en yakın Dünya imparatorluğu'nun mirasçısı sıfatıyla "3.Selimle başlayıp Nato'ya üyeliğimizle son aşamasına geçilmiş Batının hegemonyasının mağduru bir ülke" olarak bu tarihi gerçekler karşısında bazı bağımsız hamleler geliştirebiliyorsa, elbette yurtsever kişinin bu hamleleri desteklemesi icap eder.

Bu tavır kendisinden hiç hoşlanmadığımız Süleyman Demirel'in Türkiye'nin sanayi kalkınma hamlelerinde mihenk taşı olan Iskenderun Demir Çelik, Aliağa Rafineri ve Seydişehir Aliminyum fabrikasını Nato üyesi olmamıza rağmen Sovyetlere yaptırmasını desteklemekle paralel bir tavırdır. Nitekim Türkiye Devleti  enerjide dışa bağımlılığı sonlandıracak Nükleer Reaktörleri aynen Süleyman Demirel'in 1965'lerde yaptığı gibi Ruslara yaptırmaktadır. Ne demeli buna? Eleştirenler kararlarını vermeliler, Türkiye'ye  gerici yobaz Katar mı yoksa Nato dışı, totaliter, demokrasiden uzak Rusya mı hakim? Yalnız "bir ihtimal daha var" şarkısını da unutmasın bu eleştiriciler, belki de ilk kez bağımsız hareket kabiliyeti bu kadar artmıştır ülkemizde. Ne dersiniz?

27 Temmuz 2015 Pazartesi

IŞİD VE PKK'YA DÜZENLENEN OPERASYONLARIN KRİTİĞİ

Türkiye kazanmıştır. Abd'ye güvenli bölge tezini kabul ettirmiştir. Barzani petrolü Türkiye'den akmaya devam edecektir. Barzani zaten bu durumdan hiç caymadı, ABD ihtar ederken de petrolü TC hudutlarına pompalamaya devam etti. Hatta açılmayan kuyulardan ciddi bir kısmında Tc ile işbirliği sözkonusudur. (Karşılığında Irak Kürdistan'inda Barzani karşısındaki grupların kuvvetlendirilmeye başlandığını unutmayalım.) Bir kazanan da Barzani ve toplumudur. Israil'in etkisi zayıflamıştır. Işid bu andan itibaren gerileme sürecine girecektir.
İkinci hususa gelisek; Türkiye'nin ilk kez kendi ürettiği silah ve mühimmati sıcak çatışmada kullandığını Dünya'ya göstermesi yeryüzünde ben de varım demek bakımından çok önemlidir. Uzun menzil roket-füze çalışmaları bittiğinde Türk ordusunun teçhiz işi çok büyük oranda milli üretim olacaktır. Bu aynı zamanda şu anlama gelir; Türkiye bütçesinin ciddi bir kısmı içerde kalacaktır.
Olaylara bu açıdan bakılmasını engellemeye çalışan sözde aydın-gazeteci-yazar çizer'in ve emperyalizme yandan destek sahte solcuların başarmak istediği atmosfer Türkiye halkına sirayet edemiyor. Bunu da iyi tespit etmek icap eder.
Eğer Kürt halkı Pkk'ya destek vermezse Pkk yalnızlasacak ve Barış sürecine çok hızlı gelecektir. Maalesef o safhaya geçilene kadar acılar çekeceğiz. Pkk umarım çatışmayı körüklemekten vazgeçer ve askeri güçlerini bir an evvel çeker. Tek beklentimiz bunu yapmaları halinde Kürtlerin önünün açılacağını görmeleridir. Zira Kürt halkının bu safhadan sonra yok edilme ya da asimile olma tehlikesi yoktur. O halde var olan çatışmanın sürdülmesi kimin işine yarar? Buyrun hep beraber düşünelim.
Suriye'ye dönersek;
Salih Müslim Esad yönetimine yeşil ışık yakmış. Talimat öyledir.
Ortada Işid belası yokken TC ile birlikte hareket etmeyi reddedip, Ypg askeri sorumlusu Polat Can'ın bir ifadesinde belirttiği üzere koalisyon güçleriyle hareket etmişlerdir.
Uyardık arkadaşları hep, "Bu durum Kürtlerin başını yer." dedik. Barzani nasıl TC ile birlikte hareket ediyorsa çözüm meselesinin karşı tarafı olan Kandil'in de bu davranışı göstermesi gerekirdi. Ypg'ye bu politikayı dayatması herkesin lehine olacaktı. Yapmadılar. Londra-Washington-Bruksel-Berlin hattında rol almayı tercih ettiler. Silahlı birliklerin başındaki Suriye Kürdü Fehman Hüseyin'lerin stratejisine uyulması Kürt'lere zarar verir dedik. Bu şeytanlar sadece kullanıp atarlar dedik. Inanmadiniz.
Noldu?
Ortaklık yaptığınızı zannedikleriniz kendi pazarlığı için sizi kullanıp işi bitince de sattı.
Olan kime oldu?
Olan 6-7 Ekimde ölen elli beş kardeşimize, Suruç'ta katledilen zavallı çocuklarımıza, şehit olan polislerimize, askerlerimize ve tümünün ailelerine oldu.
Ne geçti elinize? Kürt halkı lehine düşe kalka giden kazanımları ağzınıza çalınan bir kaşık bala kanarak harcadınız.
Sözde başkanları Apo için "Tc'ye teslim oldu" diye fısıltı gazetesini çalıştıranlar ortada kalmıştır.
Herkese yazık oldu. Umarız acılar çoğalmaz diye bitirmek isterdim ancak bir acı haber geldi. Muş Malazgirt Jandarma Komutanı Binbaşı Aslan Kulaksız şehit olmuş. Allah rahmet eylesin. Bu eylemlerin Kürtlere zarar verdiğini ne zaman görecekler dersiniz?

9 Temmuz 2015 Perşembe

BİRAZ DA KENDİMİZİ ANLATALIM



Babamın dedesi merhum İsa Gider'in doğum yeri Filibe yakınlarındaki Yeniköy adlı kasaba. İki sene evvel arabayla gerçekleştirdiğimiz Balkan seyahatinden dönüş yolunda, Bulgaristan'dan geçerken Plovdiv'in (Filibe'nin) içine girip Yeniköy'ü sordum. Bulgarlar'a anlatamadım derdimi. Sonra bir dönerci gördüm, Türk olduğunu tahmin ederek içeri girdim. Selamınaleyküm deyince tebessümle aleykümselam dediler. Anlattım durumu. Nereyi sorduğumu uzun uğraşlar sonunda buldular. Tarif ettiler. Etrafı dikkatle izleyerek tarif edilen yere doğru sürdüm aracı. Şehrin on kilometre dışında bir beldeydi Yeniköy, yanılmıyorsam Bulgarca ismi Nevazaliv'di. Meşhur Osmanlı-Rus '93 harbinden önce Türk köyü olan bu yere göçten sonra Bulgar'lar doldurulmuş. Çünkü savaşın kaybedilmesiyle tüm köy Anavatan'a, Anadolu'ya göçmüş. İsa dedemiz bir yaşındaymış yola çıkıldığında. Önce Gelibolu'ya yerleşmişler, bir müddet sonra da Biga'nın Çan tarafında bulunan Sarıkaya köyüne.

İsa Gider bir imam. Hafız. Fatih medresesinde İslam eğitimi almış. Birinci Dünya savaşı çıkınca Filistin ve Yemen cephesinde savaşmış. Kurtuluş savaşında Yunan ordularını vuran çetelerin birinde komutanmış. Herhalde savaş tecrübesi sebebiyle... Babam yaşlılığında kendisini hamama götürünce görmüş vücudundaki mermi ve şarapnel izlerini. O vakte kadar onları dahi saklamış. Haksızlığa tahammülsüz, biraz asabi ve kayıtsız şartsız dürüstlüğüyle bilinen bir kişiymiş.

Savaş bitince Biga Bademlik Camii'nde başladığı imamlık görevini ölene dek sürdürmüş. Iki oğlunu, yani dedemi ve kardeşini okutmuş. Kızını, yani babamın halasını da...Başını kapatmamış kızının. O tercihi kendisine bırakmış. Oğlu, yani dedem sosyalist düşünceye inanmış. Şairliği sebebiyle o dönemin efsane şairi Nazım Hikmet'ten çok etkilenmiş. İsa dede oğluna da asla müdahale etmemiş. Çünkü dedemin sosyalizmi halkının gelenek-görenek-kültürüne, dinine, tarihine aykırı değilmiş.

Bu mübarek adam, İsa dede biz doğmadan vefat etmiş. Hayatını babamdan, tanıyanlardan defalarca dinledim.

Dedem Bedri Gider de ben doğmadan vefat etmiş. Şair-yazar, gazeteci aydın bir kişi... Yazar gazeteci dedikse öyle düzen gazetelerinde değil, kendi çabasıyla çıkardığı yerel bölge gazetelerinde... Düzen içindeki ana akım gazeteler, dergilerin kapıları ona kapalı kalmış hep. Düzene karşı birine uygulanageldiği üzere...

Babam 1968'de İstanbul Hukuk öğrencisi... O da hem babasından öğrendikleriyle hem de dönemin politik hareketliliği içinde sosyalist düşünceyi benimsemiş. Anti emperyalist, milli ve tam bağımsızlıkçı düşünceden sosyalizme varmış bir kuşaktır 1968 kuşağı. Kendilerine İkinci Kuvayı Milliyeciler diyen bir kuşak...

O kuşağın tarihimizin ve kültürümüzün sembolü ay yıldızlı bayrağımızla, Ulusal Kurtuluş tarihimizle bir çelişkisi yoktur. Mustafa Kemal Paşa'nın bazı yanlışlarını farketmiş olmalarına rağmen onu Ulusal Kurtuluş savaşımızın komutanı olarak hak ettiği yere koymuşlar ve asla tabulaştırmamışlar, yürüyüşlerinde her zaman Türk bayrakları sallamışlardır. O dönem başlayan yabancı marksist kaynakların çevirileri karşısında millici duruşlarıyla yönünü bulmaya çalışmış bir kuşağın mensuplarıdır '68'liler. Elbette '68'liler ses getirmeye başladıkça karanlık tünellerin sahipleri şah damarlarına çökmüştür onların da...

Bu arayış neticesinde babam dönemin ve öncesinin diğer tüm sosyalist düşünürlerince tecrit edilmiş, yok sayılmış, yirmi iki sene hapislik hayatını kendi çapında bir üniversiteye çevirmiş olan Dr.Hikmet Kıvılcımlı'yı bulmuş. Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın sosyalist çizgi içinde iki önemli özelliği vardır. Birincisi Sovyet tahakkümündeki gizli TKP'den yıllar evvel kopmuştur ve Batı emperyalizmine nasıl karşıysa Sovyet Rus yayılmacılığına da öyle karşı koymuştur. İkinci özelliğiyse diğer sol düşünürlerin Batı şablonculuğu ve tercüme odalarından çıkmış ezberciliği karşısında yüzünü Anadolu'ya, Doğu'ya, Türk'e, Arab'a, Kürt'e ve İslam'a dönmüş olmasıdır. Babam da doğal olarak  kendi toplumsal ve kişisel özelliklerine aykırı olan ülkemiz açısından suni gözüken diğer marksist çizgilere değil, ailesinden öğrendiklerine paralel şekilde Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın düşüncelerine gönül vermiş. Dr.Hikmet'in her söylediğinin doğru sayılmak zorunda olmadığını söyleyecek kadar da özgür düşünceli biri olarak...

Kimdir Dr.Hikmet? Merak eden bağımsız kaynaklardan araştırır. Hakkında yeterince bilgiye kolayca erişilebilir. En önemli düşüncesi "Tarih tezi'dir." O öldükten sonra ortaya çıkan yeni bilgilerle tahkim edilemediği için bugün bazı eksikleri var gibi gözükse de, Dr.Hikmet'in düşüncesi Anadolu'nun düşüncesidir, Ortadoğu'nun düşüncesidir, Asya'nın, Afrika'nın düşüncesidir. Sosyalist cephede bir ayrık otudur Dr.Hikmet... 1950'lerde Eyüp Sultan Camii'nin bahçesinde megafonla yaptığı konuşma sebebiyle hakkında "dini politikaya alet etmekten" dava açılan ve bu yüzden tutuklanan bir sosyalist'tir. O konuşma Kuran'dan bir ayetle başlar: "Leyse lil insane illâ mâ seâ." Yani:"İnsan için, çalışmaktan, emekten başka her şey yalandır."

Bugün Ali Şeriati'nin bir cümlesini paylaştım. Ne demiş Şeriati:  "Allah'ım; toplumuma sana gelen yolun yeryüzünden geçtiğini öğret." Ne var yeryüzünde? En temel iki şey, üretmek ve tüketmek..."Çalışmak ibadettir" diyen İslam peygamberi, insanın yapacağı en önemli işin üretmek olduğunu söylüyor. İslam dini "çalışın" diyor. Çünkü üretmeyen yaşayamaz, başkasının ürettiğine bağımlı olur ve aslında köle olur. İşte düşüncemizin kökünde olanlar...

Tek başına bir ağaçtır uzakta Dr.Hikmet... Aynen Cemil Meriç gibi...İslami düşünce içindeki Nurullah Topçu gibi... İran'daki Ali Şeriati gibi...Duzenin Yabancılaşması adlı kitabıyla tüm fikri damarları dumura uğratan İdris Küçükömer gibi...Kimseyi diğeriyle mukayese etme niyetinde değilim. Sakın yanlış anlaşılmasın. Bu düşünürler birbirilerinden habersiz birbirlerini tamamlayan fikirlerin yaratıcılarıdır. Birinde eksik, yanlış ya da çelişik görüneni diğeri düzeltebilir özelliktedir.

 (Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın Osmanlı'nın tarih maddesi, Fetih ve Medeniyet, Allah-kitap-peygamber, Dinin Türk Toplumuna etkileri, İlkel kapitalizmin ilk örneği:İngiltere, Son örneği: Japonya ve Kuran tefsiri adlı eserlerinin muhakkak okunması gerekir ki müellif anlaşılsın.)

İdeolojik yahut dogmatik miyiz?...Asla...Özgürce bakıyoruz. Özgürce düşünüyoruz. Hiç bir ideolojiyi dogma, hiç bir dogmayı da ideoloji haline getirmiyoruz. Getirmemeliyiz. Çünkü değişen sosyal koşulların hızını hele bilgisayar çağında çok daha net tespit edebilecek durumdayız. Küresel bir düzenin içindeyiz. Amerika kıtasında kanat çırpan bir kelebeğin etkisinin coğrafyamızda, coğrafyamızdaki bir sesin yankısının Afrika'da sonuçlar doğurduğunu biliyoruz.

Bana gelince; kendimi tarif için anne ailemden de bahsetmem icap eder kısaca.

Anam Urfa'lı bir toprak ağasının kızıdır. Saray yavrusu bir konakta mürebbiyelerle büyümüş babası Arap, annesi Kürt bir kişi...

Dedem asilzade bir ailenin dağılan topraklarını elinde tutmaya çalışan ve o toprak mücadelesinin kanser edip öldürdüğü döneminin ilerisinde bir adam...Urfa ilinin 1960'lardaki şartlarında eve her gün üç gazete alan, çocuklarını okutan bir ağa.

Anneannem Suruç'lu bir Kürt beyinin dünya güzeli mercan yeşili gözlü kızı...O Kürt beyi ki, Fransız işgalinde aşiretiyle birlikte düşmana karşı büyük bir mücadele vermiş...

Çok ayrıntıya girmeden neden bunları yazdığımı anlatayım. Çünkü beni oluşturan şeylerdir bunlar. Çocukluğumuzdan bu yana yaşadıklarımız, tecrübelerimiz, şahit olduklarımız oluşturuyor bizi çünkü.

Kendimizi bilmeye başladığımız ilk zamanlardan itibaren ailemiz bizleri hem Urfa'ya hem Biga'ya götürdü yaz tatillerinde. Akrabalık ilişkilerimiz bu sebeple çok kuvvetli oldu. Geniş ailenin güzelliğini öğrendik. Bunları öğrenirken başka şeylere de şahit olduk. Örneğin 1990'larda G.Doğu'daki faili meçhullere...Muhsin Melik sokak ortasında öldürülmüştü, hiç unutmam. Sokağa çıkmamıza izin verilmiyordu. Örneğin şehrin caddelerinde Kürtçe konuşmanın tehlikeli olduğu günlere şahittik...Örneğin başındaki poşuyla şehre inemeyenlere...Örneğin onbinlerce dönüm toprağa sahip ailelere...O ailelerden bazılarının her zaman mecliste vekil oluşuna...Topraksız köylünün kölelik derecesindeki yaşantısına...Gerçek fukaralığa...

Bunlara şahit olurken bir çok güzelliği de gördük.

Doğu illerimizdeki aşiretçiliğin sosyal taraflarını tattık. Dayanışmayı ve bir vücudun hareketindeki senkronizasyonu gördük o geniş aile birlikteliklerinde...Bölgedeki toplumsal yapıyı ortaçağ Avrupa'sındaki feodalite sanan ve bu ölçülere göre analiz yapan Batı'lı ve Batı'cı sol aydınların nasıl da bu topraklardan uzak oluşunu tespit ettik.

O zaman babam vasıtasıyla öğrendiğim Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın tahlilleri de yerli yerine oturmaya başladı. Gerisinde göçebe toplum özellikleri olan aşiret yapılarının çok sonra Avrupa'ya çıktığımda gördüğüm Avrupa feodalitesiyle birbirine hiç benzemediğini anladım.

Peki bu kadar farklılık karşısında bazıları neden Avrupa'nın sosyal gelişimini ve orada ortaya çıkan çözümleri ülkemiz için reçete ediyordu önümüze?

Lise yıllarından itibaren içinde bulunduğum sol yapılarla aramda gün be gün büyüyen bir çelişki vardı. Bir kere içinde bulunduğum sol yapılar bayrağımıza, hepimizin simgesine karşı idiler. Neymiş, o bayrak burjuvazinin bayrağıymış...İyi de bizim tarihimizde burjuvazi yoktu ki... Bizim burjuva devlet eliyle büyütülmeye çalışılan bir sınıftı ve o bayrağı onlar değil, bu topraklarda yaşayan halklar yaratmışlardı. Tartışmalarda sorardım, "Arkadaşlar bakın Pakistan, Tunus, Cezayir bayrağında da ay yıldız var, o bayrakları da mı bizim burjuvazi üretti?" diye. Kendi tarihine, kendi genetiğine bu kadar yabancı bir düşünce sol olamazdı. Ya da ben bu solculardan değildim. Benim babamdan öğrendiğim , babamın babasından öğrendiği bu değildi. Ve bunun gibi bir çok örnek... Bu tartışmalarda milliyetçi, gerici, Osmanlıcı, Kemalist şeklinde hitap edenler olurdu bana. Kavgaya vardığı bile olurdu sonu bazen.

Lenin önemli olabilirdi, Marks önemli olabilirdi, o şu bu...Fakat onlar buralı değillerdi ve kıt bilgimle görüyordum ki dile getirdikleri kendi toplumsal koşullarına göre yazılmış şeylerdi. Evrensele ulaşmak farklı sosyal katmanları, ehramları içinde kat kat barındıran bir toplumda nasıl mümkün olacaktı?

Avrupa Hristiyanlığı, yani katolizmi ile İslam nasıl aynı görülebilirdi, nasıl aynı yargılarla mahkum edilebilirdi?

Esasında farkına vardığım gerçek şuydu; bizde bir çok olumsuz şey olumlu şeyle iç içeydi. Olumsuzu yok etmeye kalkan arada olumluyu da yok ediyordu hoyratça ve toplum olumlu olana sahip çıkmak için mecburen olumsuzu da savunur hale geliyordu. Böylece sol çizgi git gide küçülüyor, üzerindeki büyük operasyonun da sonucu olarak maalesef bir iktidar hedefinden ziyade kullanılan bir öğe haline getiriliyordu. Bunun sebeplerini sonra sonra anlamaya başladım. Yaşadıkça, okudukça, gördükçe... Bu yazının konusu değil, o sebeple derinine girmeyeceğim.

Anlatılacak şey çok...Ayrıntı çok...Tartışılacak dağ gibi konu var önümüzde.

O yüzden diyorum ki kendime, her şeyi en baştan konuşmalıyız. Bize gösterilenleri sorgusuz sualsiz kabullenmemeli, meselelerin gerçek gerekçelerini el birliğiyle bulup çıkarmalıyız.

Aklıma geldi diye söyleyeyim; örneğin demokrasinin gelişimi... Kafası o veya bu düşünce tarafından esir alınmış bir kimse hakiki bir demokrasiyi inşa edebilir mi? Özgürce bakamayan, yeryüzü güçlerinin çıkarları için yaptığı kirli operasyonlardan kendini kurtaramayan, bir başka deyişle kısaca bağımsız olamayan insanların demokrasi adlı flu erek için ortaya koydukları irade irade sayılabilir mi?

Konu çok... Konuşmak gerek...

Bu yazıyı "sen nasıl solcusun" diyen çok bilir solculara kısa bir cevap olarak yazdım.

Ben böyle solcuyum !

Ali Şeriati'nin deyimiyle "sizi rahatsız etmeye gelen bir solcu."...

Hoş, "ben solcuyum" demeyi hiç sevmem. Kendimi Türk-Kürt-Arap bir müslüman devrimci diye tarif etmek daha doğru olur.

Not: Sultan Galiyef adlı halk kahramanı yiğit bir devrimci önderi faşist Türk Solu dergisinin kucağına bırakan Türkiye soluyla çok da ilgilenmiyorum bu arada. Beni bu noktaya getirenler öz eleştiri yapmadıkça onlarla yan yana gelemeyeceğiz, belirteyim. Yıllarca Lenin'i baş üstünde taşıyıp Rus devriminin Lenin'den sonraki en önemli adamını yani Sultan Galiyef'i, bu zat kendisini "Türk ve Müslüman sosyalist" olarak tarif ettiği için görmeyen ülkem solcuları...Ah ahhh...

7 Temmuz 2015 Salı

Başbağlar'dan Kobani'ye Kürt Sorunu

'93 yılı Türkiye tarihinin en karanlık yıllarındadır. O yılki olaylar anlaşılmazsa Türkiye siyasi düzeni ve siyasi tarihi anlaşılmaz.  Binlerce faili meçhul cinayet işlendi '93 yılında; Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da köy boşaltmalar doruğa ulaştı, Uğur Mumcu paramparça edildi, Jandarma Komutanı Eşref Bitlis'in uçağı düşürüldü, Jitem'in operasyonel komutanı Binbaşı Cem Ersever öldürüldü, Turgut Özal şüpheli bir şekilde vefat etti, Madımak Oteli yakıldı, sanatçılarımız yanarak can verdi, Bingöl'de dağıtıma giden silahsız ve sivil otuz üç askerimiz canice öldürüldü ve Başbağlar Köyünde köylülere yönelik bir katliam yapıldı, yine otuz üç insanımız kurşuna dizilerek hayatını kaybetti.

Başbağlar katliamının yıl dönümüydü dün.

Peki '93 yılındaki bu vahşi ve adi olayların amacı neydi? Kürt meselesini çözümsüz kılmak ! 

Bu çözümsüzlük boşu boşuna yıllarca sürdürüldü, bugün Suriye olayları üzerinden hayatını devam ettiriyor.

Kürt meselesi sadece bizim değil, bugün tüm Ortadoğu'nun sorunudur. Hangi çözüm reçetesi halkların acı çekmesini önler ve Ortadoğu'daki enerji kaynaklarının Batılı ülkeler tarafından gasp edilmesini durdurur? Abdullah Öcalan 'birlikte çözüm' demişti İmralı savunmalarında. '99'dan bu yana hatta '93'ten bu yana çizgisi değişmedi. '93 yılında Turgut Özal-Eşref Bitlis ikilisinin sorunu bitirmeye yönelik hamleleri vardı, Öcalan'ın bahse konu çizgisi Bingöl'de otuz üç sivil erin katledilmesiyle toprak altına indirildi. 

Neydi o çizginin mottosu: "Eşit yurttaşlık temelinde ortak vatan ülküsü." Güzel, doğru...Olması gereken budur. 

Peki Pkk ve onun sivil ayağı Hdp'nin ana hedefi Apo'nun çözüm reçetesiyle örtüşüyor mu, örtüşmüyor mu? Türkiye bugün 1980 öncesindeki halde değil, 1993'teki halde hatta 2002'deki halde bile değildir, çok ileridedir. 1980, 1993 ve 2002 momentlerinden çok ileriye geçmiş bu ülkede olaylara ve kişilere nesnel bakmaya mecburuz. Apo senelerdir silahların miyadının dolduğunu söylüyor fakat Pkk bu fikre yanaşmıyor. Neden? Nedenini aşağıdaki paragrafları okuyunca kolayca anlıyoruz.

Dünkü haber siteleri ilginç bir başlık attı, Mesut Barzani'nin oğlu Mesrur Barzani Pkk'nın Kandil ve 'işgal' ettiği Şengal'den çıkması gerektiğini söyledi ve ekledi: “Burada Kürtler derken spesifik olarak YPG’den söz etmiyorum. Daha ılımlı olan birçok başka Kürt gücünden ve diğer siyasi partilerden söz ediyorum. Eğer Türkiye’nin belirli bir gruba ilişkin endişesi varsa tüm ılımlı güçlerin katılacağı bir koalisyonun kurulmasına yardımcı olmalı diye düşünüyorum.”

Yine dün akşam Irak Kürt bölgesi başbakanı Neçirvan Barzani bir açıklama yaptı. Barzani, Irak merkezi hükümetinin bütçedeki paylarını eksik gönderdiğini belirterek şöyle konuştu: "Boru hatlarıyla ihraç edilen petrol geliri aylık 850 milyon dolar ederken, Bağdat'ın bize ödediği para sadece 400 milyon dolardır. Maalesef Bağdat bizi başka arayışlar içerisine girmeye mecbur ediyor. Bu şekilde Bağdat ile devam edecek durumumuz kalmadı. Dayatılan şartlardan dolayı farklı çözüm arayışlarına girmek zorunda kalıyoruz."

Dünkü açıklamalar bunlarla sınırlı değil. Neçirvan ve Mesrur Barzani'den başka Irak Kürt Federe bölgesi doğal kaynaklar bakanlığı da bir açıklama yaptı dün. Haziranda toplamda 17 milyon 130 bin varil petrol sevkıyatı yapıldığı belirtilen açıklamada, Kürt bölgesinin kendi kuyularından 12 milyon 740 bin varil, Kerkük’teki kuyulardan ise 4 milyon 390 bin varil petrol ihraç ettiği kaydedildi. Açıklamada Kürt yönetiminin, SOMO’ya haziran ayında 4 milyon 493 bin varil petrolü Ceyhan Limanı’nda teslim ettiği, kalanı ise kendi denetiminde sattığı belirtilerek şu ifadeler kullanıldı: 

"Kürdistan hükümeti, Irak merkezi hükümetinin 2014 yılında bütçe kesintisi yapmasından kaynaklanan borçlarını ödeyebilmek için bu ay serbest bir şekilde petrol satmak zorunda kaldı. Hükümetimiz geçen yıl petrol şirketlerinden alınan borçların ödemesini yaptı. Petrol şirketlerinden alınan borçlar, Kürdistan başta olmak üzere Irak’ın ekonomik ve güvenliği konusunda hayati önem taşıyor. Herkesin bildiği gibi Kürdistan halkının maaşları kesintili bir şekilde ödeniyor ve ekonomik anlamda zor süreçlerden geçmeye devam ediyor.”

Kürt doğal kaynaklar bakanlığı Bağdat'ın payını kıstığını tüm Dünya'ya deklare etmiş oldu. Kısaca Kürt meselesi Türkiye, Irak, Suriye ve İran açısından petrolün paylaşımı eksenine yerleşmiştir. Bugün Işid'in varlığı ve vahşeti de bundan yirmi üç yıl evvel ülkemizde gerçekleşen karanlık olaylar da bu yüzdendir. Amaç önü alınmaz bir kaos yaratarak Türkiye'yi iç savaş şartlarına sürüklemek ve petrolü aşırmaktır. Eğri oturup doğru konuşacağız, Türkiye doğal hinterlandı olan beş yüz yıl egemenlik sürdüğü coğrafyada var olmaya çalıştıkça karanlık eller toplumu birbirine düşürecek adi eylemlere girişmektedirler her dönemde. 6-7 Ekim Kobani olayları da bu kapsamdadır. Elli küsür insanımız iki gün içinde öldürülerek Türkiye'ye yeniden ihtar edilmiştir. Roboski bombalaması ve Reyhanlı katliamı da birer ihtar ve cezaydı. Aynen Başbağlar katliamıyla ihtar edildiğimiz gibi dikkatimiz çekiliyordu. Bu olayların arkasındaki gerçekler elbet bir gün konuşulacak duruma gelecek.

Söz konusu bu büyük ve arap saçına çevrilmiş sorunlar yumağından çıkmak için hangi politikaya sarılmak gerekir diye soruyorsanız, muhakkak ki bir cevabınız da vardır. Bugünkü görev o cevapları derinine tartışarak Türk-Kürt-Arap-Sünni-Şii-Alevi hep birlikte ortak bir akıl yaratmaktır. Eğer ortak akıl oluşamazsa deşilecek döş kolay bulunur. Döşümüze bıçak sokulmasına yol verenler tarihin değil günümüzün vicdanında ve olası savaş şartları içinde mahkum olacaktır.

Tüm siyasilerin bilhassa muhalefet partilerinin bu gerçeği görüp görmediği konusunda şüphem yok diyemem. Hem de çok şüphem var. Akıllanırlar mı? Umarım ! 

Çünkü orman yanmaya başlarsa bütün ağaçlar tehlike altına girer. Kimse kaçacak delik bulamaz. Bu vesileyle yirmi üç sene önce Başbağlar köyünde kahpece katledilen yurttaşları anar, hepsine tek tek rahmet dilerim.